Patronsuz Medya

Totem ve Tabu

Necdet Şen - 13 Ocak 2002  


Annem çocukken "artistlerin kıçı yoktur" sanırmış.

Artık 1930'lu yıllar geride kaldı, 2002 yılındayız; annem artistlerin de kıçının olduğu, yellendikleri, ayakyoluna gittikleri gerçeğini kavrayalı çok oldu.

Acaba bu web sitesinin ve Hızlı Gazeteci'nin kıymetli okurları da biliyorlar mıdır bu sıradan gerçeği?

* * *

Yıllar önce siyah beyaz fotograflar basmayı düzeyli takılmak zanneden Nazi muhibbi gazetede çalışırken, taşralı bir okurum gazeteye ziyaretime geldi.

Ertesi günün Hızlı Gazeteci'sini yetiştirmeye çalışırken, yanımda efendice oturmuş işimin bitmesini bekleyen konuğuma ayıp olmasın diye "çay içer misin?" diye sordum, o da "evet" dedi.

Dahilî hattan çaycı Dursun'u aradım ve "iki çay" dedim; Dursun da her zamanki gibi homurdanıp kapattı. Zaten asıl adı başkaydı, bu umursamaz kaba saba sevimliliğinden dolayı "dursun" diyorduk ona; gerçek adını da bilen var mıydı emin değilim.

Epey sonra Dursun, elinde boş çay tepsisiyle boş bardakları toplamak üzere yanımızdan geçerken çayı tekrar hatırlattım. Dursun da her zamanki doğal, teklifsiz haliyle elini havada yarım tur döndürüp "Eeee!" dedi ve gitti.

Yanımda o ana kadar sessizce oturmuş olan taşralı çizer konuğumun sesini duydum o an:

- "Vayy beee! Koskoca necdet şen bir çaycıya söz geçiremiyor!"

Dursun'la aramızda bir sorun yoktu. Hiyerarşi de yoktu. Bunu konuğuma anlatmayı denemedim.

* * *

Geçen yıl web sitemden dolayı röportaja gelen bir muhabir bayan şöyle girmişti konuşmaya:

- "İnsanın necdet şen'in inzivaya çekilmek, Hindistan'lara gitmek gibi ruhsal gıdalara ihtiyaç duyabileceğine inanası gelmiyor."

Ama röportajın sonunda, karşılaşmayı umduğu "ermiş"ten eser olmadığını gördüğünden midir nedir, elimi sıkma ihtiyacı bile duymadan kalkıp uzaklaşmıştı.

Ben miydim bu nobranlığın sebebi, onun hayatı algılayışındaki sığlık mıydı, bilemiyorum.

* * *

Bir bankanın genel müdürlüğünde "insan kaynakları" müdürü olarak çalışan birini tanıyorum. Bu sitenin müdavimlerinden o da.

Birkaç ay önce bir iş başvurusu yapılmış çalıştığı şirkete.

Gerçi bugünlerde öbek öbek insanlar atılıyor işyerlerinden sokaklara, ama diğer yandan da birileri de işe alınıyor tek tük de olsa.

Başvuru evraklarını incelediğinde, iş isteyen gencin hobileri arasına çizgi romanı da yazdığını görmüş "insan kaynakları" müdürü okurum.

Mülâkat günü geldiğinde ona doğrudan bunu sormuş:

- "Çizgi romanla da ilgileniyormuşsunuz."

- "Evet" demiş genç.

- "Necdet Şen'i bilir misiniz?"

- "Bilirim" demiş genç, "onun bütün kitapları var bende."

- "Bir web sitesi var, onu da biliyor muydunuz?"

- "Evet" demiş genç, "sık sık ziyaret ediyorum".

- "Tamam o zaman, işe alındınız" demiş müdür hanım, "sıra maaşınızı konuşmaya geldi".

- "Şey, ben başvuru formunda 2 milyar 700 milyon istediğimi yazmıştım, eğer mümkünse" demiş genç adam sıkılarak ve geri adım atmaya hazır.

- "3 olsun" demiş müdür hanım ve o delikanlı o gün, bölümlerden birine şef olarak 3 milyar maaşla işe alınmış.

* * *

E, ööle…

Necdet Şen hayranı olmak 3 milyar, necdet şen olmak bedava; ne olmuş yani?

* * *

Yaz başlarıydı sanırım. Tanımadığım birinden gelen bir e posta birazcık yüzümü güldürdü. Bir hanım, daha önce adını duymadığım dergilerine dört sayfalık çizgi roman yapıp yapamayacağımı soruyordu.

Çizgi romanı bırakalı yıllar olmuştu. Bir zamanlar kılı kırk yararak yaptığım o çizgi romanların ketum hayranlarının ve gürültücü düşmanlarının bıraktığı acı tortu daha silinmemişti damağımdan. Hiç içimden gelmiyordu çizgi falan çizmek. Ama yıllardır olduğu gibi yaz başında da beş parasızdım, belki üç beş kuruş kazanırım diye umutlandım, mideme kramplar gire gire çizeceğimi bildiğim halde "neden olmasın?" dedim.

İstedikleri şey de yenilir yutulur cinsten değil; efendim, İstanbul boğazından geçen tankerlerin yarattığı tehlikeyi anlatan, ama aynı zamanda kentin bin yıllık tarihsel dokusunu da bir martının görüş zaviyesinden gösteren, boğazdaki asırlık yalıları, Rumeli surlarını, Paşabahçe koyunu, boğaz köprüsünü, Beylerbeyi'ni, havada uçuşan yelkovan kuşlarını, devasa Rus tankerlerini, Bizans tekfurunun kızını, anasının örekesini ve ecdadının bilmem neresini de bu dört sayfalık çizgi romana sığdırmam gerekiyormuş. Öyle istiyordu editör hanım.

Çizgi roman yapmayan insanlar sanırım bunların kafadan ya da işkembeden, zırt diye çizildiğini sanıyor. Oysa eğer ben yelkovan kuşunun muhtelif açılardan çekilmiş fotograflarını bulamaz ve kanatlarındaki teleklerin sayısını ve de kuyruğunun desenlerini gerçeğe uygun çizemezsem keyfim kaçar.

Dahası, ulan hayatımda hiç boğazın üstünde uçmadım ki, nasıl bileyim martı kuşunun görüş zaviyesinden Paşabahçe koyunun nasıl göründüğünü? O boğaz dokusundaki binlerce apartmanın, sokak lâmbalarının, evlerin pencere pervazlarındaki kakmaların, tankerlerdeki usturmaçaların, uskunduraların, varagelelerin, puntellerin, ırgat motorunun, köprü üstünün, kedi iskelesinin encamını şemailini nasıl bileyim kafadan? Sen biliyor musun?

Bütün bunları hayal edebilmek, sonra da çizip renklendirebilmek için Leonardo da Vinci olmak bile yetmez, Allah olmak gerekir!

Hayatımda hiç ısmarlama çizgi roman yapmadım, ama parasızlık belimi büküyordu; buna bile olmaz diyemedim. Günlerce yazıştık ayrıntılara dair.

Neden sonra utana sıkıla "siz bu işe kaç para ödemeyi düşünüyorsunuz?" diye sordum e postayla.

Yanıt kısa ve özdü:

- "Biz küçük bütçeli bir dergiyiz, genelde para ödemeyiz; ama madem para sordunuz, size bütçemizi zorlayarak 50 milyon lira ödeyebiliriz."

Ağzıma doluşan küfürleri şu ana kadar tutmayı başardım, ama artık daha fazla tutamıyorum:

- "Ben de sizin suratınızın ortasına sıçmak istiyorum hemşire, ama hiç param yok, veresiye olur mu?"

* * *

Şaşırdınız değil mi? Evet, itiraf ediyorum, necdet şen'lerin de kıçları vardır ve sıçarlar.

* * *

O yazışmadan kısa bir süre sonra başka bir e posta daha geldi.

Bu kez son derece kibar, hatta ne anlatmaya çalıştığını açıkça telâffuz edemeyecek kadar kibar kısa bir mektup aldım. Birileri benimle tanışmak, mümkünse birlikte bir şeyler yapmak istiyormuş.

Ah, harika! Ne yapacağız acaba? Harmandalı mı oynayacağız, teke zortlatması mı? Yoksa inşaat şirketi kuracaklar da Horasan harcının içine katılacak yumurta akı ve meni miktarını mı soracaklar? Ben her boku bilirim; hepsi de birbirinden bedava!

Aslında ortak bir tanıdık daha önce çıtlatmıştı bana böyle bir mektubun geleceğini, ama içeriği o da söyleyememişti. Bildiği tek şey, onunla aynı apartmanda oturan birileri bir iş kurmak, benimle de tanışmak istiyormuş bir nedenden dolayı.

E tamam ama kardeşim, meramın ne? Ne istiyorsun? Ben konsomatris miyim, her çağıranın masasına gideyim? İş mi teklif edeceksin? Et o zaman!

Hayır, önce çağıracak. Meteliksiz necdet bir umut koşa koşa ayağına gidecek hazretin. Çaylar kahveler, belki konyaklar viskiler içilecek, zenginlik gösterisi yapılacak. Yoksul necdet, "inşallah ayakkabımı çıkarttırmazlar, çorabımdaki delik görünmez" diye kaygılanarak efendilerin sadede gelmesini bekleyecek.

Onların parası da bol, vakti de, havadan sudan konuşulacak.

Böyle konuşmaları bilirim; az yaşamadım.

Sohbet önce antre olarak "aziz necdet şen efendi hazretleri"ne olan hayranlığın bol keseden abartıla kanırtıla anlatılmasıyla başlar; sonra ara sıcaklar teşrif eder; derken kendi felsefî derinliklerinin sergilenmesine gelir sıra; yan gözle necdet şen hazretlerine bakılır onay almak için; ara sıcaklardan sonra balık mı yenecek, sigara böreğiyle mi geçiştirilecek, bu onay belirler bunu. Efendim, eğer necdet şen efendiden beklenen onay, takdis ve de mutabakat gelmezse "siz"den "sen"e tenzil-î rütbeyle sohbet sürdürülür. Ama gene de necdet hıyarı kendisine sunulan bu "dostluğun" kadrini kıymetini anlamazsa gece öyle biter, balık ve iş teklifi başka bahara kalır. Artık ondan sonraki sıfatının "biz de onu bir bok sanmıştık" olacağını bilerek kuyruğunu kıstırır, beden kimyası allak bullak, annesinin evindeki göt kadar odasına geri döner.

"Bir necdet şen aynen şöyle olmalıdır: bir çimdik felsefe, üç kaşık ruh dinginliği, sekiz dilim mandalina kabuğu, kararınca tevazu, dört bardak boy pos endam, bir sıkımlık tebessüm, kulak memesi kıvamında şaplaklanacak ense ve nah şöyle parmaklanacak makat. Ağır ateşte evirip çevirerek kavrulmalıdır. Dikkat edilmezse dibi tutar, huysuzdur! Çok iyi tanırım keratayı, karnını ben doyururdum zamanında."

Bütün bu kötü düşüncelerimi kendime saklayıp, kısa ve nazik bir cevap yazdım iyilik meleğine:

- "İltifatlarınız için çok teşekkür ederim. Acaba sakıncası yoksa, benden ne tür bir şey istediğinizi ve bunun için ödemeyi düşündüğünüz rakamı daha net açıklar mıydınız?"

Yanıt ne o gün, ne ertesi gün ne de başka zaman geldi.

Ortak tanıdıktan öğrendim daha sonra: "Bana çok kırılmışlar".

Eh, kırılırlar a, para onların ceplerinde…

İcazet de benim: -)

Dahası, bana bu tüyoyu veren ortak tanıdık… O da pek "şaşırmış" buna.

Yani ayıplamış… Niye öyle yapmışım?

Ah, evet, bilirim, eski numara: Suçluluk duygusunu kaşıyarak ezmek. Pasif saldırganlığın başyapıtı.

- "Ay sen ne fena şeysin; herkesi üzüyorsun!"

Öyle mi? Sana da güle güle, anca gidersin.

Burası "Küçük Adamları Kutsama Enstitüsü" değil.

* * *

Totem Ve Tabu adlı eserinde Freud, ilkel kabilelerde şaman ve krallara ne yapıldığını uzun uzun anlatır.

Efendim, ben de hazreti Freud'un yalancısıyım, insanın en eski ve değişmez özelliklerinden biri de -ilkel kabilelerde gözlemlendiği veçhile- kendisine şamanlar ve krallar yaratmak ve sonra bütün günahlarını, zavallılıklarını, pisliklerini, suçluluk duygularını, hıyanetini, alçaklığını ona aktarmakmış.

Sıradan kabile insanı ava gider, ekinini eker, savaşır, ganimetini toplar, nispeten müreffeh bir hayat sürerken, şaman ya da kabile şefi aç bî-ilaç dolanır, üstelik elinde avucunda ne varsa o kabiledeki yaşlı, dul, hasta ve sakat insanlara dağıtır; yani kabiledeki her türlü aksaklığı kendine iş edinir, kendini kabile için adeta feda edermiş.

Ama tabii, karşılığında normal kabile üyesinin sahip olamadığı bir saygınlığa erişirmiş. Öyle bir saygınlık ki, onun evi tüm evlerin ortasında olurmuş; yağmur yağdırılacaksa, savaşa gidilecekse, hastalar iyileştirilecekse, kişisel uzlaşmazlıklarda adalet aranacaksa, suçlular cezalandırılacaksa, ruhlar günahlardan, büyülerden ve cinlerden arındırılıp debelendiği bataktan çekip çıkarılacaksa hep şaman hazretlerine ya da kral hazretlerine başvurulurmuş.

Ama yine de kimse kral ya da şaman seçilmek istemezmiş o kabilelerde. Bilirlermiş çünkü başlarına gelecekleri. Çünkü krala ya da şamana o kadar hoyrat davranılırmış, ruhanî varlıkları o kadar istismar edilirmiş ki, zavallılar uzun süre yaşayamaz ölürlermiş. Bazen kral seçilmelerinin ardından yapılan birkaç günlük -kudurma, azma- ayinlerinin sonuna çıkamadıkları, krallığın hükmünü bir tek gün bile süremeden, sözüm ona, tahtlarına oturamadan, hırpalanmaktan mevta oldukları olurmuş.

Dedim ya, ben Freud efendinin yalancısıyım.

Ama nedense şunca yıllık hayat tecrübem bana bu konuda meselenin bam teline bastığını söylüyor.

* * *

Bu vesileyle, tırnak içine alınmış bazı şahıslara buradan üç beş lâkırdım olacak:

Arkadaşlar, söylemekten hicap duyuyorum, ama beş para etmezsiniz.

İnanın bana, eğer sizin için yazıyor olsaydım, tek kelime bile yazmazdım.

- "Neden yazıyorsun o zaman?" diye sual eden olursa, ahaliyi ikna edecek çok net bir yanıt bulamam. İçimden biliyorum. Ama bunu size istesem de anlatamam. Anlayamazsınız.

Sizler, en azından bazılarınız, öyle şeyler söylüyorsunuz ki, dışarıdan kulak kabartan biri, bana hani neredeyse tapınıyorsunuz zanneder.

Neymiş efendim, Hızlı Gazeteci bantlarını kesmiş saklamış yıllarca… Yok efendim, benim bir cümlem yüzünden işinden ayrılmış, eşinden boşanmış, kaderi değişmiş, bir cümlemden yola çıkarak nirvanaya ulaşmış…

Ya da o yıllarda en çok dövmek istediği benmişim… Hatta işkencede bile yalvarmamış, ama şimdi yalvarıyormuş, ne olur bu çizgi bantların gazetedeki yayınına son verilsinmiş…

Yok efendim, ben zırtapozun, iç evreni karanlık zibidinin, kaddafinin, kerkenezin, zerzevatın tekiymişim, kitaplardan arakladığım cümlelerle kenar mahalle kızlarını ayartmaya çalışıyormuşum.

Yok efendim, ben öyle ulu bir adammışım, öyle filozofmuşum ki, galaksi çapındaymışım, lezbiyenliğe eğilimli kızını anca ben erkeklere yöneltebilir, ya da şizofren oğlunu anca ben iyileştirebilirmişim. Yok, dergide fotografımı görmüş, yakışıklılığıma aşık olmuş. (Yuh, zevksiz!) Yok efendim, o öykümdeki olay aslında onun başından geçmiş, gerçek öyle değil şöyleymiş.

Ben var ya ben, öyle gizemli adammışım, öyle dahiymişim, öyle süpermişim, öyle Kripton gezegeninden gelmişim kii… Burcum neymiş bakalım? Kesin kovaymışım, yok yok teraziymişim, hayır hayır, aslanmışım, ı-ıh, kaplanmışım, akrepmişim, keçiymişim, kunduzmuşum, Tasmanya canavarıymışım…

Eeee? Noolmuş?

Yoksulum ulan! Geberiyorum!

Hayır, yoksulluktan değil, öfkeden!

Sizin aç kurt gibi saldırdığınız ufak fırsatlardan çok daha büyüklerini elimin tersiyle ittiğimi anlamaktan aciz oluşunuza. Bunun seçilmiş bir şey, bir tavır olduğunu göremeyecek kadar budala oluşunuza. Bunun aslında zaten yoksulluk değil servet olduğunu göremeyişinize. Onun bunun kıçını yalayarak 'hak ettiğiniz' o maaşlarla götünüzün kalkıp benim gibilere efendilik taslayabileceğinizi zannediyor oluşunuza. Bönlüğünüze! Hırtlığınıza! Çiğliğinize!

Bu kadar öküz oluşunuza, bu kadar iki yüzlü ve alçak oluşunuza, bu kadar samimiyetsiz, kirli, dalavereci, namussuz, riyakâr oluşunuza ve her gün işyerlerinizde bin bir pisliğe puştluğa eyvallah deyip, sonra da şaman efendi hazretlerinin web sitesini tıklayarak arınmaya çalışmanıza baktıkça midem bulanıyor.

Boşuna umutlanmayın, sizi takdis etmeyeceğim. Hâlâ kirlisiniz çünkü.

Her yanınız hileye hurdaya bulanmış. En başta kendinize olmak üzere durmaksızın yalan söylüyorsunuz. Eşinizi boynuzluyor, en yakın komşunuzu dirsekliyor, mütemadiyen bir şeyler satın alıyor, daha fazlasını satın almak, daha fazlasını tüketmek, şişkinleşmiş egolarınızı daha fazla beslemek adına içinize sinmeyen işyerlerinde nefret ettiğiniz mesleklere talim ediyor, açıkçası "domalıyor", sonra da sanki size bir kötülük yapılmış gibi hep birilerinden, bir şeylerden yakınıp duruyorsunuz.

Ben sizin ağlama duvarınız mıyım?

Mutsuzsanız orada, basın istifayı cehennem olup gidin!

Sevmiyorsanız eşinizi boşanın. Evlenirken bana mı sordunuz?

Suçluluk duyuyorsanız, temiz olun.

Bana kalırsa, yakındığınız, suçladığınız her şey, aslında sizin içinizden arzuladığınız, ama başkalarının daha atak davranıp öne geçtiği şeyler. Cezalandırılma korkusu sizden daha az, ya da refleksleri sizden daha hızlı kişilere hınçlanıp hınçlanıp, erdem maskeleri taka taka eleştiriyorsunuz.

Ve bekliyorsunuz ki, necdet şen efendi hazretleri sizin bu sahtekârlığınıza "geçerlilik" damgası vursun.

Ben ne ermişim, ne kral, ne de şaman; sizi arındıramam. Hayır, elimde olsa da yapmam bunu; çünkü size baktığımda asap bozan bir aptallık ve kendini çelmeleyen kurnazlık algılıyorum.

Ölümden korkuyorsunuz ve etrafınızı itaatkâr nesnelerle dolduruyorsunuz.

İnsanlar sizi şaşırtabilir, ama bir mutfak tepsisinde hiç bir sürpriz yoktur, öyle değil mi?

Aldığınız her yeni ayakkabıda, yoksulluğa sırtınızı her dönüşünüzde, biraz daha uzaklaşıyorsunuz özünüzden. Sonra da şamanlara sığınıyorsunuz "bana özümü geri ver" diye.

Dedim ya, beş para etmezsiniz. Eğer istediğiniz, takdis edilmekse, hava alırsınız; başka kapıya gidin.

Yoksulsam, kendi başımı dik tutmak için; size vekâleten çekilecek çilem yok.

İki kelimeyi bir araya getiremeyen rezil heriflerin medya starı olduğu ve genel yayın müdürüyle yatarak köşe kapan sürtüklerin "yazar" sayıldığı bir dünyada Ali Türkan adında biri aç kalmamak için Berlin sokaklarında taksi şoförlüğü yapıyor, necdet şen onu bile yapamıyor.

Ve sizler, etrafınızdaki yoksulluğu görmemeye çalışıp, hatırlı "dost"larınıza pahalı hediyeler alarak kendinizi "iyi" olduğunuza inandırmaya çalışıyorsunuz.

Ama şunu bilin ki, yine de berbat, yine de sıradansınız.

Ama dert etmeyin, toplum'un doğası bu; sıradan insanlar kralların ve şamanların leşleriyle beslenir. Bulursunuz nasıl olsa ellenmeye mıncıklanmaya benden daha istekli birilerini.

Yorumlar

Selâmlar Necdet Şen.

Düşünceler insan beyninde uçuşuyor, oysa kâğıda dökülünce şekil kazanıyor, tahakkuk ediyor. İnsanın kendini daha iyi anlamasını, ifade etmesini sağlıyor.

Yazın zehir zemberek! Sıradan bir okurun olarak neler hissettiğimi kaleme almak istedim.

Genel anlamda, birçok yazında olduğu gibi, yine etkilendim (Aman bir sakatlık olmasın tapınmadım!). Zekânın, kaleminin kıvraklığına keskinliğine diyecek yok.

Derken egom devreye girdi; "beş para etmeyenler, berbatlar listesine ben de dahil miyimdir acaba" diye düşündüm. "Dahilimdir her halde" dedim. Zira ben kolay kolay pek kimseyi beğenmem; kendim de dahil. Sonra bir kaç kere daha okudum. Biraz aşırıya kaçmış falan dedim. Sonra hepsi zihnimden uçuştu sadece hüzün kaldı.

Ben küçükken annem beni her akşam illâ ki bakkala bir şeyler almaya gönderirdi. Ben oflaya puflaya yarı korku yarı sinir bakkala gider, ne var ki eve dönmek bilmezdim. Çünkü bakkal amca benden sonra gelen her müşterinin işini görür, bense bir köşede kök salardım. İçine kapanık, hassas bir çocuk olduğum için de hır çıkarmaz, herkes gitse de sıra bana gelse diye beklerdim. Eve dönünce ayrı bir fırça yer, bakkalda beklediğime annemi ikna edemezdim. Annem nihayet bir gün ikna olmuş olacak ki bakkala hesap sormuş. Meğer benim ayağım çok uğurlu geliyormuş, ben girince dükkân dolup taşıyormuş da bu yüzden bekletiyormuş beni bakkal amca.

O bakkalı gerçekten hep dolu dolu hatırlarım.

Şimdi yıllar geçti. Bakkal amcaya ne oldu bilmiyorum ama ben dükkânlara girince artık peşimden müşteriler doluşmuyor. O zamanlar bizde olan her neyse şimdi yok. Ya da şimdi olan her ne varsa o zamanlar yoktu.

Araştırmacı bir kişiliğim var sanıyorum. Kendimi hiç bir zaman zeki hissetmedim. Bazı şeyleri inanılmaz bir hızla öğrenen insanlar gibi hiç olamadım. Çok kitap okumadım. Ama bir şeyin özünde, kökünde ne olduğunu hep merak ettim, düşündüm araştırdım. Ertesi gün sınav varken, sınavda çıkacak soruları değil de hiç olmayacak şeyleri inceledim.

Pozitif bilimlerin yanında hayatı da araştırdım. İnsanları inceledim, kendimi inceledim. Genellikle kimseyi beğenmedim, kendimi de beğenmedim. Beğenmediğim için de yarı şaka, yarı toylukla eleştirdim, iğneledim. Kendimi eleştirirken problem yoktu ama başkalarını eleştirdiğimde inanılmaz gerginlikler soğukluklar oluyordu. Arkadaşlarım çoktan ununu eleyip eleğini asmıştı. Herkesin kemikleşmiş kişilikleri çoktan oluşmuştu, etrafı da kalın surlarla kaplanmıştı. Bu surlara kasteden nasibini alırdı.

Ben de sustum. Sessizleştim. Küsmedim, pes etmedim, ama böyle davranmanın daha iyi olacağını bana daha çok şey katacağını düşündüm. Daha ölçülü olmaya çalıştım. İnsanları yokladım, tahammülü olmayanlara, kırılganlara dokunmadım. Yaşadığımız veya sebebi olduğumuz olaylar, kendimizin veya başkasının kişisel gelişimine katkıda bulunmuyorsa gereksizdir diye düşündüm. Böylece sessizliğimin içinde, hayatın bana sunduğu koşullar altında bir şeylerin bilgisini kokusunu almaya çalıştım. Başkasına katkı sağlayacağını hissettiğimde ben de çaba harcadım. Bu arada kendimi ezdirmedim, kimseyi de ezmemeye çalıştım.

"İyi de kardeşim ne oldu? Sonunda bi bok oldu mu?" diye sorarsan, valla ne diyeyim, pek bir şey olmadı, bir arpa boyu yol ancak almışımdır her halde.

O yolu da suratıma inen bir şaplakla ya da birilerinin omzumu sarstığında aldığımı düşünürüm her zaman. Bu şaplak, insanı güvendiği, sağlam sandığı, yol aldığını düşündüğü zahiri otobanlardan dışarı fırlatır, müşterileri bakkala toplayan çocuğun saflığını hatırlatır sana. İşte bu yüzden midir nedir yaşamın kaygan yollarında çabalayan birilerini gördüğümde antenlerimi dikerim hep, var mıdır alacak nasibimiz veya var mıdır dokunacak yardımımız diye.

Bu yollar kaygandır. Bedeli çok ağırdır ama ödülü de büyüktür. Ben bunu sadece hissediyorum, sen çok daha iyi biliyorsun. İsa boşuna dememiş "çok kişi çağırılır, az kişi seçilir" diye. Ama bu yollarda yorulmuş, umutsuzluğa kapılmış, öfkeli insanlar görünce hüzünlenirim hep. Galiba yazından bu yüzden hüzünlendim.

Hz Ali bir savaşta en azılı hasmının kellesini uçurmak üzereymiş. Derken hasmı Ali'nin yüzüne tükürmüş. Bunun üzerine Ali durmuş. "Yahu" demişler "hem hasmındı hem yüzüne tükürdü niye durdun?" "Çünkü" demiş, "ben onu dâvâm için öldürecektim, ama yüzüme tükürünce nefsim adına öldürmek istedim."

Yani kendine iyi bak. Kendine ve bize yaptığın katkıları hafife alma. Önemli midir bilmem ama biz de senin için kaygı duyuyoruz, elimizden gelen var mıdır diye düşünüyoruz.

Çünkü biz de seni seviyoruz.

Seyit - 18 Ocak 2002 (11.00)

Çok güzel bir hikâye çok beğendim, herkesin okumasını dilerim.

Emre Yücekaya - 27 Eylül 2008 (19:07)

İnsan ilişkileri galiba birbirini tüketmek üzerine kurulu.

Ben de öyle birilerini tanımıştım bir vakitler. İşsizdim. Bana iş bulabilmek için sınırsız imkânları vardı ama o yine de ekmeğimi kazanıp kendime yetmem yerine, onun verdiği sadakalara muhtaç bir insan olmamı tercih ediyordu.

İşin kötüsü, bunun "iyilik" olduğunu ve benim de "nankör" olduğumu iddia etmekten geri kalmıyordu. "O benim aç karnımı doyuruyordu ve ben yine de ona karşı alttan almıyordum."

Bunu işitttiğim zaman ne kadar kırıldığımı hiç öğrenemedi.

Suat - 9 Aralık 2008 (18:43)

Yeşilçam eskisi bazı oyuncuları yıllar sonra ekranlarda görürüz ya hani. Yaşlanmış, hayatın sillesini yemiş, yorgun ve umutsuz bir halde dostlarının, hayranlarının ve hatta devletin onlara yüz çevirdiğinden falan bahsederler sitem, kırgınlık ve kızgınlık dolu ifadelerle. Sami Hazinses gibileri dışında kalan çoğunluğa pek ısınamamışımdır genelde. Çünkü onların birçoğu "aslında zamanında çok para saçtım, o zamanlar akıllı yatırımlar yapsam şimdi Beyoğlu'nun yarısı benimdi" tarzında itiraflarda bulunanlardır. Sen zamanında sevenlerinin yardımıyla tonla para kazanıp bunları har vurup harman savuracaksın. Yıllar sonra düştüğün zor durumdan ise ilk olarak onları sorumlu tutacaksın. Yok canım! Pışııık!

Bu sözlerim size değil Necdet Bey! Yanlış anlamayın lütfen. Ancak ben de belki herkes gibi yıllarca büyük gazetelerde karikatür çizen, köşe yazarlığı yapan, bir sürü kitap çıkaran birinin cukkayı götürmüş olması gerektiğini düşünerek hata yapıyor olabilirim.

Belli ki öyle olmamış.

Belli ki siz de "dayağı biz yerdik parayı Cüneyt alırdı" tayfasındansınız.

Ne diyeyim. Umarım sıfırını attığımız o banknotlardan bol sıfırlı hanelerde edinirsiniz bir gün.

Yazan: Bir garip memur parçası…

Serdar Demirdirek - 6 Ocak 2009 (23:57)

Değerli Serdar Bey. Belli ki 7 sene evvel yazılmış bu yazıyı anca fark edip okumuşsunuz.

En güzeli de, yazıda anlatılanları muazzam bir bilgelikle anlamış ve bu hakire dört başı mamur bir hayat dersi vermişsiniz.

Doğrusu bendeniz, fazlasıyla hakkettiğim bu "Pışııık!" tan çok ders çıkardım. Bu güne kadar yapıp ettiğim her şeyin "cukkayı götürmek" için olduğunu, daha evvel kazandığım cukkaları barda pavyonda har vurup harman savurduğumu ve parasını iyi değerlendirmiş diğer eski şöhretleri deliler gibi kıskandığımı artık itiraf etmem gerekiyor galiba. Ve aslında sadece "figüran" olduğumu ve bunu hazmedemiyor olduğumu da.

Sağolun; ciğerimi okumuşsunuz. Eşsiz belâgatinizle çok da iyi ifade etmişsiniz. Çalışma saatinde şefe sezdirmeden azıcık da feylesofluk etmek isteyen bilge memurlardan alınacak daha çook hayat dersim olduğundan eminim.

Necdettin Hazinsöz - 7 Ocak 2009 (18:33)

Ben cevaplarda kullandığınız mahlâsların hastasıyım. Bu cevabın altında da "Necdettin Varyemez" imzası nefis giderdi.

Ahmet Faruk Yağcı - 7 Ocak 2009 (23:43)

Bir katkı da benden: Kanımca Serdar Demirdirek Bey de "Önce Memurum Sonra Bilgiç" diye bir kitap yazsa çok hoş olur.

Battal Takoz - 8 Ocak 2009 (02:09)

Belli ki bu yazı yukarıda yorum yazan Serdar kardeşimizin bam teline dokunmuş. Canı acımış ve hıncını çıkarmak istemiş. İmzasını bile "memur parçası" diye atışından belli.

Memur olmak ayıp değil. Öyle zannediyorum ki bu sitenin okurlarının çoğu da ya memur ya da memur çocuğudur. Ayıp olan, komplekse kapılıp çamur sıvamaya çalışmak.

Ali Türkan'ın bir yazısında okumuştum: "İnsanın yarası neredeyse nabzı da orada atar" gibi bir şeydi. Onun için her halde, üslubundan "genç" olduğunu tahmin ettiğim bu arkadaş yazara "ben seni pek tanımam, o halde önemsizsin" demeye getirmiş. Sonra da o "önemsiz" kişinin yazılarının altında yorum yayınlatabilmek için hırs yapmış. (Bkz: Uğur Mumcu yazısı) Çelişki.

Onun "tanımadığı" ve çocuksu bir üslupla nasihat çekmeyi denediği Necdet Şen'i biz taaa Gırgır zamanlarından bu yana (30 yıl mı? Daha mı fazla?) takip eder, beğeniriz.

Serdar Bey ve onunla aynı türden kişilere de, naçizane, kendi toyluklarını üstünlük zannetmekten vazgeçmelerini tavsiye ederim.

Necmi Ziya - 8 Ocak 2009 (16:35)

Çok sevgili necdet bey, yazılarınızın bir numaralı hayranıyım. Sizi çok ama çok iyi anlıyorum. Hayatım boyunca öyle kazıklar yedimki, üstteki yazınızla duygularıma tercüman oldunuz hocam. Sizin gibi insanların nesli tükendi. Şimdi herkes şerefsiz menfaatçi yılan, adi, ciğerini köpeklerin bile yemiyeceği kadar kötü ve kokuşmuş. Siz 3000 tl. Alamazken sizin adınızı kullanan zırtapoz 3000 tl. Ile işe başlıyor. Bu çok büyük bir haksızlık. Emek verilen bir işin karşılığında mutlaka para alınmalı. Ne demek bütçemiz kısıtlı ancak 50 milyon verebiliriz. Koskoca necdet şenle dalgamı geçiyor bunlar. Size bedavadan karikatür çizdirip bir dünya para kazanacaklar sizin sırtınızdan. Hay ağzınıza sağlık ne güzel vermişsiniz ağzının payını. Sizi o kadar iyi anlıyorumki. Ne yazıkki dünya insan kılığındaki hayvanlara kalmış. İtler köpekler sarmış her yanı. Allah yardımcımız olsun hocam. Serdar ukalâsınada çok kızdım. Anlamadan yorum yapmış. Sağlıcakla kalın hocam.

Melâhat - 25 Nisan 2011 (16:05)

Şimdi, yorum yazmasam sanki bu yazıyı okumamış sayılacağım. En iyisi bir şeyler söylemek, şöyle ki: Serdar'ı da anlamak lâzımmış diyorum, üzerine çok gitmişiz garibanın. Hem mesaiden de çalmamış, yorum saatini görünce, ona saygı da duymadım değil…

Gökhan Akçiçek - 25 Mayıs 2014 (21:50)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

84
Derkenar'da     Google'da   ARA