Patronsuz Medya

"Kötü"nün kaç çeşit tarifi var?

Necdet Şen - 8 Kasım 2004  


24

Kötü kız Nina bir kez daha sahneye çıktı. Adı batasıca zilli, ne olacak! Jack Bauer (ki başı zaten katmerli belâda) karşısına bir de bu edepsiz kız çıkınca haklı olarak nevri döndü. Öyle kritik bir an ki bu karşılaşmanın olduğu an, Jack Bauer kılını bile kıpırdatmamak zorunda. Yoksa ezmez mi o bücürü vıcırt diye? Ezer valla, yoktur acıması.

Neden mi bahsediyorum? Tabii ki CNBC-E kanalında üç mevsimdir gösterilmekte olan 24 dizisinin dün akşamki bölümünden. CTU (Counter Terror Unit) Los Angeles bürosunun eski şefi, Amerikan pragmatizminin ve kıyıcılığının eşsiz bir örneği olan Jack Bauer (Kiefer Sutherland) Amerika'yı (yani "insanlığı") ısırmaya azmetmiş azılı bir terörist çeteyi tufaya getirmek için tek başına kurduğu ve uyguladığı planın ortasında, ama tam da zor duruma düşmüşken, karanlığın içinde karşısına hiç de hesapta olmayan bir düşman daha çıkıyor: İlk bölümün sonunda güzel, olgun ve hamile karısını öldüren eski oynaşı Nina Mayers.

"Yav, bu Nina hapiste değil miydi, ne zaman çıktı?" diye soran hata eder, çünküdizisinde olamayacak hiç bir şey yoktur.

"Mükemmel bir televizyon dizisi nasıl yazılır?" türünden bir soruya verilecek en özlü yanıt, her halde, "otur seyret 24'ü, öğren" biçiminde olabilirdi. Ama her devam dizisinin kaderi olan "malzemeyi tüketme ve sinekten yağ çıkarma" açmazı bu dizinin de başına geldi sonunda. Eskisi kadar sürükleyici değil, tipler daha yüzeysel, şaşırtmacalar daha vasat. Ama gene de iyi tabii ki, her pazar kulunuz televizyon karşısında hazır ve nazır.

İkinci mevsimin öyküsü en çarpıcı olanıydı. Dizinin başında tipik bir "kötü arap, iyi wasp (beyaz anglo-sakson protestan)" şablonuyla başlayıp, tam bizi "yuh lan ırkçılığın böylesine" dedirtmek üzereyken, bu şablonu tersyüz edip, iyi diye bildiklerimizin kanlı katil, kötü diye bildiklerimizin de aslında masum olabileceğini göstermiş, üstelik de 11 Eylül saldırılarının ardında Amerikan Derin Devleti olduğu savının da pek palavra olmayabileceği yönünde bir kanaati pekiştirmişti. "Aferin" demiştik tabii popüler kültürde keramet arayan her şavalak entel gibi.

Her neyse, oturup dizinin üç sezonunun tamamını anlatacak değiliz. Yazının ana fikri 24 dizisi değil zaten. Gündelik hayata dair bir çimdik kafa yoracağız.

Isınma sorusu şu: Bize "kötü" diye gösterilen herkesin kötü, "iyi" diye gösterilen herkesin iyi olduğuna inanmak zorunda mıyız? İyi ve Kötü'nün ne olduğuna dair daha köklü bir değer ölçütümüz yok mu? Yoksa niye yok? Bunu merak ettim durup dururken.

Dizinin "kötü madam"ı Nina nedense 24'ün başarısına gölge düşürürcesine inandırıcılıktan uzak, korkutmaktan aciz bir kötü karakteri çiziyor bu mevsim. Diğer kötü karakterler abi/kardeş Hektor/Ramon Salazar da öyle. Görüntü itibariyle herhangi birimiz gibi, ailesi, yari-yareni, kayınpederi-kayınçosu olan, arkasından dolaplar çevirildiğini bile fark edemeyen, iki tane sıradan Meksika köylüsü. Onları pekalâ Che Guevara ya da Emiliano Zapata'yla ya da onların ardına takılıveren veya hükümete gammazlayan halkla da özdeşleştirmek mümkün. "Şu virüsü şu fiyattan alıp bu fiyata Amerika'ya satalım da şu kadar voli vuralım" hesabı yapan taşralı iki birader. O halleriyle bana mekanikleşmiş wasp Jack Bauer'dan çok daha sevimli görünüyorlar.

Oysa Hollywood şablonlarına göre, bir "kötü"yü etkileyici kılan unsurlar arasında en önde geleni şudur: Bu "kötü" öyle bulaşık, dengesiz, lâftan anlamaz, megaloman, kendi gerekçelerine körü körüne inanan ve bir kez kafaya koydu mu öldürülmeden durdurulamayacak kadar yoğun motivasyon sahibi olmalıdır ki, seyirci (biz) sanki o kişi perdeden/ekrandan fırlayıp bize de bulaşabilirmiş gibi bir duygu yaşayalım ve oturduğumuz yerde bizzat kendimizi kapana sıkışmış gibi hissedelim.

Yani, yapısını iyi-kötü çatışması üzerine kurmuş olan film, "iyi" adamın karşısına çıkardığı "kötü"nün bize de şerrinin dokunabileceği inancını yaratması gerekir. "Normal" insanları ve onların gündelik yaşamlarını hedef almış, özellikle de çok küçük nedenleri ölümcül bir meseleye dönüştüren ve nereden saldıracağı belli olmayan ve en önemlisi, şekli şemaili ve hayat tarzıyla bize pek benzemeyen kötüler en ürkünç kötüler olmuşlardır Hollywood tarihinde.

* * *

Alien

Bunun en harika örneği (bana kalırsa) Riddley Scott, John Cameron, David Fincher, Jean-Piérre Jeunet gibi klâs yönetmenlerin çektiği (ve sinemalarda oynayan) Alien dizisi olmuştur (ki aslında bir nevî "Melek/Şeytan" uyarlamasıdır) ve son iki bölümünde ana karakterlerin kendi "öteki"sine empati gösterebildiği bildiğim yegâne "kötü" örneklemesidir. O yanıyla da dikkatle okunması gereken entellektüel bir alt metne sahiptir Alien filmleri.

Üçüncü bölümün finaline doğru, korkunç görünüşlü (tabii ki simsiyah) uzaylı yaratık Alien (kelime anlamı için sözlüğe bakınız), teğmen Ripley'in (Sigourney Weawer) burnuna kadar sokulur ve onun karnında kendi dölünün olduğunu hissedip kılına bile zarar vermeden uzaklaşır. Kötüdür, çirkindir, şoför mehmettir, ama merhamet duygusundan tümüyle yoksun değildir, bunu anlarız.

Dördüncü bölümde daha da ileri gider uzaylı canavardaki bu insanî yan. Tüm şeytansılığı ve durdurulamazlığının verdiği dehşete rağmen, ölmekten korkan ve hayatta kalmak için adeta aman dileyen bir öcü görürüz perdede.

Aynı filmin ortalarına doğru, bir önceki filmde (sırf içindeki 'yabancı 'da ölsün diye) kendini ateşe atarak (cehenmeme giderek) intihar etmiş olan Ripley'in her nasılsa bir yerlere bulaşmış olan DNA'sından türetilmiş kusursuz kopyası, bir başka odada tutulan kusurlu ve sakat kopyalarını yok ederken (müsveddeleri imha ederken) kendince bir acıma örneği göstermektedir. Evet valla, Ripley ikiz kızkardeşlerinin hepsini alev silâhıyla kızartma yapar. O anki öfke, haddini aşmış genetik teknolojisine midir, yoksa kendi çirkin tezahürlerini görmeye dayanamayan insan narsizminin tecellisi mi, uzun bir tefekkür konusudur. Ne var ki, alev silâhı kopyalardan sadece birinin (alfa sürümünün) elindedir ve dolayısıyla diğerlerinin "iyilik" ve "kötülük" konusunda ahlâkî bir standart belirleme şansı yoktur. En güçlü olanın tercihi kayıtlara "iyilik" olarak geçecektir.

Ama Alien kendi imzasını Ripley'in genetik şifresine kazıdığından (babam da anneme aynen öyle yapmıştı), Ripley'i yeniden yaratan insanoğlu onun ezelî düşmanını (Şeytan'ı) da yeniden yaratmıştır. Ve film bize kendimizi yok etmeden Şeytan'ı yok edemeyeceğimiz "dersini" vererek biter.

Alien filminin dördüncü (ve şimdilik) son bölümü bize aynı zamanda şu soruyu yöneltir:

"Bir canlının kendi türünü sürdürmek istemesi kötülük müdür?"

Soru makul. Eğer hayatta kalmayı arzulamak kötülükse, iyi diye biri var mıdır?

Konuya tüm türlerin fevkinde olan ve diğer türlerin sahip olmadığı ayrıcalıklara sahip olan insan türü açısından bakarsak, soruyu yanıtlamak çok kolay -ki zaten geleneksel sinemada yapılan budur. Ama sorunun öznesi olarak İnsan yerine Yaşam sözcüğünü koyduğumuzda, o zaman "Alien'in de onunla savaşan insanoğlu kadar yaşama hakkı vardır" diyebiliyoruz.

Tıpkı King Kong'u öldürmek dışında bir seçeneği akıl edemeyen "uygar" Amerikalı ile aşk uğruna ölmekte zerrece tereddüt etmeyen King Kong arasındaki asalet farkını görebildiğimiz gibi.

En azından Alien'i ve King Kong'u (veya Iraklı'yı) öldürülebilir kılan, ilâhî değil, daha dünyevî bir buyruktur. O buyruk, "yabancı olan (bize benzemeyen) pekalâ gözden çıkarılabilir" buyruğudur. Jerzy Kosinski'nin romanındaki boyanmış kargayı sürüdeki siyah kargalara parçalatan "birörnek olunuz" buyruğu gibi.

Tekrar baştaki mevzuya dönersek, 24'deki bu Nina da bir bakıma Alien gibi, King Kong gibi, Jaws gibi, Predator gibi hayata tutunmaya çabalayan ve bunun gereklerini yerine getiren yarım porsiyon, ileze, hatta fazlasıyla sakin tabiatlı bir kızcağız. Öldürürken bile asabiyet göstermiyor.

Oysa Jack Bauer, davasına bir kez iman etti mi, kim ölmüş kim kalmış hiç umursamayan, kayınbabasını kurtarmak için gözünü budaktan sakınmayan müstakbel damadının kafasına bile silâhı dayayıp tetiği çekebilen biri. Bir nevî buralı Alien. Başka canlıların habitatına fütursuzca dalıp kendi kurallarını dayatan, tekil hayatları hayattan saymayan, kralı (başkanı) bile kenara itebilen tipik bir Dartanyan. Derin Amerikalı.

Söylesene ey Türk istikbâlinin evlâdı, sence kim daha "kötü"?

Kim Alien, kim Ripley? Şeytan kim, Melek kim? Nina'yı "kötü" yapan ne? İlk bölümde ABD başkanlığına adaylığını koymuş olan zenci aday David Palmer'a (Dennis Haysbert) suikast düzenlemek için sınır ötesi çete kurmuş olan bir Hırvat komutan Victor Drazen'a (Denis Hopper) para karşılığı bilgi satan, tuttuğu takım yenilince de sıvışmaya karar veren ve tam bunu yapacakken planını fark eden bir tanığı (Jack'in karısını) profesyonellik gereği (arkada iz bırakmamak için) öldüren okumuş bir kızcağız. İnsanlık hali, bir cinayet işlemiş. Noolucak, Bayhan da yaptı ondan, kızıyor muyuz? Haluk Levent sahtecilikten hapis yattı, devrimciliğine halel geldi mi?

"Pis katil, canavar ruhlu kadın" diyeceğim Nina'ya, ama ona bundan dolayı öldüresiye kin güden "iyi adam" Jack'in şu ana kadar öldürdüğü (ya da ölümüne bir biçimde sebep olduğu) insanları saymak için yazar kasa lâzım. İnsan sormadan edemiyor, cinayet kötüyse, neden sadece Nina işleyince kötü de Jack sütten çıkmış ak kaşık?

Sakın Jack "bizim taraftan", Nina da "öteki taraftan" olduğu için olmasın?

* * *

Kod adı: "Yaşam Tarzı"

Peki ya şu attığı taş ürküttüğü kuşa değmeyen Kod Adı Kılıçbalığı filminin kötü adamı Gabriel Shear'in (John Travolta) yediği onca herzeyi açıklayış biçimine ne demeli?

Diyor ki hazret, "zaten dünyada her gün binlerce insan sudan sebeplerle ölüyor, neden biz YAŞAM TARZIMIZI korumak için bir o kadarını daha feda etmeyelim ki?"

Yaşam tarzını (sen bunu Kapitalizm olarak anla) şey ettiğimin dallamasına bak!

Ülkesindeki düzen için tehdit oluşturan "terörist"leri yok etmek misyonuyla kurulmuş bir örgütün vurucu gücü olan ve bu kirli savaşı finanse etmek için de kendi ülkesinin bankalarını soyan, kendi yurttaşlarını düzine hesabıyla öldüren bu kötü adamın, aslında filmin anlatıcısı tarafından el altından kayırılan uçuk bir "vatansever" olduğunu da göz önüne aldığımızda verilmek istenen mesajın tam da yukarıda tırnak içine aldığım cümle olduğunu anlamak çok zor olmuyor. Mesajı böyle algılayan ABD seçmeninin de oyunu gidip Dabılyu Buş'a vermesine şaşmamak gerekiyor.

Yüzüklerin Efendisi üçlemesindeki "iyi" ve "kötü" adamların arasındaki farkın da sadece bir renk farkından ibaret olduğunu anımsayarak, acaba şöyle bir soru sorulabilir mi?

"Kötü"yü bir kere rengine, yaşadığı coğrafyaya, dinsel/ırksal aidiyetine bakarak tanımladıktan sonra, bize/bizimkilere yapıldığında çok fena olan şey, ötekine misliyle yapıldığında doğru sayılabilir mi?"

Ne kadar naif bir soru değil mi? Zaten içinde yaşadığımız dünyamızda yaşanan şey tastamam bu değil midir? Felluce'de telef olacak birkaç bin sivil arap kimin umurunda, New York'daki McDonald's mağazalarında duble hamburgerle göt büyüten Amerikalı seçmen ve onun "yaşam tarzı" güvenlikte olduktan sonra?

Dünyanın dört bir yerinde, El Salvador'da, Şili'de, Nikaragua'da, Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de, Türkiye -İran -Suriye'nin Kürt bölgesinde yapılmış olan ve dünyamızda halen birçok noktada yapılmakta olan şey nedir?

İkinci dünya savaşı boyunca Avrupa'da Naziler'in Yahudilere karşı, günümüzde Ruanda'da Hutular'ın Tutsiler'e karşı yaptığı neydi?

Ya benim şu minicik sivrisineklere yaptığım? Bana sorarsan yanıtım hazır: "Onlar benim yaşam tarzımı tehdit ediyor, ısırıyor, kaşındırıyor, ezmeyeyim de ne yapayım?" Ama bunu bir de sineklere soracak olsam, muhtemelen benimkiyle tezat teşkil eden bir yanıtları olurdu. Ben şimdilik sormamayı tercih ediyorum, rahatım söz konusu.

Neden? Çünkü insanım. Hı? İnsan. Ayrıcalıklı tür. Yaratılmışların en mübarek olanı. Danayı kuzuyu tavuğu yerim, sineği karafatmayı fareyi yemesem de öldürürüm. Güçlü olan da benim, kuralı koyan da; bu gezegende kimin kaç milyon yıldan beri var olduğundan bana ne?

İnsan gaddarlığı her coğrafyada ve her inanç sisteminde (o sistemin "öldürmeyiniz" diyen bilgelerine rağmen) cinayete eziyete zulmete hep aynı "bizden olan ve olmayan" kılıfını biçiyor. Hemhal olmak ve şefkat duygusuyla hareket etmek zaaf olarak görülüyor egemenlerin dünyasında.

O insan ki, ahlâkî dayanaklarını kökleri taa Hürmüz ve Ehrimen çatışmasına ve oradan mülhem tek tanrılı dinlere, oradan Armageddon teranesine, oradan Arnold Schwarzenegger'a, oradan ebemizin uyluk kemiğine kadar uzandırır ve "iyi" ile "kötü"yü bir çocuğun zihinsel düzeyine indirgeyerek şunca yüzyıl boyunca işlenmiş cinayetlere, katliamlara, insanın insana reva gördüğü zulme dayanak hazırlar. O insan ki, gaddarlığının ve körlüğünün sınırları çizilemez.

Hal böyle olunca, kendi hırsına, öfkesine, aç gözlülüğüne, talan etme, yağmalama, kan dökme ve kendisinden başka hiç kimseyi, hatta kendisini bile sevememe eğilimine her zaman kendince mucip sebepler bulacaktır "insan" denen bu acaip yaratık. Ve uğursuz taifesinin ileri sürdüğü yalan ne kadar saçma sapan olursa olsun, yine de buna inanacak çok sayıda ahmak çıkacaktır.

Hele bu uğursuzun adı ABD ise, Allah insanlığın yardımcısı olsun demek gerek. Dünyanın en büyük beyin yıkama cihazına sahip olan teşkilâttır çünkü ABD. Adına Hollywood derler bu cihazın, Batı kıyısındaki Los Angeles kentinde ikamet eder. Öyle güzel uyutur ki bu meret, uyuya uyuya ölür gidersin, gene de şikâyet edesin gelmez.

Böyle bir dünyada "sebze değilim, insanım" diyebilmenin yolu da bu hakire sorarsanız, zorla yatırıldığımız bu derin uykudan uyanmamıza bağlıdır. Uyandığımızda göreceğimiz manzara ne kadar ürkütücü olursa olsun, uyanmak. Ve zinde gözlerle seyreylemek alemi.

Uyanabilir miyiz acaba? Uyanmak ister miyiz?

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA