Patronsuz Medya

Erkek müsveddesi!

Necdet Şen - 15 Mayıs 2001  


Hani önceki yazılardan birinde de değinmiştim ya, ıvır zıvır konu başlıkları bulup, sonra da telefon defterlerine numaraları her nasılsa girmiş olan "meşhur" gevezelerden "görüş" alan ve böylece yazı yazma derdinden kurtulan acar dergicileri püskürtmek için akla karayı seçtiğime…

Bu hikâye de onlardan biri.

Allahın günü "zırr!" telefon. Neymiş, "göbek dansı hakkında ne düşünüyormuşum?" "Zırr!" telefon. Neymiş, "orgazm hakkındaki görüşlerim nelermiş?" "Zırr!" telefon. "Sevgilisi tarafından terk edilen kadınlar onu geri getirmek için ne yapmalıymış?"

Neyse ki muhabir fasulye pilâkinin dibini tutturduğu gün "dibi tutan tencerelerin nasıl temizlendiği" konusunda felsefî bir sohbet yapma önerisi almadım şu ana kadar.

Dediğim gibi, aslında garibim kendi hayatıyla ilgili hazır reçeteler peşinde. Utanmasa medyum Memiş'e gidecek de utanıyor. E, biz de zaten bir nevi medyatik falcılarız; orgazmı keşfeden ama henüz grafenberg noktasını deneyimleyemediği için kendini bedbaht hisseden tahsilli kadınların ve pazu yerine hislerini ikame etmiş janti erkeklerin alafranga üfürükçüsü…

Son kez telefon "zırr!" ettiğinde konu şuydu:

"Erkekler de şefkati keşfetti."

Yok yaa?

Bana ne?

- "Ayy, noolursun, bişiyler anlat!"

- "Ben anlamam."

- "Anlarsın anlarsııın! Ay, hadi lütfeen!"

Baktım olacak gibi değil, çünkü telefonun ucundaki ses alma aygıtına konuşmak da ayrı dert, sen "Nuri" diyorsun, o "Yuki" anlıyor, "demokles" diyorsun, "demokrasi" yazıyor, okuyan ne bilsin, senin kazlığın sanıyor. Muhabiri başımdan savmak için "tamam, ben bir şeyler yazar fakslarım" dedim.

- "Ayy, nooluuur, çabuk yaz, sayfalar erken bağlanıcak, tatile çıkıcam!"

Evet, tabii ki, tatil önemli. Gerçi ben en son ne zaman tatil yaptığımı unutmuştum, haftanın yedi günü çiz babam çiz, ama olsun, o tatili hak etmiş ben etmemişim demek.

Birazdan "zırrrr!" telefon…

- "Ay yazmadın mııı, hadi yazsanaaa, nooluuurr!"

Kurtuluş yok, aldım kâğıdı kalemi, o zamanlar bilgisayar yok, e mail hiç yok, oturdum tükenmez kalemle bir şeyler yazdım ve faksladım.

Ama kasten terbiyesiz ve zevzek şeyler yazdım ki bana kızsın da telefon numaramı defterinden silsin diye.

Sonra unuttum konuyu. Hakikaten de aramadılar bir daha.

* * *

Ama bir ay sonra, arkadaşlardan biri o dergiyi "tüh rezil!" diyerek suratıma doğru sallayınca, önce ne olduğunu pek anlamadımsa da gözüme sokulan sayfaya bakınca durumu kavradım.

Bizimkiler o ayıp yazıyı da basmış.

Oturdum okudum yediğim herzeyi. Buyurunuz, hep beraber göz gezdirelim:

Necdet Şen: Yoksa ben erkek müsveddesi miyim?

Karikatürist Necdet Şen şefkat konusunda çok dertli! Bu nedenle içini Güniz Abla'ya döktü! Hem de başka bir isimle, İbrahim Özerkek olarak… Şaka bir yana, Şen'in esprileri, pek çok erkek için gerçeğin ta kendisi…

Sevgili Güniz Ablacığım…

Benim çok büyük bir derdim var. Birlikte olduğum kadınlar hep benden şefkat bekliyor. Ben de elimden geldiğince gösteriyorum. Bazıları memnun kalıyor; bazıları kalmıyor; bu onların sorunu. Bilâkis, benim sorunum başka. Ben de onlardan şefkat bekliyorum. Ama bunu söyleyemiyorum.

Benim de zayıf yanlarım, üzüntülü anlarım, birinin kollarına sığınma ihtiyacım olamaz mı? Yani ben Rambo muyum? Korkamaz mıyım hiç?

Bazen sevgilim üşür; ceketimi çıkarıp ona giydiririm. Belki de o anda ben daha çok üşüyorumdur. Ama bunu söyleyemem, bana yakışmaz.

Bazen sevgilimin beni kollarında yatağa kadar götürmesini arzularım. Hadi buna gücü yetmez diyelim, ama beni sırt üstü yatırıp, boynumdan, ensemden, meme uçlarımdan öperek yavaş yavaş soymayı da mı beceremez? Benim de bazı erojen yerlerim var ama söyleyemiyorum. "Sen ibne misin İbrahim" diye sormalarından korkuyorum. (Değilimdir inşallah.)

Zaman zaman ağlamak, yakınmak, nazlanmak istiyorum. Sokaktaki pis suratlı, küfürcü, kıllı heriflerden çok korkuyorum. Acıkıyorum, yoruluyorum, üşüyorum. Sesimi kalınlaştırmaya çalışmaktan, oturup kalkarken, yürürken, heybetli bir eda takınmaktan yorgun düşüyorum.

Sevdiğim kadının "sesin ne kadar da ince İbrahim… Ellerin de kadın eli gibi… Bu ne kadar ufak penis; senden önceki sevgiliminki nah bu kadardı… Vücudunda da hiç kıl yokmuş…" gibi şeyler söylemesinden de ödüm kopuyor. Bazen küçük bir çocuk olduğum, annemle babamın elimden tutup gezdirdikleri, beni banyoda yıkadıkları, uyuya kaldığımda sırtlarında taşıdıkları günleri öyle özlüyorum ki anlatamam.

Gerçek olmasa bile, çok yakışıklı olduğumun söylenmesini, yanaklarımdan makas alınmasını, otururken sırtıma yastık konmasını, bana "bebeğim, minnoşum, civcivim" diye hitap edilmesini çok arzuluyorum.

Geçen gün bu arzularımı karıma açmayı denediğimde "sus İbrahim, çocuklar duyarsa sana saygıları filân kalmaz" diye lâfımı ağzıma tıktı.

Kafamı şefkatengiz bir kadının kocaman memeleri arasına gömüp mayışmak istiyorum.

Ablacığım, yoksa ben erkek müsveddesi miyim? Bir boka yaramam mı? Noolur, bu konuda bir akıl öğretin. Ellerinizden öperim canım ablacığım. Baki selâm.

İbrahim Özerkek

Ateşim var suyum var
His dolu bir kuyum var
Gerçi erkeğim ama,
Yumuşak bir huyum var."

Mevzu böyle bitiyor. Yani benim yazıyı en sona koymuş haspalar. Ne yapsak kurtulamıyoruz bedavacılardan; biz döktürüyoruz, onlar maaş alıyor. Bir de millete dert anlatmak cabası.

Ama asıl facia ondan sonra başladı. Arkadaşlara bir şekilde anlatabildik bunun benimle ilgisinin olmadığını, mizahi yazı olduğunu. Lâkin…

* * *

Gel zaman git zaman…

Haa, o vakitler para kazandığımız için ayrı evde oturuyoruz, ama arada sırada da olsa, hain evlât ökkeşliğe ara verip, iki adım ötede oturduğu halde ziyaretine gitmediğimiz valdeye bir telefon sarkıtıp "nasılsın iyi misin, hadi eyvallah" falan diyoruz gene de.

Fakat, Nimet hanımın sesi o aralar bir tuhaf çıkıyor. Her zamanki konuşkan kadın sanki melankoliye kapılmış gibi durgun ve isteksiz açıyor ağzını. "Ne oldu?" diye soruyorum, "yok bi şey" diyor.

Başka bir gün gene arıyorum, gene aynı durgun ses tonu, konuşmaya isteksiz tavır. Üç beş yedi derken "ne oluyor yahu, biri mi öldü?" diye sorma ihtiyacı hissettim. "Yoo" dedi gene aynı keyifsiz ses tonuyla. "Hasta falan mısın?" dedim, gene "yoo, iyiyim Allah'a şükür" dedi. "Başkası mı hasta? Aileden biri ya da arkadaşın?" diye soracak oldum, gene "yooo" dedi.

Sonunda tepem attı, "açık konuş, neye bozuldun?" diye sordum sertçe. Gene "yoo, moo" demeye hazırlanıyordu ki, daha da ciddileştim, tam kapatacakken döktü eteğindeki taşı:

- "Sen! Nasıl yaparsın bunu?"

- "Neyi nasıl? Ne yapmışım?"

Boğazına düğümlenen hıçkırığın etkisiyle sesi çatallaştı:

- "Benim oğlum öyle biri olamaz!"

- "Ne olamaz?"

Kadının sesi feci. Zaten "üzgün bakan anne" rolü diye bir oyunculuk türü olsa bizimki Oskar'a aday gösterilir. Ama bu kez sahiden üzülüyor belli ki. Sesi felâket.

- "Sen şu son zamanlarda herhangi bir mecmuaya beyanat verdin mi?" dedi.

- "Yoo."

Çoktan unutmuşum o saçmalığı.

- "İnkâr etme, vermişsin!" diye ısrar etti. Ben hâlâ "Yok yahu" diye diretiyorum…

Derken küt diye hatırladım.

- "Haaa, şu Kadınca'daki yazıyı mı kastediyorsun?" dedim.

Patladı:

- "Oğlum! Nasıl yaparsın bunu? Homo momo bilmem ne olduğunu söylemişsin! Üstelik de vücudunun mahrem yerleriyle ilgili olmadık açıklamalar yapmışsın!"

Güldüm. Ben gülünce daha da sinirlendi:

- "Gülme! Sen beni kalpten öldürmek mi istiyorsun? Bizim şerefimiz, haysiyetimiz ne olacak? Hem sen ne münasebetle homo momo bilmem ne oluyormuşsun, üstelik de oranın çok küçük olduğuna dair lâflar ediyormuşsun? İnsan öyle olsa bile söylemez bunları!"

Baktım kadın sahiden kahroluyor, sakin sakin anlattım yakamdan düşmeyen demeç (beleş yazar) dergiciliğini, niyetimin onları başımdan atmak için kasten çok densiz edepsiz bir mizah yazısı yazıp utandırmak ve adımı defterden sildirtmek olduğunu…

Konuşmam bitince telefonun öteki ucundan derin bir "ohhh!" sesi geldi.

Sonra ekledi:

- "Ben burada on gündür ölüp ölüp diriliyorum… Oh Allahım sana şükürler olsun! Yeniden doğmuş gibiyim!"

- "Sen ne diyorsun anne?" dedim, "senin oğlun extra kalite erkek…"

Birden sustum. Böyle şeyler annelere anlatılmaz. Daha doğrusu, hiç kimseye anlatılmaz da, anneye babaya hiç anlatılmaz. Biz hepimiz onların gözünde ölene kadar sabi sübyanız. Bırak öyle bilsinler.

Ama dayanamayıp sıkıştırdım, bunu ona kimin anlattığını öğrenmek için. Ser verdi sır vermedi. Biliyor huyumu.

Çok sonraları öğrendim ispiyoncunun kimliğini: Yaşını başını almış yakın bir akraba.

Açmış telefonu, "senin oğlun hem ibneymiş hem de kuşu ufakmış, dergide öyle yazıyor" demiş. Kadıncağız "olmaz öyle şey" deyince de yazının -sadece- o kısımlarını okumuş telefonda. Bunu artık hırtlığından mı yapmış kazlığından mı, bilemiyorum. Soramazsın ki o yaştaki bir hıyar ağasına.

* * *

O gün bir kez daha anladım ki, hısım akraba denen lüzumsuz kalabalık, ne kadar uzak olursa o kadar iyi.

Ve ayrıca şunu da anladım ki, meramını ne kadar tumturaklı anlatırsan anlat, budalanın karşısında savunmasızsın.

O gün bu gündür bıraktım sarhoşun kolunu; varsın yıkılana kadar yürüsün.

Yanlış anlamak isteyen varsa buyursun ne anlamak istiyorsa onu anlasın.

Yalnızlıkta karar kılmış bir adamı cezalandıracak manevî otorite türü henüz icat edilmedi.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

94
Derkenar'da     Google'da   ARA