Patronsuz Medya

Beş yüzyıllık palavranın sonu

Necdet Şen - 11 Eylül 2015  


Çocuğun adını doğru koysak mı? İlle de benzetmelerle konuşacağız diye şu an yaşananları 90'lı ya da 70'li yıllara benzetme yanlışına düşmesek…

O yıllara dönmüyoruz. Çünkü zaten oradaydık. Devlet'in topluma karşı işlediği suçlardan hangisinin hesabı sorulabildi şu ana kadar?

Nedir peki bugün olan biten?

Özensizce yazılmış bir "mas-kom-yah" tiyatrosunun hazin finalini izliyoruz. Salondan ve sokaktan yükselen "yuuh" sesleri, talan kumpanyasının zaten bozuk olan kimyasını daha da bozuyor.

* * *

Onların dedelerinin dedeleri Batı'dan dünyaya yayılan modernleşmeye karşı ilk günden itibaren cephe almış, anlayamadıkları, anlamaya da yanaşmadıkları bu dünya tasavvuru karşısında yenilgi üstüne yenilgi yaşamışlardı. Modernizmin tüm kurumlarına karşı eziklik ve husumet üzerine kurulu dünyalarında, içe kapanmaktan ve nefretten medet umarak bu günlere geldiler.

Kapitalist sistemin halihazırdaki sıkışıklığında acaba bunalımdan çıkış için bir alternatif olabilir mi diye bir şans daha tanındı gene de. İyi softalık kötü softalığı kovacak, çatışmacı siyasetin yerini büyük patron adına racon kesme siyaseti alacaktı.

Küresel finans kapitalin müzminleşen kabızlığını, İslam inancını ehlileştirip kendi bünyesine entegre ederek aşmak niyetiyle ortaya atılmış bir formüldü bu. Tutmadı, fos çıktı. Orta Doğu'nun hasta bünyesinin bu yolla da sağaltılamayacağı ve bu coğrafyanın fanatik siyasetçisiyle kelimelere aynı anlamı atfetmenin, aynı dili konuşmanın mümkün olamayacağı Batı'da anlaşıldı. Yüzyıllardır masalsı bir kültür havzasından beslenmekte olan bu akımların önderlerinin insanlığa vaad edebilecekleri hiç bir makul ütopya olmadığının da ayan beyan farkına varılınca öküz öldü ortaklık bozuldu. Bir daha şans tanınmamak üzere sahneden itilip uygar dünyanın dış çeperlerindeki eski yerine çekilecekleri örseleyici sürecin başlangıcındayız şimdi. İçimiz darala darala buna tanıklık ediyoruz.

Böbrekteki kum tanecikleri bile acıtmadan düşmezken, böyle derin bir altüst oluşu bulutsu bir yumuşaklıkta yaşayacağımızı da ümit edemeyiz her halde.

* * *

Daha yerel bir perspektiften bakarsak, beş buçuk asırdan bu yana çürümekte olan bir ağaç gürültüyle devriliyor. Altında kalır mıyız belli değil.

İflah olmaz iyimserliğimle, bizde şeytan tüyü var, bu vartayı da atlatırız diye düşünmeye meyletsem de, Osmanlı'da oyunun çok olduğunu unutmamaya çalışıyorum.

Bu yasalarla, bu kafa yapısıyla, bu devlet şemasıyla gerçek bir demokratik düzen ummak hayal. Sorunları çivi, devleti de çekiç olarak gören zihniyetimizi topyekûn değiştirmedikçe, mehteran bölüğü gibi dura kalka yürürüz biz bu yolu.

Gerçi şu an iktidarda "dayakçı başkan" değil de bir başkası olsa, anamızı ağlatan neoliberal politikalar değilse de, belki üslup ve istimal kısmında bir şeyler değişebilir. Kötünün iyisi olarak, buna şükür dedirtecek bir seçenektir. Küresel oyun kurucular karşısında daha yumuşak başlı ve uzlaşmaya açık davranabilen, gemiyi ülkenin başını belâlara sokmadan suhuletle yüzdürebilecek şeceresi temiz, mazbut ve munis biri gelir, sokak ortasında vatandaş, kapalı kapılar arkasında vekil dövmez, sakin sakin konuşur, iğrençleşmez, biz de işimize gücümüze bakarız.

Tabii bizim memlekette sağ ve sol, demokrat ve despot kavramlarının epeyce muğlâk ve geçişken bir karakter taşıdığını, kutudan çıkanın kullanma kılavuzunda yazılanlarla pek uyuşmadığını akılda tutmakta yarar var.

* * *

Çöken şeyin ne olduğu konusuna dönersek…

İdris Küçükömer, "Düzenin Yabancılaşması" adındaki eserinde, modernleşmeye direndiği için ocağına incir dikilen yeniçerinin hayatta kalanlarının yeraltına çekilmiş olabileceğini, tekkelerde zaviyelerde tarikatlarda falan varlığını sürdürerek bugünkü İslamcı geleneğin nüvesini o zamanlarda oluşturmuş olabileceğini düşünüp yazmıştı kırk altı yıl önce. Orada da kalmamış ve "bizim memlekette geleneksel tanımıyla bir sağ-sol karşıtlığı yoktur, bu ayrım ezbere dayalı yapay bir ayrım olup, esas yarılma islâmcılar ile modernleşme yanlıları eksenindedir" demişti.

Türkiye'nin modernleşme serüvenini kimisi Atatürk'le, biraz daha kitap tozu yutmuşları İkinci Mahmud ile, hatta bu uğurda kelleyi veren Üçüncü Selim ile başlatır ya, ben eli daha da yükseltip Fatih Sultan Mehmed Han efendimizin Bizans surlarını yıkıp zapt ettiği yıl olan 1453'le başlatayım, fikir jimnastiği olsun.

Neden diye sual eden olursa, kısaca şu şekilde izah ederim: O vakte değin tamamen doğulu ve İslami gelenekle çekip çevirilen Osmanlı, o tarihten sonra ganimet diye el koyduğu Bizans devlet geleneğini kendi sistemine entegre edip, eskisinden daha batılı -ve daha melez- bir yönetim tarzıyla yoluna devam ediyor. Bu aslında ilerleme. Faytonun önüne ikinci ve daha iri bir at koşmak gibi. Ama bunu hazmedemeyenler de var, ne yapacaksın?

"Bu da soru mu, başını ezersin olur biter" diyecekler çıkabilir. Ama ahali dediğin ezmekle bitmiyor işte. Tavşan gibi ürüyor. Ezilen her baş, sessiz sedasız yeraltına sızıp yarasını orada sağaltmaya çalışıyor. Onun soyu sopu çoluğu çombalağı da kuşaklar boyunca "gün olur devran döner" ninnisini dinleyerek büyüyor.

Ve o ninni her okunuşta biraz daha masalsılaşıyor, çocuksulaşıyor, gerçeğin yerine hasret kalınanın imgesini koyuyor.

Bu akıllar eninde sonunda hayatın gerçeğine toslayıveriyor. Ama kuşaklar boyunca üstüne kat kat cila çekilmiş çocuksu meselleri geviş getirircesine çiğneyerek büyümüş, bu palavralarla akla izana yer bırakmayacak kadar zihnini doldurmuş insanların kudret esrikliği öyle kolayca tedavi edilemiyor.

Kendisine biraz edep erkân, biraz uzak görüşlülük katacak her türlü bilgiyi daha en baştan düşmanlaştırıp kulağını tıkamış olanların devlet yönetme şekli de "çarparım ağzına" seviyesinden yukarıya çıkamıyor.

Aklı yüksek siyasete ermez basit bir tarım işçisi olarak terimi silip bağrımı poyrazda serinletirken "ulan bu ne mene hastalıklı bir garezmiş ki, şu softa sürüsü kuran kursunda ezber ettiği üç beş safsatayla dünyaya racon kesebileceğini zannedecek kadar kof ve haddini bilmez olup bu cehaletiyle onca zaman barışık yaşayabilsin, içinde doğup büyüdüğü gettonun ısıtıp ısıtıp gevelediği üç beş meseli hayatın gerçeği zannedebilsin ve bu kofluğuyla en yukarılara kadar tırmanıp kendi fezahatini herkesin kıyameti yapabilsin" diyorum.

Ama oluyor işte.

Hazret, asırlar boyunca "biz var ya biz, vallahül azim cihana bedeliz" neviinden palavraları hıfz etmiş moloz bir kalabalığın içinde hayata gözünü açmış. Ve bak şu talihin işine ki, sosyolojiyi elinin tersiyle itip o kof palavralarla eski saltanatın çöpe atılmış en köhne versiyonunu ihya edebileceği ham hayalini bir süreliğine de olsa devlet politikası yapabilmiş.

Ama tabii siyasetin gerçeği van minüt efelenmeleriyle yürümüyor. Büyüklük de tüyü bitmemiş yetimin nafakasıyla kendine ziggurat yaptırtarak olmuyor. Gâvurun icat ettiği telefona "evdeki paraları sıfırla" diye fısıldayarak hiç olmuyor.

Olunsa olunsa, gölgesinden tırsan, beş bin kişilik muhafız ordusu olmadan sokağa çıkamayan, rüzgârın fısıltısını, arının vızıltısını yüce varlığına yönelik komplonun parçası gibi görüp kaynağında ezmek gibi nafile uğraşların döngüsüne sokuyor.

* * *

Ne var ki her musibette bir hayır olduğunu söyler eskiler.

Peki buradaki hayır nedir?

Bence şudur: Asırlar öncesine tarihlendirilebilecek gözden düşme ve aşağılık kompleksinin etkisiyle aklını dünyanın uçsuz bucaksız bilgi alışverişine kapatan, dogmadan kâinata hükmetme rehberi yapabileceğine kendini inandırmış kavruk taşra insanının ağzında çiğnene çiğnene küspeleşmiş dünya tasavvurunun son demlerine göz ve izan misafiri oluyoruz.

Büyük iddialarla uluslar arası jürinin karşısına dikilip, marifet sergileyeyim derken, becere becere kelle kesene arka çıkma, devlet hazinesine kalk gidelim deyip evine yığma, kafede oturan genci sigara içiyor diye azarlama, toprak altında gömülmekten vardiya farkıyla kurtulmuş yoksulu market raflarının arasına sıkıştırıp dövme, ağzını her açışta sağduyu sahibi herkesin yüzünü kızartacak çiğlikte lâflar etme gibi talihsiz bir performans çıkıyor.

Zavallı. Daha da çağırırlar mı seni Davos'a?

Ne çok şey gördük değil mi şu kısacık zaman aralığında. Hem kendi efsanesini hem de halklarının bir oh diyebilme fırsatını bozuk para gibi harcayan çapsız ve muhteris tiplerin demokrasi denen gâvur icadı arabayı teker tokmak şarampole yuvarlayışlarına tanık olduk. Bir tükenişin hikâyesini bize göre yavaş, tarih babaya göre hızlandırılmış çekimle izledik.

Katmerlenmiş mağlubiyetin ahmaklaştırdığı "dindar ve kindar" kitlelerin asırlardır hayalini kurdukları "asrı saadet reloaded" senaryosunu satabilecekleri hiç bir patron kalmadı piyasada. Fırsat kaçtı, feci çuvalladılar.

Ne çok şeye tanık olduk şu üç beş yılda. Saçları civciv sarısına boyalı lâik ablaların densiz üslubunda içkin muhayyel mağduriyetlerinden başka malzemesi yoktu hacıların. Artık o da yok. Bir yerlerden kopya çekilerek kotarılmış fantastik "ümmet" senaryolarının küresel yapım şirketlerinden tersyüz edilip on yıl gibi kısa bir zaman içinde tarihin çöplüğüne fırlatıldığını gördük. Iskartaya çıkarıldı, envanterden düşülme aşamasında şimdi bu ham hayal.

Bu aralar hayatımızı ve gündemimizi karartan bütün o hiddet ve celâdet, bütün o "ezerim ulan" efelenmeleri, kendi ülkesinin kasabalarını ve vadilerini falan zapt etmeler işte bunun tezahürü. Devlet elbisesi üzerlerine bol geldi, alemin maskarası oldular.

Dağdaki gerilla demir leblebi. Güçleri anca evinin kapısında ip atlayan sabilere yetiyor. O kadar acınası durumdalar.

Yorumlar

Yazıyı geçirdiğimiz günlere dair bir kayıt olarak okudum. Aynı şekilde baktığımız yerler var, farklı baktığımız yerler var. Benim yüzyıllık ağaç devrilmesi gibi bir beklentim yok meselâ. Sadece "Almanlar yenildi biz de yenik sayıldık" cümlesi gibi, "Ortadoğu değişirken değneği boklu tarafından tutuverdik" cümlesi var aklımda. Ülkedeki İslamcı-Modern kapışmasına el hak katılmakla birlikte kimin nerede nasıl durduğu ve davranış olarak en müslimin en lâik gibi tepki verebildiği zamanlardayız.

Benim kısa aklım 2009'dan sonra hayatının gidişi değişen (anne kaybı ve ardından gelen menhus hastalık) bir adamı net görüyor. Gezi ve 17 Aralık sonrasında ise "kötü bir sırra vakıf olmuş" kişilerin kızgınlığı üzerimize saçılıyor. Müttefik NATO ve ABD'yi birinci ve ikinci düşman olarak gören bir topluluk ise nasıl bir anlayışsa kişiyi sevmeye devam ediyor. Uzun etmeyeyim, hislerim ciddi düşündüğü kız dul çıkan saf gencin hisleri gibi.

Ahmet Faruk Yağcı - 15 Eylül 2015 (15:14)

On susup bir yazmaktan kaynaklanan, çok şeyi tek yazıya sığdırma çabası, ister istemez en açık zihinli okurun bile farklı yorumlayabileceği sıkıştırılmış cümleler yazmaya zorluyor.

Yazıdaki "devrilen ağaç" metaforu herhangi bir siyasal sistemi ima etmiyor. Dindarlara lâf çakmak ya da -yanlış bir adlandırmayla- adına "laiklik" denen ithal nesneye arka çıkmak gibi bir muradı da yok. Olmayacak bir duayı anlatmak için kullanıldı.

Bilmem kaç asır önce indirilip "zinhar değişmeye" diye buyurulan göksel kitabı, bugünü çekip çevirmemizi mümkün kılan bir siyaset seti zannetme ve an be an değişen dünya karmaşasını anlama çabasının karşısına rakip diye "kelam-ı kadim"i koyma garabetini anlattığımı zannetmiştim. Demek becerememişim.

O zaman ben kenara çekileyim, sözü Ahmet İnsel alsın:

"Romantik siyasal söylem, bu ruhu mitolojik anlatıyla yaratmaya, bu yolla toplum var etmeye, kamuoyu oluşturmaya önem verir. Bu ruhu toplumun asli gücü olarak görür. Siyasal romantizm, akılcılığa karşı, millete, milli ruha, milli kimliğe vurgu yaparak, bir şahlanış özlemini tetikler ya da canlandırıp, yönlendirir. Bu mitolojik anlatının hamaset dozunun zaman içinde aşırılaşması kaçınılmazdır. Melankolinin, maziyi cennet olarak algılamanın ve fetih özleminin bileşkesinde yer alan bir siyasal söylem ve bir toplumsal tahayyül dünyasıdır bu."

Arzu eden yazının tamamını kaynağından okuyabilir. Tabii Cumhuriyet gene sansürlenmemişse…
Ahmet İnsel → Siyasal romantizm tehlikesi (Cumhuriyet)

Necdet Şen - 17 Eylül 2015 (11:49)

Yazıda murat edip de, sözün "biz-onlar" ekseninde bir yerlere konularak algılandığı kavgalı düşünce iklimimizde belki de ifade etmeyi pek beceremediğim meseleyi gayet güzel özetleyen şu sözleri de alıntılamak istedim:

"Sizin ümmet diye bir ideolojik yanılsama içine hapsetmeye çabaladığınız sosyolojik kavramın, milletin içini sınıflar, onların hareketleri, hareketlilikleri doldurur. Ekonomik sultanıza, ideolojik dayatmalarınıza, zorbalığınıza fazla güvenmeyin; ansızın değişir dünya. Geçmişten medet uman, tarihi bugüne taşımak gibi "anakronik" hayallerse yalnızca edebiyatta prim yapar; gerçek hayat, nesnel gerçeklerden güç alan ütopyalara değil, içi boş hayallere kapalıdır. Belki "vakit daha o vakit değil" diyorsunuzdur ama zaman hızla geçiyor sizin için."

Güray Öz - Hangi kapıdan girdiler (Cumhuriyet)

Necdet Şen - 14 Ekim 2015 (13:56)

Yukarıdaki yazının adeta mütemmim cüzü gibi okunacak bir yazıyı daha paylaşmak istedim:

"Kısaca belirtmek gerekirse post-İslâmizm, İslâmcılığın kapitalizmle barışık hale gelmesine işaret."

"Bu aşamada İslâmcılığın "kültürel" arzusu gerçekleşmiş ve din, dinsellik, dindarlık kamusal alanda alabildiğine görünürlük kazanmıştır. Ama ekonomi- politik bağlamda da kapitalizme teslim olunmuştur. Sistemin tüm yıkıcı, haksız, kirli, adaletsiz, vicdansız dinamikleri Müslüman kimliğiyle öne çıkanlar tarafından devralınmış ve sürdürülmektedir."

"Bu pozisyon, dinî-İslâmî kaidelere hassasiyet adına bazı pratiklerle meşrulaştırılarak komik bir "kapitalizmi helâlleştirme" ameliyesi de sergilenir: Faizsiz bankacılık, harem-selâmlık tatil beldeleri, haşema mayo, helâl kola, helâl şarap, helâl sex-shop gibi…"

Tayfun Atay - 'Post-mortem' İslâmcılık: AKP (Cumhuriyet)

Özetle, tarihin son birkaç yüzyıla damgasını vuran bu aşamasında, tüm dünyada adım adım egemen olan Batı kökenli uygulamaya karşı "bu günkünden daha yaşanılası yeni bir dünya" adına verilecek cevabın İslamcılık -veya herhangi bir göksel talimatname- olmadığı açık seçik ortaya çıkmıştır.

Dünyaya ütopya diye kakışlanmaya çalışılanın bal gibi distopya olduğu, tevil götürmeyecek biçimde görüldüğü ve anlaşıldığı için.

Örnek arayan varsa, AKP ve IŞİD gibi anahtar kelimeler yeterlidir sanırım.

Necdet Şen - 21 Ekim 2015 (13:18)

Enfes bir yazı. Ben 20 saniye ekranda gazeteci sıfatıyla saçmalayanlara dayanamazken her şeyi elinin tersiyle itip bu sirki bırakıp giden Necdet Şen evliya olmalı.

İlker Tortop - 4 Nisan 2023 (07:14)

Sevgili İlker Tortop, nasıl ki tavuğa yumurtladı, buluta serpiştirdi diye keramet atfetmiyorsak, aklından geçeni yazarak anlatana da öyle janjanlı payeler gerekmez. Evliyalık enbiyalık evlerden ırak olsun; ar ve namus şişesini taşa çalmak çok daha iyi.

Estağfur Ullah - 5 Nisan 2023 (20:45)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

75
Derkenar'da     Google'da   ARA