Patronsuz Medya

Matbuatta kabileler savaşı

Necdet Şen - 8 Mayıs 2008  


Geçen hafta iki farklı ülkeden "sapkınlık" haberleri medyada kendine yer buldu.

İlk haber Avusturya kaynaklıydı.

Josef Fritzl adında 73 yaşındaki aile babası, 24 yıl önce bodruma kilitlediği ve biri ölü yedi çocuk doğurttuğu kendi öz kızını seks kölesine dönüştürmüş, çocuklardan üçü bugüne değin hiç gün ışığına çıkmadan, dünyayı sadece televizyon ekranından seyrederek büyümüşlerdi.

Bir korku filmini andıran bu olay tüm dünyanın gündemine yerleşti ve halen tartışılıyor. Bir insanı vicdan duygusundan nasıl o derece yoksun olabileceği sorusuyla birlikte daha uzun süre tartışılacak gibi de görünüyor. Hayatın sırrını behemehal çözmek lâzım ya, kimileri buna ruhiyat ilmi açısından bakıp "marazî kişilikler" listesinden uygun bir modellle eşleştirmeyi deneyecek, kimileri de muhtemelen olayı sınıfsal temele oturtacak ve "kapitalizm budur, insanı yabancılaştırır" diyecek. Bunu Avrupa insanının nasıl tefessüh ettiğinin bir kanıtı olarak gören muhafazakârlar da çıkacak elbette.

* * *

Ne yaptın Hüseyin Emmi?

İkinci olay, cennet ülkemizin Mudanya ilçesinden geldi ve sadece kendi mıntıkamızda tartışma yarattı. Tabii ki bu tarz münazaraların ana teması olan "hangimizin dibi daha kara" bağlamında.

Yerel skandalımızın kahramanı Hüseyin Üzmez, 1952 yılında gazeteci Ahmet Emin Yalman'a altı kurşun sıktıktan sonra "öldü" diye bırakıp giden ve hayatının 10 yılını hapiste geçiren eski bir sabıkalı. Dışarı çıkınca tahsiline devam etmiş, serbest avukat olmuş, geçtiğimiz yıllarda, kendisinden 40 yaş genç bir hanımefendiyle yaptığı izdivaçla ve sonra daha da genç bir başka hanımefendiyle yaşadığı gizli kapaklı aşkın romanını yazmasıyla gündemi biraz işgal etmiş nev-î şahsına münhasır bir beyefendi. Bir çeşit karikatür kahramanını andırdığı da söylenebilir. 78 yılda zor şer biriktirebildiği birkaç tel bıyığı ve ucu yukarı doğru kıvrık yarısı gitmiş sol kaşıyla, hafiften korkutucu bir çehreye sahip.

"Katli vacip bir kâfire" yönelik o eski infaz girişiminden menkul karizmasından mıdır, Bal Mahmut tadındaki sohbetlerinden mi bilinmez, muhafazakâr çevrede pek sevilen ve toz kondurulmak istenmeyen bir kişiye benziyor. Aynı zamanda, gerek gençliğindeki bu "destansı" girişimi için açık bir nedamet getirmeyişi, gerekse televizyon programlarındaki paldır küldür tavrı, onu ciddiyet iddiası olmayan programcılar için gayet renkli bir konuk yapmış gibi.

Avusturyalı Fritzl ve Türkiyeli Hüseyin. Sapkınlık suçlamasıyla tutuklanan her iki skandal kahramanın yaşlarının 73 ve 78 oluşu, bu ilerlemiş yaşlarıyla tezat oluşturduğu aşikâr cinsel iştahları, mevzuyu daha da ilgi çekici kılan ortak noktalar.

Suç ve ceza konusunda nihaî kararı tabii ki bağımsız yargı verecek. Bahse konu yerel skandal kahramanının şahsına isnat edilen suçu işleyip işlemediği, bu yazının kapsama alanına girmiyor. Esas ilgilendiğimiz konu, başta zanlının köşe yazarlığı yaptığı Vakit olmak üzere, bir kısım matbuatın bu olay vesilesiyle düştüğü "tartışmalı pozisyon."

Bakalım, bu pozisyon, kale önünde yapılmaması gereken yedi kusurlu hareketten birine giriyor mu?

* * *

İyilik ve Kötülük

Biliriz ki, iyilik de kötülük de insana özgüdür. Hepimizin, içimizdeki Hayvan'la içimizdeki Toplum'un çatışmasının arasında kalıp bunaldığımız, birilerine diş bilediğimiz, başka birilerinin hakkını yediğimiz, günahını aldığımız, kalbini kırdığımız, başkalarının mutsuzluğuna içten içe "oh" çektiğimiz zamanlarımız olmuştur.

En azından ergenlik çağında, kasıklarımızı zorlayan hormonlarla ayıplanma duygusu altında gidip geldiğimiz ve sonunda ortada bir yerde karar kıldığımız günlerimiz vardır.

Yaşımız kaç olursa olsun, "gönül" denen varlığın hep genç kaldığını öğrenmişizdir belki hayatımızın bir aşamasında.

Belki Vladimir Nobokov'un Lolita'sını bir ahlâkçının zaviyesinden değil de romanın kahramanı Humpert Humpert'in ense kökünden, onu anlamaya çalışarak okumuşuzdur.

"İnsana dair ne varsa insancadır" demiş ve bağışlamışızdır belki en korkunç suçları bile.

Üzerine şarjör boşaltan liseli genci mahpus damında ziyaret edip kitabını hediye eden ve "oku bunu ve hâlâ gebertilesi biri olduğuma inanıyorsan, görevini çıkınca tamamlarsın" diyebilen insanlar da çıkmıştır belki aramızdan.

Dünya bu; çeşit çeşit karakter var üzerinde.

* * *

Mutlak doğru - mutlak yanlış

Biz sıradan insanlar, bir başkasını yargılayıp mahkûm edebilecek kadar temiz olduğumuzu söyleyebilecek durumda mıyız, bilemiyorum. Yargıçlar, mahkemeler var, suçu ve cezayı kamu vicdanı adına tartmak için.

Birbirine hiç benzemeyen fikirlerle ve bambaşka yaradılış özelliğiyle donanmış altı milyar insan yaşıyor yeryüzünde. Bir insanın yaptığı eylem, ne kadar doğru ya da ne kadar yanlış olursa olsun, bu eylemin ahlâkî yükü sadece kendisini bağlar. Çocuk ebeveyninin, cami imamın, kışla komutanın suçuyla kirlenmez. Bizimle aynı dünya görüşünü ya da aynı safı paylaşan insanların işledikleri kabahatler, bu ortak payda üzerinden bizi de kirletmez.

Ama öyle bir geleneğimiz var ki, bizi bize düşürür.

Her olayda bir "mutlak doğru" bir de "mutlak yanlış" ararız.

"Enel Hâk" dedi diye Hallac-ı Mansur'u tuttuk ateşe attık biz.

"Nazım yıkanmaktan pek hoşlanmazdı" dedi diye yılların komünisti Zekeriya Sertel'i faşistlikle suçladık.

Şimdi artık kapıcıların bile tenezzül etmediği Maltepe sigarasını içiyor oluşu, 70'li yıllarda Cem Karaca'nın "sahte solcu" olduğunun kanıtıydı.

Çizgi romandaki "devrimci bacı" 200 küsur gün süren tefrikanın bir karesinde öpüştü diye, devrim adına gazeteyi basıp, çizgi romancıya tehditler savuranlar oldu.

Günün birinde kabilenin kahramanı, torunu yaşındaki kıza musallat olduğu suçuyla tutuklanıp kodesi boylayınca paniğe kapılıp, gösterilen noktaya değil, parmağa odaklandık.

Çünkü bizim kabile -hangisiyse artık- topyekûn sütten çıkmış ak kaşıktır. Kötülükleri hep o kartelci kâfirler ve onların imansız cemaati yapar.

Ya "vatansever"dir bir insan ya da "vatan haini." Bizim gibi düşünmeyen, mutlaka "satılmış"tır. Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığı, kız kısmının ondördüne gelince ya erde ya yerde olacağı ve hatun kişinin sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmemek gerektiği öğretildi bize.

Çürük bir tezin gürültüyle çöküşünü görmeye hazır olmadığımızdan, zora gelince kolayı seçen, minareye kılıf uydurma yoluna sapanlardanız.

* * *

Medyanın görevi

Kişilerin özel hayatları üzerinden skandal yayıncılığı yapmak, hedef seçilen kişi ya da zümre kim olursa olsun, etik açıdan tabii ki kusurludur. Ama bizi içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin doğru ve yansız biçimde haberdar etmesini beklediğimiz medyanın neyi nasıl işlediği kadar, neleri niçin görmezlikten geldiği de çok önemlidir.

Kamuoyu önünde görüş beyan edenlerin topluma vaaz ettikleri ahlâkî değerler, en başta kendilerini bağlar. Hiç bir ayıp, karşı tarafın sicilinin daha kabarık oluşu gibi gerekçeler öne sürülerek temize çıkartılamaz.

Bahse konu haber karşısında gösterdiği refleksle tartışmanın odağında yer alan Vakit gazetesinin "bizim içimizden biri asla yanlış iş yapmaz velev ki yapmış olsa bile, bu bize karşı düzenlenmiş bir komplodur" mealindeki savunmasının mizah dergileri için eşsiz bir malzeme oluşturduğu apaçık ortada. Böyle bir akıl yürütme, aslında kendisini çürütecek karşı tezi de altın tepside sunar:

"Velev ki bu bir komplo olsa bile, tutuklanmaya zemin teşkil eden sakalete karşı mesafeli durmak yerine türlü çeşitli lâfazanlıklarla konuyu saptırmaya çalışmak, basbayağı pişkinlik değil midir?"

Toplumun farklı kesimlerini kendi dünya algısı adına yargılayan, hatta yeri geldiğinde tepelemeyi bile caiz sayan bir anlayış, söz konusu kendi zaafları olunca bu kadar "esnek" olabilir mi?

* * *

Tartışmanın kalitesi

Üstelik sadece Vakit değil, bu olayı önemsiz bir ayrıntı gibi görüp arka sayfalarında ufacık spotlarla geçiştiren ya da hiç değinmeyen gazeteler de tarafsızlık ve samimiyet konusunda ciddi yaralar aldılar.

Çünkü bu tarz konular, aslında bizi bir toplum yapan ortak değerler açısından çok kritik hesaplaşmaları da içinde taşır. En muhafazakârından en modernine kadar her birey, bu tarz hesaplaşmaların muhtevasına bakarak "ben bu manzaranın neresindeyim?" sorusuna yanıt arar.

Seçilen -ya da öncüllerden devralınan- dünya görüşü, hısım akrabalık, yandaşlık, dava arkadaşlığı, insanı insan yapan değerlerin daha önüne konulduğunda, aslında aynı ilkesiz ve güce tapınan tavrın yarın öbür gün bunu seçenin de ayağına dolanacağını bilmek gerekir.

Olayın kahramanı olan beyfendinin camia içindeki saygınlığından daha önemli kriterler de vardır sanıyorum. Böyle bir haber yazı işleri masasına düştüğünde, hangi kanattan olursa olsun, gazetecinin önceliğinin, "öteki" diye tanımladığının hakkına saygı duyup duymama, iki yüzlülük, kadın bedeninin satın alınabilir bir nesneye dönüştürülmesi, çocuklara yönelik cinsel istismar, tartışma kalitesi, kanaat önderi olarak tanıdığımız kişilerin bize dayattıkları modelin içini özel yaşamlarında doldurup dolduramadıkları gibi konu başlıkları olması gerekirdi.

Ama görünen o ki, memleketimizin matbuatı, birbirine düşman kabilelerden oluşmuş bir sanayi öncesi toplumunun ölçütlerine göre saf saf konuşlanmış. Müttefik de hasım da gayet kalın hatlarla belirlenmiş. O kabileler ki, sadece "karşı taraf"ın açıklarına odaklanmış durumda, aportta bekliyor. Belki de mevcut ittifaklar zedelenmesin diye, vicdanları kanatan olaylara karşı bile sessiz kalınabiliyor.

* * *

"Kartel Medyası" ne demek?

Tekrarlana tekrarlana tiridi çıkmış popüler klişeler ve mantık oyunlarıyla her seferinde işin içinden sıyrılınabileceği gibi bir inanç yaygınlaşıp olağanlaşmış. Tartışma düzeyi ve öne sürülen gerekçeler bazen okuyanla alay edercesine ilkel.

Yine de bu ülkede, çok fazla olmasa da, her türlü kliğin, kabilenin, gruplaşmanın, aidiyet duygusunun uzağında durabilenler de yaşıyor. Onlar bugüne kadar ne "şeriat geliyor" palavrasına inandılar, ne de şimdi suçüstü yapılanların "bu işin arkasında Ergenekoncular var", "bu 28 Şubat benzeri bir komplo", "kartel medyasının oyunu", "ne yani, siz daha mı temizsiniz" türünden savunmalarına inanıyorlar.

Sadece "kartel medyası" sözü bile yeterince samimiyetsiz bir tanım değil mi? Karşısında en az kendisi kadar güçlü bir başka blok olan yayın grubuna "kartel" demek, buram buram demagoji kokmuyor mu?

Herhangi bir polemiği kaba saba sloganlar yoluyla sürdürmeyi denemek de, bu tartışmayı izleyen sessiz kalabalığın zekâsını ve sağduyusunu hafife almak demek olmuyor mu? Meydanlarda bağırılan tekerlemelerden ve sloganlardan daha inceliklisini okumaya hakkımız yok mu?

Ayrıca, bu "kartel" ya da her neyse, güçlü basın grubu, çirkin ve rencide edici bir yayıncılık yapıyorsa, bunu eleştirmenin en doğru biçimi, kendi hempası fenersiz yakalandığında "sizin hep yaptığınız şeyi bir kez de bizden biri yapsa ne olur" gibi özürü kabahatinden büyük bir savunma mı olmalıydı?

Dileriz ki, toplumda oluşan kanaat yanlış çıksın, bu yaşlı başlı kişi şahsına yöneltilen tüm suçlamadan aklansın ve ömrünün belki de son yıllarını böyle çirkin bir sıfatla damgalanmış biri olarak geçirmesin.

Ama ya hakkındaki iddialar sabit çıkarsa? "Tencere, dibin kara" diyenlere "seninki benden kara" demeden önce böyle bir ihtimali de hesaba katmak gerekmez mi?

Öyle bir ağız dalaşı ki, bunu "kim haklı?" diye izleyenlerin eline geçecek tek şey, ancak kafa karışıklığı ve utanma hissi olabilir.

Belki bir de "ben bu kadar lâubaliliğe müstehak mıyım?" sorusu.

Şahsen ben kendimi buna müstehak görmüyorum. Ülkemi de.

Basın sektöründeki bu omurgasız tutum devam ettikçe sonuçtan zarar gören, sadece "kartel" denen medya değil, tüm yazılı ve görsel basın olacak.

O zaman da tek sermayesi okurunun körü körüne bağımlılığı olan gazetelerden başlayarak matbuat hazretleri, bizim kuşak için anıya, yeni yetişen kuşaklar için de tarihten bir yaprağa dönüşecektir.

* * *

* İlk kez Star gazetesinin 4.05.2008 tarihli "Açık Görüş" ekinde yayınlandı.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

126
Derkenar'da     Google'da   ARA