Patronsuz Medya

Beyaz Türk

Necdet Şen - 7 Şubat 2002  


Paşa dedeler, konaklar, hizmetçiler, halayıklar, dadılar, hususî Fransızca ve keman dersleri, Yalova'da yazlıklar, balolar, madalyalar, asalet ünvanları, antika mobilyalar…

Osmanlı hâk ile yeksan olup da Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, o günün aristokrat sınıfı vaporlara doldurulup Vahidüddin Han ile birlikte Evropa'ya sürgüne mi gönderildi sanıyorsunuz mîrim?

No monşer. Onlar ekseriyetle burada kaldılar.

Kimileri uzak görüşlüydü, iktidarın el değiştirmekte olduğunu sezmiştiler, kimileri ise sırf helecandan, romantizmden, üçer beşer Millî Mücadele saflarına katıldılar.

Hatta Cumhuriyet'i de onlar kurdular. Her ne kadar ders kitapları başka türlü söylese de, Osmanlı'nın projesidir Cumhuriyet ve Batılılaşma.

Türk Memed ve Kürd Memo Çanakkale'de sıram sıram biçildi emperyalizmin mitralyözleriyle; ama paşa hazretlerinin rakı sofrasında onlar değil, Osmanlı sosyetesinden Yunus Nadi Bey'ler, Kılıç Ali Bey'ler, Celal ve İsmet Bey'ler yer aldı. Urganın ucunda kim sallandırılacak, kimler banka ve fabrika kuracak, kimler Ermeni matbaacıdan gasp (müsadere) edilen beleş matbaa ile "davayı" destekleyen ceride çıkaracak, bütün bunlara Haymana ovasında değil, Ankara'da, İstanbul'da, belki Termal'de karar verildi.

Aslına bakılırsa, bizatıhî Vahidüddin Han efendi hazretlerinin kendileri koyu bir Mustafa Kemal hayranı ve -belki- Millî Mücadele muhibbi idi, ama mevkî itibariyle Kuvvacı olma şansı yoktu; resmî tarih ona hain rolü biçmişti bir kere, anca giderdi, biz de ense tıraşını görürdük.

Cumhuriyet rejiminin değerlerini Cönk bayırında şehit olan yoksul Memed değil, omuzunda mermi taşıyan Anadolu kadını da değil, amele hamal çakal kunduracı tulumbacı hiç değil, Osmanlı'dan arta kalan Evropa aşığı seçkin azınlık belirledi.

Onlar Evropa'ya "medeniyyet" öğrensin diye yollanmış bir ırkın ahvadıydılar. Paris kafelerinde, Viyana üniversitelerinde, Berlin kışlalarında yontulup vatana geri döndüler. Ve buyurdular ki:

Batılılaşmalıyız!

Niye?

Çünkü Batı demek, "medeniyet" demektir.

Kim öğretti?

Batı.

* * *

Peki öyle mi sahiden?

Her köyde bir piyano mu "medeniyet" dediğimiz dalgametrenin kıstası?

Bir beyfendi tahayyül et. 1960'lı yıllarda cebinde yeşil dolarlar, takılıyor belgeselcilerin peşine, yoksulluktan geberen Afganistan'a gidiyor ve orada şımarık paşa torunu tavrıyla "ho ho ho, koskoca ülkede bir şişe kokakola yok, çocuklar daltaşak dolanıyor" diye alay ediyor. Akabinde işçi partisi milletvekili olarak meclise giriyor. Masonluk da cabası.

Oradan hapise. Oradan Turgut'un sofrasına. Oradan plaza ermişliğine. Güney Fransa'da tatile. Ama asla halkın arasına değil.

* * *

Bir başka efendi hazretleri daha tahayyül et. Çöreklendiği gazete köşesinden şeytana çarığını ters giydiriyor. Örneğin, millici bir subayın sergüzeştini yazıyor cilt cilt. Merak ediyorsun "her şey var da neden Ermeni tehciri yok" diye. Araştırınca görüyorsun ki, bizzat kendisi Ermeni asıllı ve bunu herkesten gizleme derdinde.

Neden?

Cumhur'da bir kıçlık yer kapacak; hesabı o. Aslını inkâr etmesi gerek bunun için. Simon dayıyı, Roz teyzeyi yok sayması gerek.

Yıllar sonra öğreniyorsun ki, "Aslanım Deniz, aslanım Mahir!" diye yazılar döktürüp, bir kuşağın Nurhak dağında, Kızıldere'de, darağaçlarında telef olmasına çanak tutan şeceresi karanlık herif, gün geliyor, MHP genel başkanına "dincilere karşı ittifak içinde olalım" diye yalakalık ediyor.

Nereden nereye? Trafik lâmbası gibi renkten renge giriyor Beyaz Türk. Değişmeyen tek özelliği, fitne ve fesat.

* * *

Osmanlı'yı batıran İttihat ve Terakki kafası, kılıktan kılığa girerek, kâh solcu, kâh milliyetçi, kâh liberal, kâh kemalist, kâh yanardöner; oldum olası bir sürü olarak gördüğü kara kafalı ahaliye her dönem yenilenen dahilî ve haricî bedhahlar yaratıyor.

Bir avuç ittihatçı kalıntısı ve onların birkaç on bin kişiyle sınırlı bağnaz takipçisi, bir ülkenin gündemini ve istikbalini ablukaya alıyor.

* * *

Ayak'lar ve Baş'lar

Bu ülkenin bir Beyaz Türk gerçeği vardır efendiler. Beyaz Türk bu ülkenin kamburu, çıbanı, baş belâsıdır.

Onlar kendi halkını ve o halkın değerlerini sevmezler. Çünkü onlar, tıpkı kendi kimliğinden utanıp, adını "Henry" diye değiştiren ve kafasında rölöve şapka, sırtında blazerle çarliston dansı yaparak kendini sahici Batılı zannetmeye çabalayan son Çin İmparatoru Pu-Yi'ye benzerler.

Anadolu halkları yakıcı güneşin, kavurucu soğuğun, açlığın, hastalığın pençesinde kıvranırken, payitahtta çöreklenmiş olan ve kendilerine bahşedilmiş imtiyazlar sanki damarlarındaki "asil" kanın tanrı tarafından gönderilmiş ödülüymüş gibi, tüm Anadolu'ya ve onun bin yıllık değerlerine mağrur nazarlar fırlatarak, balolarda, plajlarda, kokteyllerde ve dahi sıkıyönetim mahkemelerinde narsizmlerini kabarttılar onlar.

Papağanlar gibi besteci, yazar, film, rejisör, soprano, yemek adı ve terminoloji ezberlediler; ve sandılar ki, ne kadar malûmat biriktirirsen o kadar bilinçlisin.

İslâmiyet'i, hatta Budizm'i, Hinduizm'i, Tasavvuf'u, Asya'yı, Afrika'yı, tüm mazlum ülkeleri ve onların halklarını ve de o halkların değerlerini yok saydılar. Emperyalistin değerlerine sımsıkı sarılarak anti-emperyalist takılmayı becerebilen görülmemiş bir insan türü oluşturdular bu iki yüzlülükleriyle.

Bu ülkenin en dogmatik, en ezberci, en dar kafalı, en tahammülsüz kesimi oldukları halde kendilerinde nedense hep demokratlık ve bilimsellik vehmettiler.

Onlara göre biz, sırf ahmaklıktan tahılla beslenen ve kol kalınlığında bok sıçan bir barbarlar sürüsüydük. Sanki Viyana senin, Paris benim gezme tozma, fink atma şansımız vardı da, ilkelliğimizden Diyarbakır'da, Gümüşhane'de, Van'da yaşamayı seçmiştik.

Bize Sınıf Bilinci'ni öğretirken bile aşağılayarak ve "alt tabaka" olduğumuzu her fırsatta hatırlatarak yaptılar bunu.

Düzen değişecekti, ama onların ayrıcalıklı konumu değişmeyecekti. Padişah sofrasından kalkıp Mustafa Kemal sofrasına, oradan kalkıp Cemal Gürsel sofrasına, oradan kalkıp Turgut Özal sofrasına, oradan kalkıp…

Tek bir şartları vardı, kim gelirse gelsin, onlar hep orada olacaklardı.

Kimileri Çerkez bilmem ne paşanın torunuydu, kimileri bilmem kim hanedanının ipten kazıktan kurtulmuş son ferdi, kimileri padişahın taharetçibaşısının evlâtlığı. Ortak yönleri, bu toprağa ve bu halka yabancı oluşlarıydı. Besleme bir azınlıktılar. Yoksulluğu ve ezikliği hiç tanımamışlardı, ipleri kuşaklarına denk yaşamışlardı hep ve ilelebet öyle kalmalıydılar.

Gazeteler onların tekelindeydi, matbaalar, radyo istasyonları, subay gazinoları, lojmanlar, boğaz kıyıları, Moda burnu, Prens adaları, Nişantaşı, Beyoğlu, Suadiye; ve tüm mutena semtleri ve meyhaneleri İstanbul'un, onların dedelerine bahşedilmişti. Biz -ve ceddimiz- ancak kapıcı, boyacı, müsdahdem olarak girebilirdik bu köşklerin, konakların, kültür saraylarının kapılarından.

Demokrasiyi bile onlar lûtfetmişti, biz, yüzümüz tutup isteyememiştik.

Nasıl demokrasi isteyecektik ki kıçımızda don yokken?

Allah için, şövalye ruhluydu bazıları; lûtfettiler sosyalist oldular bizi "kurtarmak" için. Hapislerde yattılar. İşkence gördü çoğu. Çileler çektiler. Yoksullaştılar zamanla. Paşa eşraf ayan dedelerden kalan mal varlığını satıp savıp tükettiler. Çok bedel ödediler. Ama yine de değişmedi huyları; açlıktan nefesleri kokarken bile bizim "avam" kendilerinin "asil" olduklarını unutmadılar.

"Aaah! Ayaklar baş oldu, başlar ayak!" dediklerini duymaya başladık sık sık. "Ayak kim, baş kim?" sormaya utandık, sanki ayak olmayı biz seçmişiz gibi.

* * *

Dostlarımız, Mozart, Haydın, Çaykovski

Türkü sevmezler onlar, opera ve bale severler.

Halkı değil, "halkı kurtarma" fikrini severler.

Kendileri opera ve bale sevmekle kalmaz, aşağılaya aşağılaya bize de benimsetmeye çalışırlar bu tercihlerini.

Biliyor muydunuz bir vakitler İstanbul'da şehir hatları vapurlarının Kadıköy ile Köprü arasında devasa hoparlörlerden Ravel'in Bolero'sunu çala çala gidip geldiğini?

Bir zamanlar saz şairlerinin sazlarının jandarma marifetiyle kırıldığını biliyor muydunuz? Türkülerin yasaklandığını? Eski Taş plakların radyoevinin iç avlusunda çağdaşlık adına yakıldığını. Yükselen siyah dumanın Ankara semalarında dağılıp gittiğini.

Efendilerimiz, çekilesi kulağımızı "çağdaş" müziğe alıştıracaklardı.

Fikrimizi soran kimdi ki? Tanrılar bizi yontmaya karar vermişlerdi bir kez.

Ve onlar inanıyorlardı ki, hepimiz çok sesli müzik dinler, vals yapar, bilek kalınlığında değil de serçe parmak kalınlığında sıçarsak, uygar olacağız.

Bu konuda bizim ne düşündüğümüzün tabii ki hiç önemi yoktu.

Tanrımızla alay ederler, çünkü onlar Çağdaş'tır. Ama biz kendimiz gibi bir fanî olan Mustafa Kemal'i değil eleştirmek, onların emrettiği şiddette benimsemez ve övmezsek, ensemizde boza pişirirler.

Dedim ya, onlar çağdaş; biz kara kafalı kalabalık.

Çocuklarının adları genellikle Devrim, Cumhur, Ülkü falandır onların.

Bazı kelimeler var ki dillerine persenk ettikleri ve kolumuzu büke büke ezberletmeye çalıştıkları, işte o kelimeleri ne zaman işitsem Kinova gibi kafa derim kaşınıyor.

Çağdaş, Laik, Cumhuriyet, İrtica, Aydınlanma, Köy Enstitüsü, vb…

Bu kavramların kendisine değil, bunların üstünden yapılan demagojiye sinir oluyorum. Ne zaman sohbeti dönüp dolaştırıp, kendi icadı olan "irtica" evhamına getirse ve tezini kabul ettirmek için abansa, kan beynime sıçrıyor, inan olsun ki tepeleyesim geliyor.

Çünkü kendi halkını zenci gibi gören, onun, yeme içme alışkanlığından aksanına, türkülerine, örfüne, töresine, hatta yoksulluğundan mütevellit hırpaniliğine "ilkellik" damgasını vuran, Anadolu konusundaki ufku Pendik'ten öteye gidemeyen, kapıcısının oy verdiği partinin birinci parti oluşunu "irtica" diye adlandıran, kararname zoruyla mektepli kızlara şort giydirip, sonra da Batı efendi hazretlerine dönüp, "bakınız, çağdaşlaştık" diyebilen, hem emperyalistten aferin bekleyip hem de solcu-milliyetçi geçinen, inananların başörtüsünü bile "çağdaşlık" adına yasaklama hakkını kendinde bulabilen, zorba, saygısız, çiğ, tepeden inmeci ve şizofren bir insan türüdür Beyaz Türk.

"Harran'da Oksford vardı da biz mi okumadık?" diye soran İbo'yu çok daha sahici, onlardan daha inandırıcı buluyorum.

Kendi yabancılaşmasını topluma dipçik ya da demagoji zoruyla benimsetmeye çalışan ve bunu "gelişme" diye adlandıran bu yoz oligarşik kasta ve onun dayattığı kalıplara baş kaldırıyorum.

Gel Ciguli, benim güzel kardeşim, gel Müslüm, gel Kibariye, gel ağzıyla kuş tutsa kendini Beyaz Türk'e beğendiremeyen, linç edip unuttuğumuz Ahmet Kaya, gelin hepiniz, kara kafalı sefil halkın bağrına bastığı ayak takımı taifesi… Sizin kargacık burgacık türkülerinizde, eğitimsiz, detone sesinizde, rasgele notalarınızda kendi yalın hakikatimi buluyorum.

Yoksulluktan okuyamamış türkücüye "Mozart konser verse gider misin?" diye tuzaklı sorular soran kara yürekli çakallara yedirmem sizi.

Tamam, evimde hiç birinizin kaseti yok, ben Jethro Tull ve Deep Purple dinlemeyi yeğliyorum; ama en azından, bu köklerimden kopmuşluğumu sizin sahiciliğinizden üstün saymıyorum. Haddimi biliyorum.

Aslına bakarsanız, ben de bir Beyaz Türk'üm. Ve umarım doğru yolu bulurum.

Belki de bulamam. Böyle parçalanmış kalırım. Ama yine de o despotlara ezdirmem sizi.

O despotlar ki, dedelerine bahşedilmiş imtiyazları kendi erdemleri sanırlar.

Ve o despotlar ki, her daim muktedir kalabilmek adına kardeşi kardeşe kırdırabilirler.

Bir avuç şımarık, saygısız, kendini beğenmiş zıpırdan ibarettirler, kaç yaşına gelirlerse gelsinler, hep öyle kalırlar, koskoca toplumu kendilerine benzetmeye çalışır, bunu da devrimcilik sanırlar.

Beyaz Türk denir bunlara. Hiç bir halta yaramazlar patırtı çıkarmaktan başka.

Yorumlar

Merak ediyorum, 29 Nisan Pazar günü İstanbul Çağlayan meydanında toplananlar ne renk Türk? Acaba bu kalabalık 12 Eylül anayasasını protesto etmek için de toplanır mıydı?

Resul Gençay - 30 Nisan 2007

Protesto hakkımızı kullandık. Yaşama tarzımızı savunuyoruz. Demokrasi böyle bir şey değil midir? Ben istemiyorum başörtülü bir cumhurbaşkanı eşi. Bunda ne tuhaflık var yani? İran gibi mi olsun Türkiye?

Devrim A. - 6 Mayıs 2007

Keşke yaşam tarzımız 'diğerine tarzını yaşatmama' şeklinde olmasa. Kimileri için 'kendin olmak=İran gibi olmamak'. Kim bilir, kavramlara yüklediğimiz anlamlardır belki de sorgulanması gereken. 'demokrasi' gibi. 'kendin olmak' gibi vs

Ayşe - 8 Mayıs 2007

Sanırım ben de biraz Beyaz Türk'üm. Ama halkı kurtarmaktan çok insanı düşünen biri olma peşindeyim.

Meydanlara gelince… Bu galeyanın sebebi laiklik filân değil, EMEP başkanının dediği gibi "olmayan laikliğin" nesini korumaya çalışabilirsin ki? İnsanlar İran'a gitmeden çok-bilmişlik taslayabiliyorlar. Kavramlar anlamsızca havada uçuşuyor.

İnsanların mevcut düzendeki adaletsiz koşullardan şikâyetleri yok. Her tür tutarsızlık ve mantıksızlıklarla yaşayabiliyorlar. Öyle bir hava yaratılmış durumda ki, sanki bugün her şey normal, güzel, her şey olması gerektiği gibi. Ama Allah korusun Gül cumhurbaşkanı olursa birden kıyamet kopacak, mahvolacağız, Türkiye batacak. Cumhurbaşkanımızın eşinin türbanlı olduğunu el-aleme nasıl söyleriz, diğer milletlerden insanların yüzüne nasıl bakarız?

Böyle tuhaf bir zihniyet yayılıyor etrafa. Peki F-tipi cezaevlerine karşı olarak sadece bir kişi ölüm orucuna yatacağına bu milyonların sokağa dökülmesi gerekmez miydi asıl? Kim rahatsız oluyor böyle anti-insani bir uygulamadan? Şemdinli olayı için yürüyüşe çağrı yapılsa kaç kişi çıkardı meydanlara? Veya evinin önünde öldürülen, vücudundan 13 kurşun çıkmış bir çocuğa karşı kim duyarlı? Uğur Kaymaz'ın katillerinin beraatini protesto etmeye kaç kişi çıkar meydanlara? Somut zarar veren olaylara değil de nedense soyut kavramlar üzerinden yaratılan korkulara, paranoyalara daha çok prim veriyor insanlar.

Bunu görüyorum da… Ah bir de nedenini anlayabilsem!

Gülin - 11 Mayıs 2007

Neden baş örtüsü meselesi girdi mi işin içine hemen iran mevzu bahis oluyor anlamış değilim. Iran türkiyeden daha mı müslüman yoksa türkler islâmiyetle iranlılardan cok mu sonra tanışmışlar? Önemli olan başların örtülü olması değil. Beyinlerin örtülü olmaması. Bilmem katılır mısınız.

Ashigo - 11 Mayıs 2007

Devrim hanım, sizin demokrasi dediğiniz şey acaba, postal öpenlerin ve aynı postal sahiplerinin palazlandırdığı "gerici tehdide" karşı kendini tehlikede hissedenlerin, sınıf bilincinden yoksun, resmin tamamını ve asıl önemli kısmını göremeyen örgütsüz kitlelerin sonuçsuz kalmaya hatta mevcut sistemin sefaletini artırmaktan başka bir işe yaramayacak "sivil" kalkışması mıdır? Gerçek demokrasinin ne olduğunu biz o mitinglerin sınıf düşmanı olan 1 mayıs günü, İstanbul'da gördük ve yaşadık! Demokrasi havarisi ve "sivil" insiyatif şampiyonu olan sizler, acaba orada coplanan, dövülen, bizim paralarımızla alınmış ancak kullanılırken hiç bir tassarruf önleminin dikkate alınmadığı biber gazlarını çokça yutup bundan kalıcı zararlara uğrayan "sivillere" hiç üzüldünüz, ya da onların "demokratik" haklarının ihlâline karşı aynı duyarlılığı gösterdiniz mi?

Sidar Dağlı - 11 Mayıs 2007

Necdet Şen, ellerinden öperim. Daha söylenecek ne kaldı? Varsa onları da siz söyleyin.

Emre Baytar - 18 Aralık 2007 (15:32)

Bu yazının tarihsel boyutuyla bakarsak devamı olmalı lütfen yazınız. Çok rica ediyorum. Biraz daha günümüze daha açık olarak ışık tutsun. Teşekkürler…

Emre Baytar - 22 Ocak 2008 (10:49)

Yazıyı bir kez okudum, sonra hissi bir uyarı aldığım için olacak, Dire Straits'in "Where do you think you're going" parçası eşliğinde tekrar okudum. Evet sürekli bir şeylerden korkuyor ve nereye gideceğimizi bilemiyoruz. Korku filmlerinde yaşanan, kötü adamdan kaçarken, bilmeden asıl kötünün kucağına sığınma trajedisi olmasın bu durum?

Tarihimiz zorbalıklar, tepeden inmeciliklerle yazılmış. Kaçınılmaz olarak bu baskıyı ve tedirginliği yaşıyoruz bilinç altımızda. Bu yüzden, acemice kurgulanmış da olsa bize bir-iki ürkütücü sahne izlettirerek, o duygularımıza yeni baştan köle ediveriyorlar. Belki de o korku filmlerinde olduğu gibi, şu yukarıdaki tartışmalardır istenen.

Yoksa sadece bana mı öyle geliyor?

Ali Sedat Çetinkoz - 24 Ocak 2008 (15:18)

Ne derseniz deyin kendimizi kandırmayalım Necdet Şen Bey. Burada dünyanın öbür ucunda Los Angles'dan canım ülkemde olan bitenleri dehşetle izliyoruz hep birlikte Türkler olarak. Birbirinizi yiyip bitiriyosunuz güzelim topraklarda.

Hadi tamam batıyı örnek almayalım japonyayı alalım o zaman. Tepeden de inmesin bir şey. Aşağıdan bi şey geliyor mu alahaşkına?

Nedir bu tembellik, işgüzarlık, kültürsüzlük, sanatsızlık, eğitimsizlik. Bunlar uygarlık göstergeleridir batıda olsun, doğuda olsun, uzayda olsun. Nedir bu uygarlıkla alıp veremediğiniz? Tüm dünya mirası hepimizden bir parçadır. Artık harranı mı kalmış. İnternet var mı? Var! Bak ne güzel internette döktüryosun isteyince. Git bir türk sanatçımı keşfet lagaluga yapıcağına bizde bayıla bayıla alkışlayalım halkın bağrından çıkan sanatçımızı. Fatih Akın filmini yaptıda tüm dünya bayıla bayıla sinemalara gidip izlemedi mi halkım nasıl müzik yapıyomuş… Tutun birbirnizin bacağından dibe çekin iyice. Neyinize yarıycaksa.

Barış Manço - 27 Şubat 2008 (08:40)

Bu coğrafyada yaşayan herkes bir araya gelir bizi oluşturur. Yere sümküren hammal da kardeşimizdir, dağda keçileri güden çoban da, ter kokusundan yanına yaklaşılmayan garson da.

Bizim hayatımız onlarla çok sık kesişmez, onların eğlenceleri, konuşma şekilleri, birbirleriyle ilişkileri bizi rahatsız edebilir. Onlar da bizim yaşam tarzımıza alışamazlar, bir tablonun karşısında saatlerini geçirmezler, bir konserde öksürmeden 40 dakika mum gibi durmak onlara göre değildir.

Burada "mutlak doğru nedir, ne yapılmalıdır bu iş nasıl çözülmelidir" gibi kaygılar da abesle iştigaldir bence. Burada sadece bir durum vardır. Bu durumu olduğu gibi algılamak, bu realiteyi görmek, idrak etmek veya ağzından köpükler saçarak "bu millet adam olmaz, memleket elden gidiyor" edebiyatı yapmak herkesin kişisel tercihidir tabii.

Uygar olmak toplum içinde yaşamamızı kolaylaştıran daha zevkli hale getiren erdemler. Ama o uygarlık denen şeyi oluşturan mekanizmanın ne kadarı insanın hür vicdanı ile şekillenmiştir ne kadarı iyi işleyen ekonomi, ceza mekanizmaları, karşılıklı çıkar dengeleri üzerine kurulmuştur, bizim gibi okumuşlara şöyle bir sormak düşmez mi. Dünyanın dört bir yanında inanılmaz adaletsizlikler, inanılmaz katliamlar yaşanırken biz dahil o uygar dediğimiz kitle neden sadece ipod'unun rengiyle ilgileniyor sormak düşünmek lâzım gelmez mi?

"Her koyun kendi bacağından asılır" demiş eskiler. Dış dünya bir dağdır ve değiştirilmesi imkânsıza yakındır. Oysa ona öfkeyle, hiddetle bakan, başka bir alay küçük hesaplarla kavrulan iç dünyamız hemen elimizin altında değişmeyi bekliyor. Tabii kafamızın içindeki uğultuyu susturmayı başarabilirsek.

Son bir şey: Burada takma isim kullanmayı gerektirecek bir durum görmüyorum. Zaten kullanmıyorum diyorsanız bunları orada Cem Karaca' ya sorabilirsiniz. O anlatır.

Seyit Balkuv - 27 Şubat 2008 (14:21)

Ooof, of! Sana yine bir tepeden baktım aziz ve uygar Melekler Şehri! (nam-ı diğer, Los Angeles)… Görmedim sende çevrilmiş olup da, seyretmediğim hiç bir filim…

Şurası, mert ve saf kızılderililerin delikanlılarını kesip, kalanlarını da rezerveruvarlarda hapsedip çiçek hastalığı ve alkole gömdüğümüz yer; şurası Alamo kalesi ve birbirimizi boğazladığımız uzun iç savaş meydanları. Şurada altına, az ötede petrole hücum ettiğimiz, yine birbirimizin ciğerlerini deştiğimiz yerler…

Te şunlar, yıllarca köle ettiğimiz zencilere dravdan verir gibi yaptığımız haklar ve harbiden verdiğimiz kalın kalın uyuşturucular. Ha bunlar da, iki cihan harbinde kimyasallarla, nükleerlerle gebertip kaynaklarına ve beyinlerine el koyduğumuz ötekiler. Şurada petrol için, silâh pazarı için, misyonerlik için, kokakola-mekdanılds için, semitizm için çıkardığımız iç savaşlar; programladığımız darbeler, düşürüp kurduğumuz hükümetler, yazdırdığımız anayasalar… İşte şu gördüklerin ise, güçsüzlere gücün adaletini ve uygarlığını kaktıran yüce başkan-krallarımız, FBI'ımız ve CIA'imiz…

Mutludur sende tüketebilen homo-ekonomikus; sende AIDS'ten ölen homo-seksüel, ey aziz Melekler Şehri!

Yazık ki hem ne yazık olmuştur Konstantinopolis'e ve orada birbirine çemkirip duran aşağı kültürlere!

Ayrıca, böyle bayat bir mevzuya doğrayıp heder ettiğimiz Yahya Kemal Beyatlı şiiri ve Münir Nurettin Selçuk bestesine de çok yazık…

Ali Sedat Çetikoz - 27 Şubat 2008 (19:03)

İşte şimdi birileri gözaltına alındıkça soruyorlar; alla allaa, biri solcu, biri lâik Türkiya'nın ilelebet koruyucusu, diğeri rektör, beriki üniversiteler kurmuş, cumhuriyetimize sahip çıkmak için neferler yetiştirmiş, öbürküsü bize yıllardır köşesinden "aydınlanmayı" anlatmış, beriki koskocaman orgeneral, vatanı dahilî ve haricî bedhahlardan korumuş, nasıl olur da hepsi aynı kotada erir? Nasıl olur da İlhan'la İbrahim aynı yere konur" diyorlar… Ah keşke bu yazıya kafaları bassa da nasıl oluyor da oluyoru anlasalar. Yok aslında birbirlerinden farkları, hepsi Osmanlı Bankası…

E. D - 12 Ocak 2009 (10:40)

Sayın E. D, son cümlenizi şöyle değiştirsek olur mu: "Hepsi osmanlı kankası"… Ya da "hepsi ittihatçı kankası"…

Bir de isminize takıldım. Siz Ed Harris ya da Ed Wood cinsinden bir ecnebî misiniz, yoksa bu ad "eski devrimci" ya da "etten duvar" gibi bir sıfatın kısaltılmış hali mi?

Merakımı mazur görünüz.

Battal Takoz - 12 Ocak 2009 (12:46)

Sayın Battal Takoz, "Hepsi Osmanlı Kankası", inanın bana cuk oturmuş… Gelelim kısaltılmış ismime; efenim şimdi Ed Harris'i tanırım, kendisi "haris" bi kişiliktir ve yurdumuz gerçeklerine uzak olması hasebiyle beni yansıtmıyor. Keza Ed Wood da "Wood" soyadını odunculuk yapan büyükbabasının soyadı kanununun inkişafıyla birlikte almış, çok odun bi sülâledir o sebeple benle bir ilgileri bulunmamaktadır. Maalesef "Eski devrimci" olamayacak kadar gencim ve devrimin eskidiğini düşünmemekteyim. "Etten duvar" tamlaması bir korumacılık içerse de tam olarak beni yansıtmamakta.

Bendeniz Derkenar'ı yakınen takip eden fekat iş başvurularımda Google aramalarında "şraakk" diye adım ve soyadım çıkınca işe kabul edilmeyen, naçizane böyle önyargılı bir ülkede yaptığım yorumlarla idam edilmemek için ismimi kısaltarak kullanma lüzumuna mecbur olmuş sıradan bir ölümlüyüm. Zaten Sevgili Büdü Toryal benim kim olduğumu her halde biliyordur.

Hem zaten ismin ne önemi var? Önemli olan düşünceler değil midir?

Bilmem merakınızı bir nebze olsun giderebildim mi?

E. D - 12 Ocak 2009 (13:28)

Şimdi ikna oldum sayın D.

Bir de itiraf: Aslında benim adım da Battal Takoz değil, B. T (noktalı yeri lütfen başka harf sanmayınız). Ve fakat iş başvurularımda amele çavuşu Gogel'e adımı yazıp "len zibidi, sıva yapacağına internette yorum neyim mi yazıyon" diye sormasın diye böyle uzun bir versiyon seçmiştim. Biz de bu bağlamda kaderdaşız demek ki.

Sahi, sorması ayıp değilse, iş başvurusunda bulunma sıklığınız nedir?

Hayır, şundan soruyorum ki: Bugün epmeğimi sardığım gazetede yazıyordu; Gogel'de yapılan her arama bir bardak çay kaynatmak kadar atmosferi ısıtıyormuş. Malum, şimdi küresel ısınma sorunsalı var. Sizin adınızı ikide bir Gogel'e yazıyorlarsa bu işverenler atmosferdeki ısınmanın esas müsebbibidirler demektir anlamına geliyor.

Bu durumda, adımdaki. "T" takısını atıp sadece "B" yapmam gerekecek. Küresel ısınmayı azdıran kişi ben olmak istemem.

Battal Takoz - 12 Ocak 2009 (13:46)

Bugünlerde yeraltından silâhlar cephaneler çıktıkça saflar da belirginleşiyor. Eskiden "solcu, ilerici" diye bildiğimiz kimi insanlar ne kadar da acınacak durumdalar.

Bu yazınızı birkaç yıl önce de okumuştum, televizyondaki görüntülere bakarken aklıma geldi bir daha okudum. Bence siz bu konuda bir yazı daha yazmalısınız. Hatta isim bile buldum kendimce: Beyaz Türk'ün Ergenekon'la İmtihanı.

Saadet Gökalp - 14 Ocak 2009 (20:16)

Necdet Bey, kusura bakmayın ama yazınız mantıklı değil. 60'lı yılların Türk filimlerinin ana senaryosunu bilimsel bir gerçekmişçesine yazmışsınız. Zaten türkiye'nin en büyük ideolojisi sosyalizm, kemalizm filân değil bu filimlerdir. Hangi ideolojiyi ele alırsanız alın bu filimlerden fırlamış temalarla muhakkak karşılaşırsınız. Acılar içinde inleyen tamamen masum, siyah halkımız ve onun kolasına ilâç atan işbirlikçi, beyaz hainler filân.

İşin ilginci halktan insanlar asla böyle düşünmezler. Siyah Türk / Beyaz Türk tipi söylemleri en çok kullananlar Murat Belge, Yıldırım Türker, Ahmet Altan vb Tipi bembeyaz Türklerdir, cihangir-nişantaşı solcularıdır. Meselâ Murat Belge'nin son 20 yıldaki en büyük çabası "merkez-çevre dikotomisi" gibi şatafatlı isimler altında bu filimlerin senaryosunu bilimsel gerçek mertebesine yükseltebilmektir.

Ülkeyi beyaz türklerin yönettiği söylemini bir test edelim:

1) TBMM'deki milletvekillerinin yüzde kaçı beyaz türk?
2) Esas paranın döndüğü yer olan istanbul belediyesinde beyaz bir türkün güçlü bir pozisyona gelme olasılığı nedir?
3) Beyaz Türk bir iş adamının belediyeden/devletten ihale alabilme olasılığı nedir?
4) Beyaz Türk mü, yoksa siyah Türk mü kolay ruhsat alır?
5) Beyaz Türk mü, yoksa siyah Türk mü kolay arazi çevirir, gecekondu yapar?

İpucu: Günümüzde politik sistemde yol alabilmek için yoğun, aile, hemşehri, cemaat desteğine ihtiyaç var. Beyazların böyle bir desteği var mı?

Beyaz Türk kelimesinden ne kastedildiğini bilmiyorum, ancak birkaç yüzyıllık istanbulluyum. Pollitik sistemde hiç bir şansımın olmadığını söyleyebilirim. TBMM'de beni anadolulu bir adam temsil ediyor. Belediye başkanım her zaman anadolulu oldu. Herhangi bir sıkıntımda bu adamlara ulaşabilme olasılığım yok, çünkü araya hep bir "tanıdık" sıkıştırmak lâzım, o da bende yok. Öte yandan 50'li yıllarda mahallemize yerleşip gecekondu yapan anadoluluların hepsi tapu aldı, gecekonduları yıkıp 10-15 katlık apartmanlar yaptılar. Mahallenin en zenginleri, en güçlüler hep onlar. Ve belediye başkanlarına, milletvekillerine çok kolay ulaşabiliyorlar.

Eskiden çok dindardılar, şimdi artık değiller. Niye olsunlar ki? Din onlar için gerekli hizmeti gördü, işlevini tamamladı. Şimdi artık "biz buranın eskileri" ağzıyla konuşmaya başladılar. Yeni gelenlerden rahatsız oluyorlar.

Servetlerini kazanabilmek için hiç bir faydalı iş yapmadılar. Sadece ağladılar, inlediler, sızlandılar. İstanbul bir kez mehter marşı eşliğinde top gülleleriyle fethedildi, bir kere de arabesk eşliğinde gözyaşı damlalarıyla. İlk fetihte latin kilisesi taraftarları kuşatmacılarla işbirliği yaptı, ikinci fetihte ise sol-entel cihangir tayfası.

Bir önceki yazımda halktan insanların "siyah türk-beyaz türk" söylemini hiç kullanmadığını, bunun bir cihangir solcusu söylemi olduğunu yazmıştım. Bu söylemi kullanmalarına sebep yok, zira istanbul şehrinde İstanbul'un yerlisinden daha avantajlı olduklarının bilincindeler. Ezilmediklerinin de.

Neyse Necdet Bey, canınızı sıktım. Siz gine beyaz Türk olmasına rağmen siyahların yanında yer alan bir avuç "iyi"den biri olduğunuzu düşünün. Bu halinizle ne kadar farklı, sıra dışı, mükemmel olduğunuzu düşünün. Kesinlikle çok, çok ufak bir azınlığın üyesi olduğunuzu düşünün. Tıpkı yurt sathına yayılmış onmilyonlarca diğer solcu gibi…

Wakkas Kelle - 29 Temmuz 2010 (00:42)

Kara kalabalıkların şehrin içine ettikleri, onlar yok iken şehrin aslında ne kadar da yaşanılası bir yer olduğu söylemi hemen arkasından gelen her şeye aslında hiç de hakları yokken bi punduna getirip çöreklendikleri düşüncesiyle taçlandırıldığında sapına kadar bilimsel gerçeklik dile getirilmiş olur. Bu hangi bilimdir diye soracak olursanız sosyoloji olmadığı kesin. Sosyolojinin söyledikleri, hoşa gitmese de Necdet Şen'in söyledikleriyle kesişiyor. Hoş, pozitif bir bilim dalı olarak sosyoloji "kol kalınlığında, parmak kalınlığında" gibi izafi tanımlamalar yapmaktan kaçınır; olsa olsa santim, yarıçap hesabı gibi tartışmaya mahal vermeyecek kesin ifadeler kullanmayı yeğler ama o kadarcık kusur her yazıda olabilir.

Bir aralar "Marksist bilimler" tartışması yaşanıyordu; Marksist bilimin olabilirliği filân üzerinde ama galiba ilk cümlemizdeki türden bilimsel gerçeklikleri olsa olsa "faşist bilimler" gibi bir çerçeve içerisinde bilimsel kılmak mümkün. Nitekim Dörtyol'da, İnegöl'de de hepi topu 40, 50 yıl önceki istilâcıların(!) 15, 20 yıllık istilâcıları(!) kovma girişimlerine de şahit olduk. Bu söylemin maalesef varacağı son durak: "Ben eskiden beridir buradayım, benden sonra gelenler buranın için ettiler, def olsunlar"dır.

Vahap Demir - 31 Temmuz 2010 (11:46)

Tabi bir de Sayın Kelle'nin şunu bilmesi gerekiyor: Eski bir İstanbul'lu olarak pek bi' hoşlandığınızı düşündüğüm "modernleşme" tam da böyle bir süreçtir. Köylünün biraz da ittir kaktır yöntemlerle şehirde yaşamak zorunda kalmasını içerir. Köylü de ilk geldiği zamanlarda köyündeki tarzı şehre taşımaya çalışır. Evinin bahçesine soğan eker, o bahçede tavuk besler filân. Zamanla şehir bir taraftan köylüyü değiştirirken diğer taraftan da köylü şehri değiştirir. Artık ne İstanbul eski İstanbul'dur, ne Paris eski Paris'tir. Şehrin eski sakinlerinin sokaklardaki lâhmacun kokusuna, minibüs kornalarına, sağdan soldan kulaklarına çalınan arabesk müziğe küfretme özgürlükleri vardır tabi ki, ancak bu süreci durdurmaz. Hem köylüyü köyünde tutup hem de ülkeyi modernleştirme çabaları ise ancak 30'lu, 40'lı yılların memur romantizminin rüyasıdır ve gerçek hayatta bir karşılığı da yoktur.

Vahap Demir - 31 Temmuz 2010 (12:06)

S. Demir'in yazısındaki düşünce yanlışları zannederim bana cevap hakkı doğurdu.

1) Sosyoloji pozitif bir bilim değildir. Pozitif bilimin tanımına sözlükten bakın lütfen. Sosyoloji normatif bir bilim de değildir. İçinde birbiriyle çelişen birçok teori barındırır. Bu teoriler deneyle doğrulanamayacağı için de bu son derece normaldir. Kimse "sosyoloji bilimi şunu söylüyor" filân diyemez.

2) Belli bir bilim dalı hakkında atıp tutma hakkı genelde o konuya yıllarca emek vermiş insanlara mahsustur. Çünkü bu insanlar gerekli bedelleri ödemişlerdir (yıllarca süren doktora hayatı, imtihanlar, jüriler vb) Sizin sosyoloji üzerine böyle bir uzmanlığınız var mı? Olmadığını var sayıyorum çünkü hakiki uzmanlar insan aklının ne kadar kolay yanıldığını bilirler, sizin kullandığınız tarz bol gazlı şişik ifadeleri asla kullanmazlar.

3) Faşist bilim, sosyalist bilim diye bilim olmaz, zira bilim insanın kendini önyargılardan kurtarıp doğaya/topluma tamamen tarafsız olarak bakmasıdır. Faşizm veya sosyalizm ise insanı zihinsel ve duygusal olarak angaje eder. Ama bu kavramlar ideologlar için çok faydalıdır, zira beğenilmeyen her düşüncenin üzerine "faşist" etiketi yapıştırmaya yarar. Belli bir süre sonra insanlar belli soruları soramaz hale gelir. Örneğin kimsenin burnunun kanamadığı dörtyol vakasına ah-vah etmek sosyalizmdir. Güneydoğuda beynine kurşun sıkılmış 200 öğretmen? Düşünmesi bile faşizmdir. Şehre göç etmiş köylülerin itilip kakıldığını söylemek sosyalizmdir. Bunların içinden bir grubun hırsızlıkla çok zengin olduğunu gözlemlemek ise faşizmdir, zira "teori" ile uyuşmaz. Sosyalizmde gözlemler sadece "teori"yi doğrulamak için yapılır. "Teori" ile uyuşmayan gerçekler gözlemlenmemelidir.

4) Modernitenin köylülerin kitle halinde şehre göç etmesiyle en ufak bir ilgisi yoktur. Öyle olsaydı Bangladeş en modern ülke olurdu. Modernite daha ziyade zihniyet değişimiyle alâkalıdır. Kisinin bireyselleşmesine, dinsel, yerel, etnik, cemaat vb Türü aidiyetlerin ötesine geçmesine işaret eder. Modern insan sürünün dışında yaşayabilen güçlü insandır. Bu bakımdan "din", "cemaat", "hemşehrilik", "kürtlük", "karadenizlilik" gibi bayrakların etrafında sürüler oluşturup şehirleri yağmalayan köylü yığınları modernleşmeye değil tam tersine işarettir. Bu tarz sürülerin hakim olduğu ülkelerde ne bilimsel ne teknolojik olarak hiç bir şey üretilemez, ki türkiye'nin de son 30 senelik hali de tam olarak budur. Ekonomi dış borçla döner, o dış borcun büyük kısmı da lüks inşaata gider. Entelektüel hayat ise köylü cehaletinin üzerine iki milimetre kalınlığında sol cila çekmişlerin elindedir. Böyleleri solcu olunca birden bire allâme-i kelâm olduklarını zannederler. Bilim, sanat, şiir onların babasının tarlasıdır. Hoşlarına giden her şey "sosyalist bilim", "sosyalist sanat"tır. Hoşlarına gitmeyen ise faşizmdir. Bazen "x'in bilmesi gerekiyor ki" diye olmayan akıllarını talep edilmediği halde sağa sola dağıtmaya çalışırlar. Bazen de köylü cehaletlerine bakmadan "sosyoloji bilimi diyor ki" diye süslü cümleler kurup gülünç vaziyete düşerler.

5) Türkiyenin senelik cari açığı 30 milyar dolar. Dış borcu döndürmek için de senede 40 milyar dolar gerekiyor. Yani senelik borçlanma ihtiyacımız 70 milyar dolar. İşte AKP'nin Rizelilerinin bizi getirdiği nokta. Demokratik mi? Evet, çünkü onları hak seçti. Adil mi? Evet, çünkü çöküş gelip te 2001'i mumla aradığımızda cezayı halk çekecek.

Wakkas Kelle - 3 Ağustos 2010 (14:44)

Sayın Kelle'yi kızdırmak pahasına bazı itirazlarım var:

1) Üniversitenin bana verdiği diplomanın üzerinde "dört yıllık sosyoloji lisans eğitimini tamamlamış olduğundan… Ünvanı: Sosyolog" gibi ifadeler bulunmakta ama yeterli olmadığını öğrenmiş oldum.

2) Sosyoloji, hem sosyolojinin isim babası hem de pozitivizmin babası kabul edilen Auguste Comte'den beri pozitif bir bilimdir. Tüm sosyal bilimler gibi bu konuda bir takım handikaplarının olmasına rağmen bu durum böyledir.

3) "Faşist bilim" ifadesi, meramı anlatmak amacıyla kasıtlı olarak kullanılmış olup böyle bir gerçekliğin olduğuna dair kanaatimin izahı değildir. "Sosyalist bilim" ifadesinin ise size ait bir tanımlama olduğunu zannediyorum. En azından ben ilk defa duydum. Yorumumda "Marksist Bilim" ifadesi geçiyor. Bunun olabilirliği konusundaki tartışmayı anımsatıyorum. Derkenar ortamında Marksizmi kuşkusuz benden daha iyi bilenler var. Eğer dilerlerse onlar konuya açıklık getirebilirler. Gerek Marksist teori gerek bilim felsefesi açısından anlatacakları her şeyi can kulağıyla dinlerim.

4) Sosyalist değilim. Neyin sosyalizm olduğunu biraz bilirim. Madde üçteki eleştiriler sistematik gitmiyor. İşin içinden çıkabilen olduysa beri gelsin.

5) Modernitenin neyi içerdiğini maalesef ne taraftarları ne de karşıtları çoğu zaman bilmiyorlar. Allâme-i Kelam (!) (ifade sayın Kelle'ye aittir) olmasam da kesin olan bir şey var: Modernite bir ideolojinin değil bir sürecin adıdır. Dolayısıyla ne menem bir şey olduğu, sizin ona yüklediğiniz anlamla değil, sosyolojik çalışmalarla ortaya çıkar. Bu çalışmalar da bize modernleşme sürecinin köylünün şehre yoğun göçünü de içerdiğini, bu göçün ve sonrasının da çoğu zaman hayli travmatik olduğunu söylüyor.

"Din, cemaat, hemşehrilik, kürtlük, karadenizlilik, köy dernekleri, kahvehaneler vb de kent sosyolojisinin yıllardır üzerine eğildiği, "gerekli bedeli ödeyen" (yıllarca süren doktora hayatı, imtihanlar, jüriler vb) (İfadeler Sayın Kelle'ye aittir) insanların üzerinde pek çok çalışmalar yaptığı konulardır.

Entellektüel hayat keşke bilmem kaç kuşaktır şehirli olanların elinde olaydı da biz de köylü cehaletimizle yerimizde oturaydık. Gel gör ki bilmem kaç kuşaktır şehirli olanlar sosyalizmle sosyolojinin farkını bilemeyecek cehalete, cehaleti örtmek için lüzumsuz celâlete sahip olunca işler böyle oluyor.

Pek bir saçma olan serbest seçimler acilen durdurulur, böylelikle Rize'lilerin ülke yönetimine gelmesi engellenir, yerine bürokratlar eskiden olduğu gibi yönetirlerse, köylü, adam gibi aç sefil köyünde oturursa, başbakanlar cumhurbaşkanları dünyayı dolaşmak yerine dizlerini kırıp evlerinde otururlarsa, okullardaki her çocuk mandolin çalarsa, herkes yerli malı yurdun malı kullanırsa, öyle tuhaf özgürlük taleplerinin karşısına istiklal mahkemeleri dikilirse, ülke üç beş yıla kadar kalkınacaktır. Bu saadet ortamında gerekli kınayı nereden temin edeceğiz derseniz öyle yağma yok; sümerbank'ta kuyruğa gireceksiniz, elinizde karneyle.

Vahap Demir - 4 Ağustos 2010 (16:56)

1-2-3) Pozitif bilim kanıtlanabilir, deneylerle doğrulanabilir, kesin sonuca ulaşabilen bilimdir. Matematik, fizik, kimya pozitif bilimdir. Sosyoloji pozitif bilim değildir.

Pozitif bilimle pozitivizm aynı şey değildir.

Sosyoloji diploması sahibi olduğunu söyleyen birinin bu temel tanımları bilmemesi…

4-5) İşi uzatmamak için bir şey söylemiyorum. Yalnız bir şey dikkatimi çekti. "Pek bir saçma olan serbest seçimler…" diye başlayan bir son paragraf var. Orada bir cümle içime oturdu. Şu "sümerbank'ta kuyruğa gireceksiniz, elinizde karneyle" cümlesi. 1929 büyük buhran. Sonra 1939-45, 2. Harp. Ülke çok fakir. Hâlâ osmanlı borçları ödeniyor. Erkekler askerde. Tarımsal üretim neredeyse sıfıra inmiş. İşte bu koşullarda "beyaz türk, osmanlı artığı" hükümet fakir insanlar da yiyebilsin diye karne uygulamasına gidiyor. Ülkenin buğdayını zenginliğe bakmadan insanların arasında eşit bölüştürüyor.

Hiç merak etmeyin, bir sonraki felâkette asla böyle olmayacak. Rizeliler ekmeğin fiyatını serbest bırakacaklar. Böylece parası olanın istediği kadar ekmek yeme özgürlüğü elinden alınmamış olacak. Köylü demokrasisi de tam böyle bir şey zaten. Bul karayı al parayı. Çevirebildiğin arazi kadar varsın. Peki açlar, köşeyi dönememişler, voli vuramamışlar ne olacak? Onlar için de önlem alınacak. Villalarda özel güvenlik önlemleri arttırılacak filân. Bir sonraki krizde özgürlüğün ve dımıhrasiyyyaaanın tadını çıkarmaya bakın.

Haa, bir de "özgürlük istekleri karşısına istiklal mahkemeleri" denmiş. Özgürlük istekleri'nden şeyh sait isyanını, seyyid rıza isyanını filân mı kasdediyorsunuz? Hiç merak etmeyin onların devamcıları sıhhat ve afiyetteler. Öldürdükleri öğretmen sayısı 200'e dayandı. Hep özgürlük için. Dımıhraasi için.

Sizin beyaz Türk zannettiğiniz, ancak aslında büyük çoğunluğu fakir çocuğu olan cumhuriyetin kurucuları şu alaylı son paragrafınızı okusalardı ne düşünürlerdi acaba?

Wakkas Kelle - 8 Ağustos 2010 (02:54)

"Kesin sonuçlara ulaşabilen bilim" epeyce anakronik bir bilim tanımı. Bilim epeydir kesin ve genel geçer doğrular ilân etmek yerine belli sınırlar ve şartlar içerisinde, çoğu zaman yüzdelik değerler olarak ifade ediyor sonuçlarını. Şimdi "Popper, yanlışlanabilme" filân diye girip uzatmanın anlamı da yok. Nihayetinde Beyaz Türkler zaten bunları aslında biliyorlardır da… Genelkurmay başkanı da göreve ilk geldiğinde Habermas'tan alıntılar yapıp yok yere biz özenti kara kafalılarda heyecan uyandırmıştı. Sonraları lav silâhı ile pimaş boru arasındaki farktan bîhaber olduğunu öğrendik üzülerek.

Sosyoloji, tıpkı doğa bilimleri gibi kanıtlanabilirlik esasıyla çalışır. Saha çalışmaları, anket, monografi, gözlem vb sosyolojinin metodları arasındadır. Elde edilen sonuçlar somut ve anlaşılabilir verilere dönüştürülür. Sosyal bilimlere has bazı sıkıntılar sosyolojiyi pozitif bilim olmaktan çıkarmaz.

Bir de beyazlar keşke her zaman 30'lu yılları konuşurkenki kadar empati yapan, anlayan tutum içerisinde olsalar. Resmen bal kaymak kıvamı yani. İnsanın bu anlayan tutum karşısında resmen sarılıp öpesi geliyor.

Vahap Demir - 9 Ağustos 2010 (11:04)

Sn. Demir, bence anlaşamayacağımızda anlaşalım.: -)

Anlaşılan arazi çeviren köylü tipleri "müteşebbis" dolayısıyla olumlu buluyorsunuz. Ben müteşebbisliğin anavatanı ABD'de 10 sene yaşadım. Size şöyle bir deney öneriyorum:

1) Uçak parası benden. Hemen ABD'ye gidin

2) Gittiğiniz şehirde kıymet kazanacak bir arazi bulup etrafını çevirin. İçine gecekondunuzu yapmaya başlayın.

3) Kronometreye basın. Bakalım polis kaç saniyede gelecek.

4) Tüh… Gelen hakikaten polis. Oysa siz belediyenin hemen gecekondunuza elektrik-su-gaz bağlayacak kamyonunu bekliyordunuz.

5) Sakın ola, sakkın ola polise direnmeyin. Öyle şeylere hiç alışık değildirler. Canınızdan olabilirsiniz. Ben oradayken bir arap çocuğu, sadece havaya kaldırılmış ellerini indirdi diye kafasından vurmuşlardı… Amman diyim.

6) Mahkemede kendinizi "açım… Sömürüldüm… Mazlumum… Mağdurum… Beyaz amerikalılar bana tepeden bakıyor… Zılım var… Şofersin dediler… 4 karım selpak satan 32 çocuğum var… Gurban… Hepimiz açız…" diye savunun. Bakalım mahkeme ne karar verecek?

"Neden bir arazi çevirip de bir kondu dikemediğime hayıflandım" demişsiniz. Nedeni hemen söyleyeyim: Yaptırmazlardı. Çünkü kürt, karadenizli, tarikat üyesi, cemaat üyesi, şalvarlı değilsiniz. Belediyede it sürüleri gibi akrabanız, köylünüz yok. Yani solcu-entel Murat Belge terminolojisine göre ezilenlerden değilsiniz. Tam tersi, utanmadan eziyorsunuz. "On çocuk yapıp onlara abonman da sattıramam" gibi halkımıza tepeden bakan, onlarla alay eden cümlelerinizi beğenmedim, haberiniz olsun.

Bir arkadaşım Doktorasını ABD'de bitirip türkiye'ye döndü. "iyi" üniversitelerimizden birinde yrd. Doç. Olarak göreve başladı. Hemen evlendi çocuğu oldu. Parası yetişmediği için Ümraniye'deki gecekondu apartmanlardan birine yerleşti. Apartmanın sahibi hayatında hiç bir şey üretmemiş bir tip. Köyden gelmiş, araziyi çevirmiş. Bol bol ağlamış, tapu almış. Arazinin yarısını müteahhide vermiş, apartman sahibi olmuş. Bilmemkaç daireden kira alıyor.

Ve türkiye'deki düzen benim bilmem kaç bilimsel yayınlı alanında uzman arkadaşıma damlalıkla verdiğini sıf şalvarlı ve siyah diye öbürüne kamyon kasasıyla veriyor.

Ama sol entellere göre benim arkadaşım "halkına iğrenerek bakan elit beyaz türk", öbürü ise "kemalist rejimin ve cumhuriyet elitlerinin deli gömleği giydirmeye çalıştığı siyah türk, halkkk, halkımızzz". Bu çizginin dışına çıkan otomatik olarak faşist-ırkçı ilân ediliyor. İnanalım mı?

Son olarak, "imparatorluk zamanındaki bazı imtiyazların hâlâ devam ettiği de buz gibi bir gerçek" demişsiniz. Soyumda bazı osmanlı paşaları var, ancak herhangi bir imtiyazın farkında değilim. Bilgilendirebilir misiniz?

Wakkas Kelle - 16 Ağustos 2010 (08:07)

Sayın "Wakkas Kelle" -namıyla yazan- kıymetli paşa torunu. Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, yazdıklarınızdan yola çıkarak görüyorum ki…

1. Faşistsiniz.
2. Zırvalıyorsunuz.

Size benzemeyen herkesi kafanızda çizgi filmlerdeki habis karakterler gibi kodlamışsınız ve bu stereotip "halk" tanımının sizin -nedenini tam kestiremediğim- nefretinizi meşru kılacağından emin görünüyorsunuz.

Sizin tabirinizle "İstanbul'a gelir gelmez arazi çevirip tapu alan bir çapulcu sürüsü" var. Adı Halk. Pamuklara sarılası şehrinizi berbat ediyorlar. Peki, merak ediyorum, zatınızın bilmem kaç göbekten soylu ataları buralara ilk yerleştiklerinde sahip oldukları malı mülkü imtiyazı bavullarında mı getirdiler?

Paşa dedeniz Bardakçı Koyu'nda mı paşalık yapıyordu? "Kapıkulu" ve "ulûfe" gibi kelimeler sizde bir çağrışım yapıyor mu? 95 yıl önce buradan "göç eden" Rum ve Ermeni halkın bıraktığı servetin üstünde bugün kimler oturuyor?

Yoksa büyük kentlere göç eden herkesi "hırsız" olarak görmenizin arkasında bir şecere aklama çabası mı aramalıyız?

İstanbul'a birkaç kuşak önce gelenlerin soyundan olunca fütühat ve çapulculuk üzerine kurulu olan bir geçmiş ak pak mı oluyor?

"Sol enteller" ve "marksist bilim" gibi bir terane tutturmuş gidiyorsunuz? Ama belli ki bu konularda zır cahilsiniz. Azıcık sol literatür okuyun, ondan sonra üfürün. Sol'a alerjiniz varsa, bari Popper falan okuyun da kenardan üfürün.

Kısacası, bu ısrarınızla gülünç oluyorsunuz. Daha da önemlisi, içinden bir fikir zenginliği çıkmayacağı belli sığ muhabbetinizle kafa şişiriyorsunuz. Ben şahsen bu tıkız lâf ebeliğini okumaktan sıkıldım.

Selim Atak - 16 Ağustos 2010 (10:30)

Sayın Atak…

1. Zaten ülkenin %90'ı faşist, bir siz solcular pir-ü paksınız. Siyasi geçmişiniz o kadar temiz ki sizden olmayan insanlara iç rahatlığıyla "faşist", "ırkçı" filân diyebiliyorsunuz.

2. "Zırvalıyorsun"u ancak çok akıllılar söyleyebilir. Aklınıza o kadar güveniyor musunuz? Ne mutlu size.

"Size benzemeyen herkesi kafanızda çizgi filmlerdeki habis karakterler gibi kodlamışsınız" demişsiniz. Oysa yazdıklarımı okursanız sadece iki tipin eleştirildiğini göreceksiniz

A) Aşiret, cemaat, hemşehrilik vb gibi kollektif kimliklere dayanarak şehri yağmalayan köylüler.

B) Beyaz Türk - Siyah Türk gibi gerçeğe tekabül etmeyen bir terminoloji yaratarak bu sürece koltuk çıkan cihangir entelleri.

Bu iki grup "herkes" değil. Benim meselem sadece bu iki grupla. Kaldı ki "halk" bu gruplara benim taktığım bir isim değil. Bunu bizzat siz solcular yaptınız. Zira size göre sadece "gecekonduda yaşayan ezilmişler" halktır.

Paşa dedeler, imtiyazlar, rumlardan gasp edilen araziler, balolar, yalılar, konaklar, avizeler, elde içki bardağıyla atılan "halkımızzı" rencide edici kahkahalar? Gene yeşilçam filimi seyrettik galiba. Paşa dedeler yüzyıllar önce yaşayıp öldüler ve onlardan geriye hiç bir şey kalmadı. Devlet memuruyum. İşe otobüsle gidip geliyorum. Hiç bir zaman arabam olmadı. Maaşımdan başka gelirim yok. Siz bu rahatlıkla hesap verebilir misiniz?

Hesap vermek dedik de, birden aklıma şu cümleniz takıldı: "Yoksa büyük kentlere göç eden herkesi "hırsız" olarak görmenizin arkasında bir şecere aklama çabası mı aramalıyız"

Yoksa büyük kentlerin bütün yerlilerini rumların malını çalmış gibi görmenizin arkasında zat-ı alinizin daha yakın zamanlarda yaptığı bir takım arazi işlemlerini aklama çabasını mı aramalıyız?

Kaldı ki Rum mülkü istanbul'da aynen duruyor. Benim bildiğim rum malları daha ziyade anadolu'da yağmalandı…

"İçinden bir fikir zenginliği çıkmayacağı belli sığ muhabbetinizle kafa şişiriyorsunuz. Ben şahsen bu tıkız lâf ebeliğini okumaktan sıkıldım" demişsiniz. Uzun süre standart sol söyleme maruz kalmış olanlarda yeni fikirler, baş ağrısı, kulaklarda çınlama filân yapabilir. Okumak mecburiyetinde değilsiniz. Hatta okumayın.

Wakkas Kelle - 16 Ağustos 2010 (13:35)

Muhterem Cevat Kelle'yi okurken biraz Hasan Celal Güzel'in o diz boyu derinliğindeki "muhteşem" entellektüel birikimi, biraz Gökçe Fırat nam kendini Solcu diye pazarlamaya çalışan su katılmamış faşistin Sol ve solcular hakkında ettiği lâflar ve biraz da Cumhuriyetin ve devletin "asli sahibi" bürokratların biz hakirlere çatık kaşla ve azarlar/haddimizi bildirir tonda çektiği zılgıt geldi gözümün önüne. Her üçü de birbirinden beter olduğu için aklımda geçince bile ürperdim.

12 Eylül öncesi, daha 16-17 yaşında bir çocukken, köyden kente göç etmek zorunda kalmış yoksul ve kimsesiz o insanların başlarını sokacak bir gecekondu yapmalarına ön ayak olma faaliyeti içinde bulunmuşluğum var. Evet o insanlar gerçekten yoksuldular ve o günlerde hiç kimse ileride bir gün bu insanlardan bazılarının bu arsaları kullanarak zenginleşeceğini düşünemezdi. Halka ait olan bu mülk üzerine bir barınak kurmaya elbette hakları vardı. Bu hak halen hepimiz için geçerli. Devlet denilen birilerinin mafyatik kurumunun bütün arazileri kendi mülkü sayması işin meşruiyetini daha da artırıyor.

Fakat asıl büyük gecekondulaşma ve arazi yağmalanması 12 Eylül döneminde ve sonrasında oldu. Devlet biz solcuların canına okumak ve hakkından gelmeye çalışmakla meşgulken arazi yağmalayanlara bakmadı bile. Bu yağmayı yapanların ne yoksullukla, ne solculukla ne de köyden kente göçle alâkaları vardı. Köyünden hiç çıkmamış insanlar bile arazi yağmalamak için şehire indiler.

Bu yağmacılar arsalarını müteahhite verdiğinde, devlet "tapulu arazinize karşılık alın size bir daire, geri kalanlar kamuya aittir; çünkü bu tapu size başınızı sokacak bir ev yapmanız için verildi, yağmadan mal kapmanız için değil" diyebilirdi ama demedi. Bu işi politikacılara, tarikatlara şuna buna bağlamak cahillik olur. Sistem kendi kurallarına göre işledi. Kapitalizmin "kalkınma paradigması" (isteyen "zenginleşme" desin) tam da böyle bir şey. Yani, birileri bir başkalarının payına düşeni de hamuduyla götürür. Böylece, bir tarafta servet birikirken senin cüzdanın incelir. Bazı memurlarda "ulan şu kara kalabalığa bak, deveyi hamuduyla götürüyor. Biz okur yazar, eğitimli ve hatta 'bu devletin sahibi' olan 'hak sahibi seçkinler' onlar kadar olamıyoruz" diye hayıflanır.

Bu vesileyle birileri zenginleşti, halktan bazı adamların ceplerine epeyce paralar girdi. O paralarla başka işler yapmaya başladılar. İşte kalkınma denilen şey. Bugün göz önünde olan kocaman kocaman servet sahibi adamların yaptıkları sanki bu arazi yağmacılarının yaptıklarından farklı bir şey mi -hem de devletle iş tutarak? Hırsızın büyüğüne de bir çift lâfınız yok mu?

Arazi yağmasından zenginleşenlere Sol cenahtan kimsenin "ezilen, fakir fukara" dediğini falan duymadım. Solcuları, entellektülleri aşağılamanın bazı devlet memurları için bir nevi zihinsel mastürbasyon olduğunu biliyorum (daha önce çok örneğini gördük).

Avukatlığını yapmak bana düşmez ama Murat Belge'nin bırakın onları savunmayı, aksine bu güruh hakkında ettiği ileri geri lâfları hatırlıyorum. Bu insanlar artık ülkede Sağcılığın omurgasını ve tabanını oluşturan kalabalık durumundalar. Sol entellektüeller bunu göremeyecek kadar memur mu ki?

Kâmuran Kızlak - 16 Ağustos 2010 (22:52)

Çok şükür ki bu memlekette hâlâ Gülyüz Zaruri gibi çağdaş cumhuriyet kadınları var. Bak ne demiş canımın içi:

"Sistematik olarak geldiler. Nişantaşı kafelerinde oturmaları emredildi, oralarda oturdular. En beklenmedik restoranlara, en beklenmedik kafelere, sinemalara, tiyatrolara her yere yayıldılar. Örtünmek çok kolaydır, giyinmek zor. Onları giydiremiyorsan sokarsın bir çarşafın içine, her açıdan susturursun…"

Tesettürlü kadınlara Nişantaşı kafelerinde oturmaları emredildi (t24)

Yaaa, aynen öyle işte. Hay ağzınla bin yaşa Gülyüz! Bunlar böyle yüzsüz işte, utanmadan bir de Nişantaş kafelerinde oturuyorlar.

Onlara servis yapan garsonda zaten kabahat! Ayaklar baş oldu! Heyhat!

Sabiha Bayraksallar - 19 Şubat 2013 (17:52)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

73
Derkenar'da     Google'da   ARA