Patronsuz Medya

Entel = Yabancılaşma

Necdet Şen - 13 Şubat 2002  


Orta mektep ve lisede 6 yıl Fransızca okuduğum halde, o dili konuşamam. Diğer yandan, askerden döndükten sonra yabancı çizgi romanları ve rock şarkılarını anlayabilmek için öylesine başladığım İngilizce'yi (ben inanmıyorum ama) iyi konuştuğum söylenir. Aksanım iyiymiş. Eh, Pink Floyd sağ olsun.

Durup dururken bunu böbür olsun diye anlatmadık her halde; yazıya girizgâh yaptık, entel meselesinin neresinde durduğumuza dair kerteriz oluştursun diye.

Şimdi de ikinci sahne. Bu sahnelerin hepsi finalde birbirine bağlanacak.

* * *

Beş altı yıl evvel plaza gazetesinde çalışırken, gazetenin yazarlarından yedi göbekten "beyaz" bir arkadaşım, evinde düzenlediği bir partiye beni de davet etmişti.

O partide ayak üstü tanıştırıldığımız 40 yaşlarında Amerikalı bir kadınla uzun uzadıya "entel-kuntel" mavrası yapmıştık.

Ona -konu nereden dolanıp oraya geldiyse- bizdeki "entel" diye adlandırılan yarım yamalak aydın tipolojisini anlatmıştım; o da "aaa, ne tesadüf, bizde de var bu tarif ettiklerinden bir sürü; özellikle de New York'ta bol bol rastlarsın onlara tiyatro fuayelerinde falan" demişti.

Meğer o iki saate yakın lagara lugara ettiğimiz bayan, eski ABD dışişleri bakanlarından birinin kızıymış. Yani Beyaz Amerikalı'nın önde gideni.

* * *

Üçüncü mavra da şu:

Yıllar önce Paris metrosunda bir kadın görmüştüm.

Hani şu metro vagonlarında, sokaklarda falan gitar çalıp şarkı söyleyen, sonra da şapkasını uzatıp bozukluk dilenen sokak çalgıcıları vardır ya, onlardan biri vagona dalmış, selâmsız sabahsız şarkı söylemeye başlamıştı.

Herhalde birinci sınıf müzisyen olsa gider Olympia'da çalar söylerdi, sokak müzisyeni demek -umumiyetle- vasatın altında müzisyen demektir.

Zaten iki durak arasındaki mesafe de taş çatlasa birkaç dakika olduğuna -ve bu mesafede insan Haluk Levent'e bile katlanabileceğine göre- bu çocuğun sıradan sesi ve şarkılarına bayılmasan da hiç yoktan iyidir der, dinlersin.

Ama hayır, metrodaki o kırçıl saçlı ufak tefek Fransız kadın, elleriyle kulaklarını tıkamış, kafasını dizlerine gömmüş, şarkıyı duymamaya çalışıyordu.

Bu olay İstanbul metrosunda olsa "bu kadın kesin Cumhuriyet okurudur" derdim, ama olay Paris'te geçiyordu.

* * *

Dördüncü ve en hazin hikâye:

İki üç yıl önce bir tanıdık beni kolumdan çekerek inimden çıkarmış ve lüks otellerden birindeki bir Nepal gecesine götürmüştü.

Gecenin amacı, oraya enayi turistleri anasının nikâhına götürüp getirerek yolunu bulmak isteyen bir profesör hanımefendinin malını tanıtma dalgasıydı.

Girişte herkesin alnına o komik boyadan sürülüyor, boynuna kırmızı kurdelâ takılıyor, kısa boylu, az İngilizce bilen Nepalliler de hediyelik eşya falan satıyorlardı.

Açık büfeden tabaklarımızı "otantik" Nepal yemekleriyle doldurduk, tıkınıyoruz, bir sütunun çıkıntısını fast-food masası gibi kullanaraktan.

Davetliler arasında Orhan Baba ve eşi Sevim Emre de vardı, etrafta dolanıp otantik ıvır zıvırı inceliyorlardı. Bir ara Sevim Emre yanımıza yanaştı ve o kadar insanın arasında -Nepal'e gittiğim suratımdan belli mi oluyor ya da tipim onları mı andırıyor, bilmiyorum- yemek tabağımızın yanında duran iki heykelciği göstererek "bunlar tanrı heykelleri mi?" diye sordu.

Ağzımdaki mo-mo (mantı gibi bir şey, ama pek tatsız) parçasını çiğneyerek, "evet, bildiğim kadarıyla şu Şiva, şu da Ganeş" dedim. Tam o esnada, Sevim hanımın cebinde bol para olduğunu sezmiş olmalı ki, bir Nepalli yanaştı yanımıza.

Verdiğim malûmatın doğru olup olmadığını asıl kaynağından teyit etmek için, "bu Şiva, değil mi?" diye sordum, Nepalli "bilmem ki" dedi.

Şaşkınlıkla "nasıl yani" dedim, "bunlar sizin ilahlarınız değil mi? Şiva işte. Bak, boynunda yılanı var, elinde yaba, bakışlarından tehdit akıyor, vs…"

Adam tekrar "yok, ben bilmem" dedi.

Belki Budisttir, ondan bilmiyordur diye "siz Hindu değil misiniz?" diye sordum; adam "annem babam Hindu ama ben pek dindar biri sayılmam" dedi.

Tam o sırada yanımızda beliren Orhan Baba "evet, bu Şiva bu da Ganeş" diyerek konuya açıklık getirdi.

Nepalli mevzuyu banal bulmuş olmalı ki, "haa, öyle miymiş" dedi ve gitti.

Biz, iki Müslüman Türk onların tanrılarının ıcığını cıcığını biliyoruz, herif kendi Allah'ını tanımıyor. Reddetse neyse, resmen bîhaber.

İşte buna kültürsüzleşme deriz biz efendiler. Ama kültürsüzleşene sorsan, o bunu modernleşme sanır.

Ne oldu ki, şaşıracak ne var? O da Beyaz Nepalli. Bizde yok mu "Muhammed kim" desen suratına boş boş bakacak bir sürü "modern"? Bu da oranın "modern"i. Yani kaz. Eminim ki Hindu kültürüne yabancılık çeken bu hıyar ağası, Jesus efendi hazretlerinin cemaziyel evvelini ezbere biliyordur.

Ulan, insan annesinin babasının tapındığı varlıkların hiç olmazsa adlarını sanlarını bilmez mi? Bu kadar mı kopulur gelenekten? Var mıdır modernliğin cehaletten geçtiğini zannetmek?

İşte bundan uyuz oluyorum İslâmiyet hakkında tek satır bilmemeyi "çağdaşlık" sananlara. Sürü sepet var çevremde bunlardan. Cehalet lan bu! Basbayağı cehalet!

Utanıyor belli ki bu hıyar da Nepalli ve Hindu olmaktan. Aynen bizdeki Türk ve Müslüman olmaktan utanan, zihnen sömürgeleşmiş, ne oralı ne buralı, arada kalmış orta sınıf kentli gibi.

Herhalde evinde klâsik batı müziği dinliyor ve kendini Viyanalılarla eş tutuyordur. Katmandu sokaklarında da kendi halkına tepeden bakarak dolanıyordur turist edasıyla. Kendi kültürel toprağının ana bileşenleri olan Şiva'yı ve onun oğlu Ganeş'i tanımayan bir sera bitkisi, Mozart'ın bütün eserlerini opus numaralarıyla ezberlese kaç yazar?

Aynen bizim arabeskten nefret eden, İslâmiyeti küçümseyen, kızına Merve adını verip de onun aslında "Kâbe'nin hemen yakınında aralarında koşarak sa'y edilen Safa ile Merve tepelerinden birisi" olduğunu bilmeyen, merak etmeyen salaklar sürüsü gibi…

(Ya da bencileyin, Merve ve Hacer-Ül Esved'i aynı şey sanan kaz kafalılar gibi…)

İşte Entel budur.

* * *

Ya Müstemleke Aydını ne mene bir şeydir?

Beş vakit namazı bilse bile "biliyorum" demeye, papagalli'nin papağan olduğunu bilmese de "bilmiyorum" demeye utanır. Dahası, "bilmiyorum" diyene küçümseyerek bakar ve bilsin bilmesin mutlaka bilgiçlik taslar.

Yanlışını çıkarırsan kabul etmez. Hatta küser, kara listeye alır.

Gazete, dergi ve kitapları okurken, daha sonra "satacağı" bilgileri istiflemek gibi bir merakı vardır. Kafasının içi kartoteks dolabı gibi konu başlıklarına ayrılmış klişe malûmatla doludur. Niyet tavşanları gibi o kartoteksten çekip çıkardığı birkaç cümlelik ya da paragraflık konserve bilgiyle mütemadiyen "bilen adam" rolü oynar.

Çünkü Entel, yani buralara özgü müstemleke aydını, her boku ezberinde tutması gerektiğine inandırılmıştır.

Kim tarafından?

Maarif, Matbuat, Neşriyat, yani bizatıhî Beyaz Adam'ın manevî iktidar organları tarafından.

O Beyaz Adam ki zaten kendisi ithal malı bir kartotekse "bilim" ve "kültür" diye biat etmiş Öncü Entel'leridir. Paris'te, Viyana'da, Berlin'de ezberledikleri dersleriyle Sirkeci Garı'na avdet edip, bir milleti kendi bin yıllık kültür mirasına bağlayan palamarı Makedonyalı Alexander azametiyle kesip atmışlardır.

Yabancılaşma ve cahilleşme katarında yerlerini alıp, yarım yamalak ezberledikleri ve burada başöğretmen edasıyla sattıkları besteci, heykeltıraş, filozof listesini "muasır medeniyet" adına taşraya taşımışlardır.

Buna kültürsüzleşme de denebilir. "Kültür taşıyıcısı" sıfatıyla çıktıkları yolculukta, ekseriyetle farkında olmadan emperyalistin kültürünün taşıyıcılığını yaparlar. Çünkü beyinleri yıkanmış, salaklaştırılmışlardır.

İşte ben bu yüzden kıl olurum Köy Enstitüleri'ne falan…

Hayır, yararsız bulduğumdan değil. Zararlı bulduğumdan da değil. Küstah bulduğumdan.

Bir milleti karşısına alıp "sen barbarsın, sana medeniyet öğreticiim" diyen bir kadronun eseri olduğundan.

Onları Amerika kıtasına medeniyet götüren İspanyol kaşiflere ve onların kılıçla açtığı yoldan ellerindeki kanlı haçlarla geçerek Avrupa değerlerini (yani zihnen Avrupa'ya biat etme şartını) yayan misyoner papazlara benzettiğimden.

İşte o yüzden uyuz oluyorum o aslını inkâr eden rahip kılıklı cuntacıya ve o yüzden uyuz oluyorum "Türkler bilek kalınlığında sıçar, çünkü tahılla beslenir, zekâsı gelişmemiştir" diyen peltek dilli geveze kart zamparaya.

İşte o yüzden uyuz oluyorum -bizzat kendim de bu sistemin üretim hatalarından biriyken- bizi böyle ucubeye çeviren kültürel hegemonyaya.

Güney Afrika'daki Mandela öncesi ırkçı beyaz azınlığın iktidarına benzetirim ben bu ülkenin Beyaz Adam oligarşisini ve onun değerlerini.

İstilacıların ileri karakolları gibi davranmış olan, kendi milletine şort giydirerek ve türküleri çokseslendirerek uygarlaştıracağını sanan naif bir kadronun eseridir Batılılaşma projesi. Ve yegâne demeyeyim ama en gözle görülür eseri, ortalıkta sürü sepet dolanan enteller güruhu olmuştur bu asker cumhuriyetinin.

* * *

Yabancılaşma

Adına "Entel" dediğimiz bu üretim hatası, aslında Beyaz Adam'ın bir türevi değil midir?

Ama dikkat edelim, kendisi değil, türevi.

Neden?

Şundan: Beyaz Adam, her şeyden evvel, bir kültür taşıyıcısıdır.

Kuralları o koyar ve koymuştur. En alaturkasından en İslâmcısına kadar neredeyse herkes, kendini Beyaz Adam değerlerine göre konumlandırır ve tarif eder.

Şu meşhur "Hocaefendi" bile gözyaşlarına boğularak verdiği hisli vaazlarında "bakınız ünlü Fransız düşünür Auguste Comte adı güzel peygamberimiz hakkında neler söylemiş" diyerek övüyor kendi dînini. Şu İslâmî uyanışın aydınlarına bak hele, kendilerini Beyaz Adam'a beğendirmek için kırıtmaktan bitap düşüyorlar. İki ayet arasına mutlaka birkaç tane de frenkçe terim sıkıştırmadan edemiyorlar.

Türbanlı milletvekili Merve Kavakçı kocasıyla İngilizce konuşunca, hemen lâikperver bir hanımefendi tarafından azarlanıyor "Türkçe konuşun" diye.

O azarlayan kadının Cumhuriyet okuduğuna kalıbımı basarım.

Tepkisi İngilizce'ye mi başörtüsü takan bir kadının milletvekili oluşuna mı artık siz karar verin.

Yusuf İslâm ne zaman buralardan geçse, kanallar sıraya diziliyor onu ana haber bülteninde konuk etmek için. Niye?

Kayserili Hasan Müslüman olmuş, kimin umurunda? Ama Grek asıllı İngiliz Cat Stevens Müslüman olursa, bu durum "mübarek dinimizin ve adı güzel peygamberimizin" beyaz adam tarafından takdis edildiği anlamına geliyor.

Hani Kara Kafalı Adam'ın en pop örneği saydığımız İbrahim Tatlıses'in ne kadar doğal, ne kadar "kendisi gibi" olduğunu anlatıp duruyoruz ya…

Öyle mi sahiden?

Bence İbrahim kardeşimiz kendine biçilmiş bir rolü oynuyor. Onun "mağaradan çıkmışlığı şovun bir parçası; senaryo her zamanki gibi Beyaz Adam'a ait.

Dikkat edin şu içinde köylü görünen haber ve belgesel programlarına, kamera yüzüne tutulduğu zaman kaşığı nasıl şehirli gibi tutmaya çalışıyor rençber.

Bunun adı Yabancılaşma'dır efendiler; Y harfiyle başlar.

Bir ulusa fabrikasyon kimlik üretilmeye çalışılmıştır. Ama mühendis çapsız olduğu için, prototip aynen Cemal Aga'nın talimatıyla üretilen Devrim otomobili gibi, yüz metre gidip, bir daha çalışmamak üzere stop etmiştir.

Ve hiç bir medenî cesaret sahibi çıkıp da benzin deposunun dolu olup olmadığını kontrol edememiştir.

İstanbul kadınlarının dili, emirle Sivaslı'nın, Urfa'lının, Konyalı'nın, Giresunlu'nun dili yapılmak istenmiş, bu aşı da tutmamıştır.

"Şu herüf u gadar koti u gadar koti ki, gozzini gırpmadan adam oldiriy" diyen Küçük İbo ve "baa o biçum tiyenun sülâlesini şey ederum!" diyen İsmail Türüt, bu saçmalığın geri tepmesidir.

Talim ve Terbiye Kurulu'nun "eğittiği" kafalar bu durumu "yozlaşma" olarak görüyorsa, sorun bizatıhî bu kafanın kendisindedir. Demek ki bu maarif ve bu matbuat, Küçük İbo'nun binlerce yıllık bilinç altına nüfuz edecek kadar kuvvetli bir yanılsama üretememiş. Şimdi kendi çapsızlığını "ilkelliğin ve irticanın hortlatılması" olarak takdim ediyor -ve belki sahiden de öyle zannediyor- oluşu, Beyaz Adam'ın çocuksu hülyalarının iflâsıdır sadece.

"Müziğimizi çağın ritmine uydurmalıyız efendiler!" ayeti iner inmez saz şairi avına çıkan kafa yapısı, o zamanlar ektiği rüzgârı bugünkü fırtınayla biçiyor, niye şaşırıyorsunuz?

Tabii ki ortalık bağlamadan, curadan, kabak kemanîden, darbukadan geçilmeyecek, burayı Bavyera mı sanmıştınız?

"Milletvekili, bakan, hatta hüsam olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız" ayeti inecekti de müteveffa Suphi Baykam'ın oğlu harika çocuk bursuyla "medenî" dünya ya gönderilmeyecek miydi yani? Sonra da pazarlama stratejileri uzmanı olup gelsin, manken boyasın, eşek boyasın, gazete kâğıdını tuvale yapıştırıp yapıştırıp enayiler loncasına ve sanattan falan anlamayan, ama entelliğin gereğini yerine getirmek için hisse senedi biriktirir gibi tablo turşusu kuran zırcahil orta sınıfa anasının nikâhına kakalasın…

Entel, kendi değerlerine yabancılaşmış Beyaz Adam prototipinin klonlanarak çoğaltılmaya çalışılmış röprodüksüyonudur dostum. Ama düşük voltaj nedeniyle tekâmül edememiş, rolünü yeterince ezberleyememiş, üzerine abanan egemen ideolojinin baskısı altında un ufak olmamak için derinden gelen bir hayatta kalma refleksiyle hiç değilse "onlar gibi" görünmeye çabalayan, zavallı, ezik, kavruk, iğfal edilmiş bir vatandaş tipidir.

Dikkat ediniz efendiler, "karakter" demiyorum, "tip" diyorum. Bu ikisi farklıdır.

Çünkü, Entel kendisini şahsiyet yapabilecek derinliğe sahip olamadan piyasaya sürülmüş olan bozuk maldır.

Olması beklenen şey, gerçek bir entellektüel değil, biraz daha rafine bir niyet tavşanı uyarlamasıdır yalnızca. Çünkü, onu imal eden Beyaz Adam'ın kendisi de bir çeşit Entel'dir zaten. Batılı olmadığı halde Batılıymış gibi yapan, içinde yaşadığı ve nimetlerinden bol bol yararlandığı coğrafyanın yoksul halkıyla arasına mesafe koyma ihtiyacını duyan yabancılaşmış bir sınıf.

Ama daha önce de zikrettiğim gibi, o sınıf da kendi arasında bin parçaya bölünmüş, koordinatları kolay kolay çizilemeyecek bir sınıftır.

Sanırım onları teşhis etmekteki en kestirme ipucu, kendi halkını şu veya bu şekilde hakir görüyor oluşlarıdır.

Bindikleri minibüsteki köksüz, çorba gibi müziğe ve onu dinleyen minibüs ahalisine kıl olurlar; ama o müziği yaratan ihtiyacın, koskoca Osmanlı coğrafyasının o ucundan bu ucundan ekonomik ya da siyasî mağduriyetlerle kopup metropole sürüklenmiş ve kendisine ancak kentin çeperlerinde sığınacak mendil kadar bir yer bulabilmiş, kim oralı kimi buralı olduğu için de ne rumeli türkülerinde, ne bozlakta, ne horonda, ne tangoda, ne alaturkada, ne operada hemfikir olamayıp, bütün bu benzemezliklerin ve sıkıntılı hayat şartlarının minibüsteki muadili olan arabeskte anca uzlaşabilmiş yerinden yurdundan sökülüp göç ettirilmiş insanlar olduğu gerçeğini anlamaya yanaşmazlar.

Dahası, minibüsteki o müziği sevemeyen tek kişi belki de kendisidir, ama yine de çoğunluğun tercihine "katlandığı" için "çok demokrat" olduğuna inanmak eğilimindedir.

Tabii canım, korkudan değil demokratlığından katlanıyor.

O bulamaç müziği şikâyet etmeden dinleyenler çırçır atölyelerine, temizliğe, hadi bilemedin, en fazla noter kâtipliğine falan giderken, bizim mozart muhibbi Entel çalıştığı gazeteye gider ve döktürür:

- "Bu halk yozlaşmıştır efendiler!"

Asıl yoz sensin efendi!

Kendi özgün kimliğine, seni de içeren toplumsal mozayiğe düşmansın. Bedendeki kanser hücresi gibisin; elinden gelse çoğalıp tüm bedeni kaplamak, tüm kontrolü ele geçirmek, bedendeki tüm refleksleri kendi arzularına göre değiştirmek istersin; kendi varlığının da sona ermesi pahasına bile olsa.

Aşağıladığın, insandan dahî saymadığın o yoksulların erdemsizliği senin formatlanmış erdeminden daha sahici, bunu göremiyorsun.

Her ağzını açışta "ben bilime inanırım" diyor ve ne kadar gülünç olduğunu anlayamıyorsun. Bilim, alternatif bir din değil ki. Bilim, inanmanın ve doktrinin bittiği yerde başlar; sen ezberlediğin dogmaları bilim sanıyor ve ona inanıyorsun.

Dîni reddederken büründüğün bağnazlığınla ve "öteki" kültürü öğrenmeyi reddedişinle yobazdan daha yobaz oluyorsun. Bilmediğin, merak etmediğin şeyleri yok sayarak, aslında kapıcınla, temizlikçinle arandaki iletişim kopukluğunu, doğuştan hakkın gibi algıladığın kast sistemini meşrulaştırmak, ırkçılığına kılıf uydurmak istiyorsun.

Ola ki daha yüksek bir kültürü içselleştirmiş bile olsan -ki hiç sanmıyorum- yine de bu sana farklı kültürleri "aşağılık" bulma hakkını tanımaz.

Bu hakkı kendinde görene zorba denir.

Her ülkenin bu tarz zorba eğilimli oligarşik bir katmanı vardır.

Onlara da her halde beyaz arjantinli, beyaz madagaskarlı, beyaz fransız, beyaz arap falan denir. Metropolden taşraya bakar gibi, sömürge halkına bakar gibi bakarlar kendi halklarına ve onların akademik olmayan kültürüne.

Bu bakış burjuvanın ve aristokrasinin bakışı olduğu zaman, anlaşılır ve tarihsel süreç içinde yerli yerine oturtulabilir bir şeydir. Ama köhne apartman dairelerinde, gecekondu azmanlarında yaşayıp da viyana saraylarının kraliyet kültürünü kendi kültürü gibi görmek isteyen budalaya isteyen saygı duysun, ben oramla gülerim.

Entel dediğimiz ve dalga geçtiğimiz şey (bizatıhî kendimiz) bizden önceki zorbaların klişelerini sorgulamadan omuzlamaya kalkıp da o klişeler balyasının altında yamyassı olan bir üretim hatası'yız derken, kast ettiğim budur.

Bizi üreten bu robot fabrikasının sahibi, müdürü, hissedarı ise emperyalizm efendi hazretleridir.

Beyaz Adam mı? O da bu uluslararası markanın taşra bayii.

Bize o kakaladı son kullanma tarihi yüz yıl önce bitmiş olan bu çürük malı.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

95
Derkenar'da     Google'da   ARA