Patronsuz Medya

Memet ile Memo

Necdet Şen - 22 Ocak 2002  


Joker'de çizer misin?

Evvel zaman içinde, Zorba'ya "zorba" dediğim için Joker dergisi serüvenim olmuştu.

O zamanlar adı Hıbır olan mizah dergisinde yazıp çizen Hasan Kaçan aramış ve yayın hazırlıkları süren Joker adında bir çizgi roman dergisinde çizip çizemeyeceğimi sormuştu.

Beş parasızdım. Üstelik ödemek zorunda olduğum taksitler, ev kirası, kedi maması giderlerim vardı.

Ama yine de içimden bu teklife "peki" demek gelmiyordu.

Ne var ki, her ne kadar yazar-çizerliğe ilk kez o semtte başlamışsam da bu Gırgır türevi mizah dergilerine ve onların kaba popülist mizah anlayışlarına pek sempati duymam. Hiç yaratıcı gelmez bana yaptıkları işler. Konfeksiyon atölyesindeki kalıpçı çırakları gibi, tekrarlana tekrarlana tiridi çıkmış bayat esprileri neredeyse tamamı ezberlenmiş ağız burun kol bacak şablonlarıyla tekrarlayıp durduklarını düşünürüm. Kusuruma bakmazlar umarım, estetik ve içerik olarak zayıf bulurum o dergileri.

Belki buna benzer nedenlerle, belki de kendimi bir halt sandığımdan, Hasan için taşıdığım dostça duygular ve o ekolü pek fazla benimsemeyişim arasında bocalayıp duruyordum. Ne zaman ki yakın bir arkadaşım, "saçmalıyorsun artık; buzdolabın tamtakır, kedilerini doyurmaktan acizsin, fıstık gibi iş teklifini reddetmeyi düşünüyorsun; ne olmuş yani, insan ekmeğini kazanmak için Hıbır'da da çizer kuburda da; üstelik seni Hıbır'a değil, yeni çıkacak bir çizgi roman dergisine davet ediyorlar." diye zılgıtı çekince, içinde bulunduğum "soylu" duruşun dışarıdan nasıl saçma göründüğünü kavrayıverdim.

Haklıydı. Gururun bu kadarı marazîydi artık. Hasan'a "peki" dedim. Ama aslında Joker'den ziyade Hasan'a "peki" dedim.

* * *

Siyasi çizgi romanların unutulmaz enayisi

"Nasıl bir şey çizmeyi düşünüyorsun?" diye sordu Hasan, "aşklı meşkli bir şeyler" dedim.

"Keşke şu PKK konusunu çizsen ne güzel olur, tam da senin kalemin bu siyasî mevzular" dedi.

Pek istemedim. "Bilirsin" dedim, "ben bir kez bu konuları yazıp çizmeye başlarsam, tepkinin, tehditin, suç duyurusunun ardı arkası kesilmez; o saatten sonra ne kendime sansür uygularım, ne de uygulatırım; buna varsan çizeyim."

"Tabii ki ne istersen onu çizersin, sana kim onu çizme şunu çiz diyebilir?" dedi Hasan ve gönülsüzce de olsa, ülkemizin güneydoğusunu (aslında tüm ülkeyi) kasıp kavuran PKK-TSK savaşını ve bu savaşın etrafındaki insan manzaralarını yazıp çizmeye başladım.

Öykünün iki temel kahramanı vardı: İstanbullu Memet ile Diyarbakırlı Memo.

İkisi de aynı günlerde kendi kentlerinde askerlik şubelerine çağrılıp celp evrakları tebliğ ediliyordu. Memet istemeye istemeye uzun saçlarını kestirip trene atlıyor ve Burdur'daki acemi birliğine yollanıyor, ama Memo diğer kardeşleri PKK saflarında savaşmak için dağlara çıktığından, baş başa kaldığı ihtiyar yatalak annesini yalnız ve kimsesiz bırakmak istemiyordu. Askerlik şubesindeki subaya da anlatamıyordu derdini, "tek çocuğum" dediğinde, "yalan söyleme, başka kardeşlerin de var" diyordu subay, dağda ölen, ama nüfus kütüğünden kaydı sildirilemeyen kardeşlerini kastederek.

Bu açmaz içinde kıvranırken, siyah plakalı bir otodan inen "memleketin gurur duyduğu" türden sivil giyimli birileri Memo'nun "tipinden hoşlanmayıp" onu bir kuytuda "sorguluyor" ve tatmin edici yanıt alamayınca da oracıkta "infaz" ediyorlardı.

Ama Memo, şans eseri hayatta kalıyor (bir askerî doktor tarafından gizlice tedavi ediliyor) ve o öfkeyle gidip PKK saflarına katılıyordu.

Hikâyenin tamamını anlatacak değilim, bir gün kitap olarak yayınlanırsa okursunuz inşallah. Yayınlanmazsa da dert etmeyin, kitapçı vitrinleri çöp adam çizen sanat güneşlerinin patron ihsanıyla basılmış lüks albümleriyle dolu, Memet ile Memo'nun eksikliğini hissetmezsiniz.

* * *

Madde 159 kimdir, necidir, ucu sivri midir, batar mı?

Nasıl seksenli yılların ortalarında herkesin "nasıl söylesem bilmem ki?" diye ağzının içinde gevelediği ama başını belâya sokmamak için susup bir başkasının söylemesini beklediği konuları, 12 Eylül faşizmine ve sol örgütlerin içinde solculuk kılığında dolanan feodal kafa yapısına ilişkin itirazlarını Hızlı Gazeteci namıyla maruf çizgi kişilik, Bacı adlı öyküsünde gümbürt diye söyleyip etkileri bugüne değin uzanan püsküllü bir belâyı başına sardıysa, doksanlı yılların başlarında da Memet ile Memo çizgi romanı da, herkesin bilip de maçası sıktığı için yazıp çizemediği gerçekleri, PKK ve devlet destekli anti-terör (bal gibi kontr-gerilla) timlerinin gaddarlıklarını eveleyip gevelemeden güm diye söylemiş, ne var ki çizerinin tüm cemaatlerin dışında duran bir "kaka çocuk" olması nedeniyle aynen bugünlerde olduğu gibi o zaman da görmezlikten gelinmişti.

Ama medyanın ve cemaatçi entelijansiyanın inatla görmezlikten geldiği bu çizgi romanı sayın muhbir vatandaş ve vazifeşinas cim savcısı görmezlikten gelemezdi.

Nitekim gelmedi de. Memet ile Memo'ya Türk Ceza Kanunu'nun 159 sayılı maddesinden dava açıldı.

Yöneltilen suçlama: "Devletin Emniyet Kuvvetlerine ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yayın yoluyla hakaret" idi.

Ondan birkaç yıl evvel de madde 158'den (zamanın Cumhurbaşkanı'na hakaretten) yargılanmış ve beraat etmiştim. Şimdi ne olacaktı bilmiyordum.

O günlerde dergiye gittiğimde, Hasan'dan müjdeyi aldım: "Minci İnci Bey seni görmek istiyor".

"Kim o?" dedim. Yayın grubunun hukuk danışmanıymış. Hakiki adı başka tabii, senaryo icabı (biraz) değiştirdim.

Gerçi o yıllarda bu tür davalarda Av.Gülçin Çaylıgil takip ederdi davalarımı. Ama madem konuşmak istemiş, konuşalım dedim ve ofis-boy'dan devşirme yazı işleri müdürü Muammer'le birlikte çıktım üst kata.

Hazret bizi beş on dakika kadar bekletti kapısında. Neden sonra girdik. Makam odasının genişliği beyfendinin kibirini yeterince yansıtıyor.

Doğrudan lâfa girdi alçak dağların tanrısı:

"Ne bu böyle?"

"Ne-ne?"

(Çizgi romanımı göstererek) "Bunlar! Rezalet! Nasıl yaparsın böyle bir şeyi?"

Masanın üstünde Joker dergileri ve dergide benim çizgi romanın olduğu sayfalar açık duruyor.

"Siz" deme gereğini bile duymuyor salatalık ağası, o kadar hakir görüyor.

"Anlayamadım" dedim, "Berbat olan ne? Çizgi roman mı? Yani sanatsal açıdan mı berbat?"

"Hayır" dedi hazret, "vatana ihanet bu! Sen ne hakla devletin güvenlik kuvvetlerine…"

Kan tepeme çıktı. Sesimi yükseltmemeye çalışarak "ağır olun bir dakka!" diye kestim mühim şahsın sözünü; "siz avukat mısınız, sıkıyönetim savcısı mı?"

Adam afalladı. Hiç beklemiyordu sanırım bir ecirin karşısına dikilip horozlanmasını.

Devam ettim:

"Kaldı ki, bir sıkıyönetim savcısının bile böyle terbiyesizce bir üslupta muhatabını azarlama yetkisi yoktur. Siz bu kafayla mı savunacaksınız beni mahkemede?"

Hazret daha da afalladı.

"Eğer öyleyse, kalsın, istemem. Daha düzgün avukatlar tanıyorum. Onları tercih ederim."

Minci Bey'in jetonu anca düştü. Ayağa kalktı. Yanındaki mini etekli sarışın genç avukata döndü:

"Tuyan Hanım, bu beyfendi ile konuşacak başka konumuz kalmadı."

"Zaten konuşacağımız hiç bir şey yoktu ki, meseleye neden burnunuzu soktunuz, hiç anlayamadım" dedim, döndüm, kapıya yöneldim.

Hazret adam akıllı sinirlendi bu son sözüme. Arkamdan seslendi:

"Eğer tazminat ödemeye mahkûm olursan, bil ki bu müessese senin için bir kuruş para ödemez!"

"Paranız sizin olsun!"

Başından beri bu tartışmayı bir köşede süklüm püklüm izleyen yazı işleri müdürü Muammer de o şaşkınlıkla peşimsıra terk etti odayı. Rengi bembeyaz olmuştu.

Bir otomobil ayarlandı, kireç beyazı Muammer, avukat Tuyan Hanım ve bendeniz "vatan haini", ifade vermek için Şişli adliyesine doğru yola çıktık. Yolda avukat hanıma "yanlış anlamanızı istemem, size karşı bir tavır değil, ama ben bu tarz davalarda savunma avukatı olarak Gülçin Çaylıgil ile çalışırım; bu kez de öyle yapıcam; savunmanıza beni katmasanız daha iyi olur." dedim. Avukat Hanım biraz kırılır gibi olduysa da üstelemedi, "nasıl isterseniz" dedi.

Şişli'deki Basın Savcısı'nın huzuruna çıktık. Muammer kekeleyerek ve bu kez de ateş gibi kızararak ifadesini verdi. Sonra da sıra bana geldi. Her konuda berbat olacak değiliz ya, fena sayılmayacağımız bazı konularda da var. Örneğin, ağzım iyi lâf yapar. Ondan olacak, ben konuşurken savcı araya girip, "gayet akıcı cümlelerle konuşuyorsunuz, ben ne yapsam sizin bu cümlelerinizi aynı kıvraklıkta zapta geçirtemem; isterseniz size biraz mühlet vereyim, bu ifadenizi yazılı olarak getirin, ifade zenginliğinize yazık olmasın" dedi.

Valla palavra atmıyorum. Böbürlenmiyorum. Savcı sahiden de aynen böyle dedi. Ben o zaman anlayamadım ama meğer hatırı sayılır bir jest yapmış. Herkese yapılmazmış bu.

Uyuşuğun tekiyim ya, bir saatte yazılabilecek yazılı ifademi beklettim beklettim, son gece yazdım. İki adımlık yere bir haftalık mühletin son günü, mesai saati bittikten sonra götürdüm. Zabıt kâtibi, "maalesef mesai bitti, savcı Bey az önce çıktı" dedi.

"Ne olacak peki şimdi?" dedim, kâtip "otobüs belki kalkmamıştır, bir inip bakın isterseniz" dedi. "Ne otobüsü?" dedim, "adliye mensupları için belediye bir otobüs tahsis etti, eğer kapının önünde bekleyen bir belediye otobüsü görürseniz, bilin ki savcı Bey onun içinde oturuyordur" dedi.

Apar topar aşağı indim. Sahiden de kapının önündeki belediye otobüsü henüz kalkmamış. Paldır küldür otobüse daldım, ön sırada oturan bayan savcının ayağını, afedersiniz, ayı gibi çiğneyerek bir arka koltukta oturan savcıya ifademi uzattım. Savcı bu allahlık halime gülerek ifadeyi aldı.

Tumturaklı bir ifade metni yazmıştım, ama yine de dava açılmasını engelleyemedim. Sanırım emir "büyük yerden" gelmişti.

O günlerde bir gazetede adliye muhabirliği yapan ve düşünmeden yazdığı bir haberi yüzünden 12 Eylül mağdurlarından İlkay Erhan Çınar'ın fazladan iki yıl daha yatmasına sebep olan bir hıyarın kışkırtmasıyla, beni yıllarca hapiste yatıracak kadar sivri, zehir zemberek bir savunma metni döşendim.

Kararlıyım yani, kendime zarar vermeden vazgeçmiycem diklenmekten. Kim gelirse. Yeter ki güçlü ve tehlikeli olsun.

Gülçin Hanım yazdığım savunmayı görünce beni bir güzel fırçaladı ve içindeki tüm sert, dağa taşa değirmene efelenen cümleleri çıkarttırdı. İsmail Beşikçi Junior olma hayalim kursağımda kalmıştı.

Onun yerine kral bilmem kaçıncı Louis'nin kafasını armut biçiminde çizen ressam-karikatürist Daumier'nin savunmasını falan örnek gösterdik. Daha doğrusu, öz olarak, "bir çizgi roman yüzlerce kareden oluşan bölünemez bir bütündür; onun şu ya da bu karesindeki herhangi bir konuşma balonundan alınmış bir cümleden yola çıkılarak romanın tamamına ilişkin yargıya varılamaz" mealinde bir savunma yaptık.

Kararın okunacağı gün, kesinlikle mahkûm olacağımdan emin, mahkeme heyetinin karşısına çıktım. Doğrusu, ikisi kadın, biri erkek üç yargıçtan oluşan mahkeme heyeti, her daim çatık kaşları ve göz göze gelmekten titizlikle kaçınan beden dilleriyle pek de dostane bir izlenim uyandırmıyorlardı insanın üzerinde.

Ama gerekçeli karar okunduğunda hem ben hem de avukatlar apışıp kaldık.

Mahkeme beni (ve kahraman Muammer'i) oybirliğiyle beraat ettiriyordu. Ama hem de ne beraat. Memet ile Memo'nun bir sanat eseri olarak değeri, bizzat onu yargılayan İstanbul 2. Ağır Ceza mahkemesi tarafından tescil ediliyordu.

Bir reklam cıngılı. Bizden ayrılmayın.

Kim demiş Sultanahmet'te 2. Ağır Ceza Mahkemesi yoktur diye?

Var. Ben gittim.

Kim demiş bu ülkede bağımsız yargı yoktur diye?

Var. Ben gördüm.

Suçlu deme, değilim. Kapıkulu deme, değilim. Ben özgürüm. Sadece özgürüm.

Ve güncel bir havadis. Hemen hemen 50 yıllık ceza avukatlığı boyunca bu ülkedeki bütün solcu yazar, çizer ve aydının avukatlığını ve ahbaplığını yapmış olan Gülçin Çaylıgil, meğer görüşemediğimiz şu son yıllarda yöneticiliğini üstlendiği İstanbul Barosu staj merkezindeki genç avukat adaylarına bu davayı ve orada yaptığımız savunmayı ders olarak okutuyormuş. Ama bir parça ayıp ederek, benim yazdığım metni sanki kendisi kaleme almış gibi, başarının tamamını kendisi üstlenerek ve "necdet'i kurtardım" üslubuyla anlatarak.

Olsun, dilim varıp da bir şey diyemiyorum. Çünkü kendisi yine de çok asil bir insandır. Bu davadan tek kuruş vekâlet ücreti almadı. Ben de çok yakın dostluğumuza binanen bir türlü teklif edemedim. Utandım. Şimdi benim hayranlarımın mahçubiyetlerinden bana iş teklif edemeyişleri gibi. O nedenle de bu savunma metni eğer eski avukatıma bir parçacık da olsa manevî haz sağlıyorsa, bir türlü teklif edemediğim vekâlet ücretinin minik bir kısmı olarak tepe tepe kullanabilir.

Bir de şunu öğrendim bu aralar:1993 yılında yargılandığım bu 159. Madde 2002 yılında ceza yasasından tümüyle çıkarılacakken, şu günlerde (2002 Ocak) meclise sunulacak olan bir yasa önerisiyle daha da genişletilmeye ve artık kaş göz işaretlerini bile kapsayacak şekilde ağırlaştırılmaya çalışılıyormuş.

Oraya birazdan geleceğiz. Daha önce işin magazin kısmını anlatalım da ağzımız tatlansın.

* * *

Hıbır'da herkes eşitti; ama bazıları daha fazla eşitti

Tekrar o günlere dönersek, bu patırtıda olan, zavallı Joker'e oldu.

Minci İnci beyefendiyle aramızda geçen tartışmadan sonraki günlerde dergide karşılaştığımız Hasan, "patronu fena benzetmişsin" dedi.

"Ne patronu? Kimi benzetmişim?" dedim.

"Bilmiyor musun?" dedi, "Minci İnci Bey buranın patron vekili. Yani fiilen patron."

Bilmiyordum. Bilseydim çağırdığında kalkıp ayağına gitmezdim. Ben onu derginin avukatı sandığım için çıkmıştım üst kattaki odasına.

O günden sonra bana "lâf anlatamayacağını" anlayan patron efendi, Hıbır'ı ve Joker'i yöneten dörtlü prezidyuma (Hasan, Ergün, Lâtif, Atilla) tebelleş olmuş, "bu herifi kovun, o romanı kaldırın, yoksa size derginizi basmanız için gereksindiğiniz kâğıdı vermem" diye. Onlar da kendileri çağırdıkları ve ısrarla Kürt meselesini çizmeye ikna ettikleri kişiye damdan düşer gibi "git" demeye utandıkları için iki arada bir derede kalmışlar. Belli ki kendi aralarında epeyce istişarede bulunduktan sonra bir çıkar yol bulamayınca da "biraz konuşabilir miyiz?" diye beni odalarına buyur ettiler.

Gittim. Onlar savcı gibi oturur halde, ben zabıt kâtibi gibi ayakta, kapının yanında, mesele konuşuldu:

"Acaba Memet ile Memo ne zaman biter?"

"Bitirdiğim zaman biter" dedim.

"Şey, Minci İnci bizi sıkıştırıp duruyor da, acaba hikâyeyi biraz yumuşatmak mümkün mü?" Hasan soruyor. Diğerlerinin adına o konuşuyor. Belki beni davet eden kişi olduğu, belki de yıllanmış tanışıklığımıza binaen.

"Nasıl yumuşatayım meselâ?"

"Hani, ne biliiym, yani…" falan dediler. Aslında tavrımın ne olacağını baştan biliyorlar da tam anlamıyla iki ateş arasında kalmışlar.

"Beni buraya davet eden de PKK konusunu çizmem için ısrar eden de sizdiniz. Bunu unuttunuz sanırım." dedim. Fazla üsteleyemediler, "Sen de haklısın." falan dediler, mevki makam sahibi meslekdaşlarımın makam odasından çıktım.

Bir şekilde top bana atılmıştı, eğer çizgi romanımda ısrar edersem derginin geleceği, hatta belki o sayısının basılması bile patron vekilinin keyfine kalıyordu. Üstelik mahçup bir tavırla da olsa, o dergide "sorun" haline geldiğim bana hissettirilmiş bulunuyordu.

Bendeniz hakir, bu çizgi roman işini hiç bir zaman meslek gibi göremedim. Bir gönül hikâyesiydi benim için. Belki "insanlar beni severler" diye beslenen boş bir umut. Belki birileri ağzımla tuttuğum kuşlara bakıp, bu dünyada bir kıçlık yerim olduğuna beni de ikna eder diye çocuksu bir beklenti.

Bu dnyayı bilemem ama artık orada yarım kıçlık bir yerim bile olamayacağı anlaşılıyordu. Bir necdet şen klâsiği olarak otoriteyle kafa kafaya gelme becerisini orada da göstermiş, açıkça ifade edilemese de "istenmeyen kişi" olmuştum.

Hemen o hafta değil ama sonraki -ya da belki daha sonraki- hafta öyküyü bir biçimde bağlayıp bitirdim, memleket kurtuldu.

Ama Joker dergisi kurtulamadı. Önce gelirleri kısıldı, orası burası budandı, birkaç hafta içinde de "satmıyor" gerekçesiyle toptan kapatıldı. Aslında bal gibi satıyordu. En azından kendini kurtaracak kadar.

Galiba dergi çıkartmakla bir dergiyi okunabilir yapmak arasındaki çap farkının irdelenemediği bir ülkede yaşıyoruz. Patronları yakın markaja almakla editörlüğün aynı şey zannedildiği bir yayıncılık mecrasında fatura hep çizgi romana çıkıyor ve "bu ülkede çizgi roman satmaz" türünden kof bir klişe hemen hemen herkes tarafından kabul görüyor.

Memet ile Memo öyküsünden dolayı ne medya lordlarından aferin aldım, ne de bir yerlerden iane. Dava açıldığı zaman telefon edip haber verdiğim bir köşe yazarı (Melih Aşık) kayıtsızca "yaa, öyle mi?" falan dedi ve tek kelime bile yazmadı o konuda. Üstelik kapı komşumdu. Kafam basmıyordu o zamanlar, ben "onlardan" değildim. Aydınlanmanın Dalaverecisi'ne rest çekebilme küstahlığını göstermiş ve sonsuza kadar lânetlenmiştim. Jakoben Kemalistlerin gözü oyulacaklar listesindeydim artık. Demokrasinin ve insan haklarının -çeteden olanlarla olmayanlara uygulanacak- birkaç değişik tanımı vardı. Öğreniyordum usul usul.

* * *

Namus timsali bir arkadaş

Emeğimin karşılığı olan telif ücretimin boğuntuya getirilen son kısmını da alamadım Joker dergisinden. Ben çizmeye başladıktan sonra meğer derginin yönetimi el değiştirmiş, Hasan Kaçan bırakmış, Ergün Gündüz'e geçmiş editörlük nöbeti. Bunu ayrılacağım günlerde fark ettim.

Bir türlü ödenmeyen paramı hatırlattığımda Ergün üstadımız, "derginin bütçesi kısıldı, telifleri ödeyemiyoruz" dedi.

"Peki kendi maaşın da var mı bu ödenemeyen paralar arasında?" diye sordum. Kaşlarını yıktı. Hayır, o tıkır tıkır alıyordu bize ödenen paranın birkaç katı olan maaşını, kasanın anahtarı zaten ondaydı; ödenemeyecek olan, bizim paramızdı.

"Nasıl bir ahlâk anlayışı bu?" dedim.

"Naapiim, benim masraflarım seninkilerden daha fazla" dedi erdem timsali çocuk…

Anlamıştım. Çizgi roman gibi ortak bir noktamız vardı, ama sanırım ortak noktalarımızın tamamı bununla sınırlıydı.

Joker'den alacağım birkaç haftalık telif ücreti para harcamayı benden daha iyi bilen başka birilerinin cebine girdi. Alamadım. Az buz bir şey sanmayın, yaklaşık 1000 ya da 1500 dolar cıvarında bir şeydi o para. İnsanlık için küçük, ama benim için büyük bir servet.

O günlerde de şimdi olduğu gibi para pul konuşmak çok ayıbıma gidiyordu. Bir daha ne sözünü ettim, ne de hayıflandım boğuntuya getirilen o telif için. İçimden helâl etmek gelmiyor, ama "haram olsun" da diyemiyorum. Vicdanım elvermiyor. Arkadaşın birkaç aylık (ya da yıllık) insülin parası da benden olmuş oldu böylece. Bir çeşit fitre-zekât. Zengin olandan fakir olana.

Bu durum Hasan'ı ne kadar huzursuz etmiştir bilemiyorum, ama yetenekli bulduğum kadar saygıdeğer bulamadığım Ergün'ü hiç mi hiç üzmediğinden adım gibi eminim. Hatta arkamdan "salağı ne biçim kekledim" diye düşünmüş bile olabilir. Yapısı öyle çünkü.

* * *

Tamam ama şu romanın kendisini görseydik diyenlere

Peki, ucundan gösterelim o zaman. 15. hafta yayınlanan bölümü okutacağız. Ama ondan önce çıkan bölümlerin özetini verelim:

O haftaya gelene kadar, yani birbirlerine silâhlarını doğrulttukları o ana kadar öykünün iki esas oğlanı Memet veMemo hiç karşılaşmaz.

İlk kez bir karakol baskını sırasında yolları kesişir. Issız dağda herkes çil yavrusu gibi araziye dağılmış ve mevzilenmiş, çata-pata kurşun sıkmaktadır. Savaşmaktansa bir yerlere sotalanıp kan banyosunu ölmeden ve öldürmeden atlatmaya çalışan Memet ve Memo, her ikisi de çaktırmadan sıvışayım derken, ansızın burun buruna geliverirler.

İkisi de daha evvel hiç bir insana ateş etmemişlerdir. O an silâhlarını korkuyla birbirlerine doğrulturlar ama ateş edemezler.

Ve tam o esnada çatışan askerlerin ve gerillaların silâh seslerinin yankıları dağdan çığ düşmesine neden olur.

* * *

Benzerlik mi intihal mi siz karar verin

Joker battıktan birkaç yıl sonra plaza binasında tabakhaneye çizgi roman yetiştirmeye çalıştığım günlerde bir akşam telefonum çaldı. Açtım. Hasan.

"Necdet, şimdi televizyonda gördüm, birileri bir film çekiyor, konusu senin Memet ile Memo'nun aynısı" dedi.

"Emin misin?" diye sordum. "Valla tanıtım sahnelerinden çıkardığım sonuç o" dedi. Aynen öykündeki gibi, askerlerle PKK'lılar çatışırken çığ düşüyor, asker PKK'lıyı kurtarıyor vesaire. Araştır istersen."

"İyi, bakarım" dedim, ama pek ilgilenmedim açıkçası. Utandım bu mevzulara odaklanmaya; "öykümü çaldılar!" diye ayağa kalkmak ayıp geldi.

Hatırlar mısınız bilmem, o sıralarda ünlü bir ressam (Bedri Baykam), ünlü bir yönetmenin (Sinan Çetin) çektiği bir filmin (Bay E) senaryosunun aslında kendisine ait olduğunu ileri sürmüş ve yönetmeni hırsızlıkla suçlamıştı. İkisini de çok ayıplamıştım.

Sanatçıların medyaya eserleriyle değil de bu tarz hırsızlık suçlamalarıyla yansımaları beni rahatsız ediyordu. Reklam kokusu alıyordum bu tarz medyatik kavgalardan. Bugün de rahatsız ediyor. O nedenle, daha önce de Hızlı Gazeteci'den çalınan paragraf ya da bölümleri görmezlikten gelmiş, bu hırsızlıkları sineye çekmiştim açıkçası.

Bunda da öyle yaptım ve "ne halleri varsa görsünler" dedim, ilgilenmedim konuyla.

Artık hatamı kabul ediyorum, eşeklik ettim. Tıynetsiz herifin teki pişkinliğe verip öykümü bana sorma gereği bile duymadan sinema filmi yaptı ve kendine sinema dünyasında iyi kötü bir yer sağladı. Bense taa 1972 yılından (Artur Penn'in The Chase filmini seyredip de sinemaya aşık olduğum günden) beri içimde taşıdığım bu tutkuyu, çapulculara bedava kaynak ola ola bekletip duruyorum. Saçlarıma beyazlar oturdu, ama yine de kırıntılarımla idare edenler köşe olurken, bırakın mal mülk (hiç gözüm yok) en azından insanlara verebileceklerimi verebilme olanağından yoksun, sinema, müzik, çizgi roman, edebiyat ve diğer manevî dağarcığımı paylaşamamanın ve çok bilmişler tarafından sık sık "ama yeteneğini pazarlamak zorundasın" diye verilen talkınları dinlememin acısı ve biriken öfkesiyle yaşıyorum.

Neden koydum ben o "Hak Hukuk" yazısını siteye? Durup dururken mi? Arkasında bu yazıda özetle anlatılanlar ve bu yazıya sığmayanların onca yıllık tortusu var.

Memet ile Memo'yu çizdim diye kimseden özel bir aferin beklediğim yok. Ama en azından şunun kavranmasını isterdim: İkide bir dellenip dellenip "hayran" denen yaşam formuna veryansın ediyorsam, arkasında buraya sığdıramayacağım kadar derin bir isyan ve birikimin olduğunu, o kalayların tüm okurlarımı ve dostlarımı kapsamadığını, ama sırf çizgi roman yapıyorum diye adımın hiç de yan yana anılmasını arzu etmeyeceğim kişilerle birlikte anılmayı övgü değil, haksızlık olarak değerlendirdiğimin bilinmesini, anlaşılmasını bekliyorum.

Şu ana kadar tek bir Allah'ın kulunun çıkıp da "Işıklar Sönmesin filminin konusu necdet şen'in Memet ile Memo çizgi romanından apartılmıştır" dememiş oluşu, yazılan çizilen eserlerin yalnızca "mainstream" (kanalizasyon) medyada yer aldığında fark edilişi, bizim ülkemizin "pencere önü çiçeklerinin" yani "aydın" larının hakikatin izini sadece televizyon ekranlarında ve popüler basında sürüyor oluşu, birinin demokrat ya da solcu sayılabilmesinin icazetinin sadece çöl düdüğü'nün sövgülerinden geçişi, kısacası, kendi içine kilitlenmiş ve kendi yapay gündemini hayatın gündemi sanan moloz bir sürünün bu ülkede "entellektüel" olarak kabul görüşü, fena halde asabımı bozuyor ve isteyen kendi üzerine alınsın ama bu ülkenin okumuş kesiminin bu hakirden daha çook yenilip yutulması güç ağır lâkırdılar işiteceğini burada ilânen duyuruyorum.

Tabii şunu da diyebilir isteyen:

"Senin günde topu topu bin küsur kişi tarafından ziyaret edilen web sitende yazdıkların kimin neresinde? İstediğin kadar köpür, kendin söyler kendin dinlersin."

Evet, haklıdır böyle düşünecek olan. Salaklık ediyorum. Ya kendimi "pazarlamalı" ya da çenemi kapatmalıyım. İkisini de beceremiyorum.

* * *

Kendimi pazarlama provası

Öhö! Bi-ki bir-ki! Sees! Pıst kardeeeş, içinde bol kepçe "mapus, zindan, çağdaş, demokrat, yürek, umut, kavga, namlu, cenderme, yoldaş, mahir-hüseyin-ulaş, gül kokulu mustafa kemalim…" gibi kelimeler geçen güftelerim var; Sol Pazar'da bana da bir kıçlık yer bulunur mu?

Bulunmaz mı?

Peki.

Pıst arkadaş, içinde bol kepçe "serbest piyasa, Avrupa Birliği, globalleşme, değişim, enflasyon, parametre, modernite, sakıp ağa, hüsmen aga, besim tibuk, vb" ıvır zıvır kelimelerin geçtiği çizgi romanlar yapsam liberal pazarda bana da bir köşe verilir mi?

Geçti mi borun pazarı?

Hay allah, ben şimdi nereye kapılanıcam?

Acaba Çevik Bir'den rica etsem, danışmanlığını yaptığı "sol" gazeteye beni de aldırır mı?

Aydınlanmanın Mefistosu olmaz mı diyor? Hay allah ki hay allah! MHP'ye kaydımı yaptırsam, gene de almaz mı?

Ne yapsam bilmem ki? Ortada kaldık!

Arkadaşlar, ben de çetecilikten, cuntacılıktan, kışkırtıcılıktan, oğlancılıktan, sübyancılıktan, vaybabamcılıktan, satanistlikten, hedonistlikten, labunyalıktan, fetişizmden, sadizmden, yapmacıklıktan yanayım! İlgilenin artık benimle!

Birilerinden kartvizit mi getirsem? Naapsam?

Genel yayın müdürleriyle de yatamam ki, hepsi erkek.

Mason değilim, reklamcı değilim, tekerlek değilim, kemalist değilim, liberal değilim, paşazade değilim, çerkes değilim, kürt değilim, alevî değilim, yahudi değilim, dindar değilim, ateist değilim, emekli general değilim, eski aydınlıkçı değilim, o değilim, bu değilim… Her taraftan kaybettik.

Çiçek Bar'a, Andon'a, Nevîzade sokağına da takılamam, oralarda harcayacak ne param var ne de zamanım.

Yahu ne kadar zormuş bu ülkede "ayrık otu" olmak!

* * *

Yazıya EK: İstanbul 2. Ağır Ceza mahkemesinin Memet ile Memo davasındaki gerekçeli kararı

Üst kısımlardaki ana adı baba adı vesaire bölümlerini atlıyorum. Karar, "Gereği düşünüldü" kısmından başlayarak (imlâsı azıcık düzeltilmiş haliyle) şöyle:

(…)

Yapılan duruşmaya, toplanan delillere ve tüm dosya kapsamına göre;

İstanbul'da yayınlanan Joker isimli haftalık derginin 2.3.4.5.6.7.8.9.10 sayılarında sanık Necdet Şen tarafından yazılıp çizilen MEMET ile MEMO başlığını taşıyan tefrika halindeki çizgi romanda bir Türk askeri ile Kürt gerillası arasındaki ilişkiler konu edilerek, karşılıklı diyaloglar sırasında çizgi romanın bazı karelerindeki konuşma sözcüklerinden yayın yolu ile Devletin Askerî kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etmek suçundan çizgi romanın çizeri Necdet Şen ve sorumlu müdürü Muammer (Barutçu) hakkındaki TCK'nın 159/1. Md. Uyarınca cezalandırılmaları istemi ile açılan kamu davasının yapılan duruşması sonunda;

Sanık Muammer Murteza Barutçu; tüm soruşturmalardaki savunmalarında derginin sorumlu yazıişleri müdürü olarak çizgi roman şeklinde derginin tüm sayılarında yayınlanan MEMET ile MEMO başlığını taşıyan çizgi romanın içeriğini incelediğini, burada devletin Emniyet ve Askerî kuvvetlerine hakaretin söz konusu olmadığını, burada Türkiye'nin değişik bölgelerinde yaşayan iki insanın karşı karşıya gelerek duygu ve düşüncelerini dile getirmek sureti ile savaşın anlamsızlığını, anne ve babaların çektiği acıları dile getirmek sureti ile mizahî nitelikte güncel olayların Türkiye'nin belli bir bölgesinde meydana gelen olayların içinde yaşayan insanların duygularını yansıtılarak neticede duyulan acılar sonucu bu savaşın anlamsızlığı belirtilerek sağlıklı düşünceler temenni edildiğini belirterek suç unsuru olmadığını söylemiştir.

Sanık Necdet Şen; kendisinin bu çizgi romanın çizeri olup 15 hafta boyunca 15 sayıda MEMET ile MEMO başlığını taşıyan, aynı ülkenin değişik bölgelerinde yaşayan çocukların karşılıklı konuşmalarını dile getiren bu diyaloglar sonucu içinde bulunduğu koşulları anlatan ve sonuçta yurdun birliğine ve kardeşliğine yönelik temennileri içeren bu çizgi romanda hiç bir kurum ve kuruluşa, hele hele Devletin Emniyet Muhafaza kuvvetlerine hakaretin söz konusu olmadığını, 463 kareden ibaret bu çizgi romanın kendi bütünlüğü içinde incelendiğinde sonuçta savaşın anlamsızlığını ve kötülüğünü anlatarak iki ayrı kesimin ve toplum biriminin insanları olan kişilerin aynı yaşam sevinci içinde bulunduklarını anlatan mizahî nitelikteki bu romanda kesinlikle suç kastı olmadığını söyleyerek beraatini istemiştir.

Sanıklar vekilleri; verdikleri savunma dilekçelerini aynen tekrar ederek;

Sanık Necdet Şen vekili Av.Gülçin Çaylıgil savunmalarında ve dilekçelerinde; olayda TCK'nun 159 md. Uygulama ve koşullarının bulunmadığını, bilâkis, toplumdaki saygınlığının korunmasına yönelik çizgi romanın yalnız belirli sayıları ile yetinilmeyerek, bu sayıların içinde karşılıklı diyalogların birkaçını, yani birkaç kareyi ele alarak bu diyalogların içinde suç aramanın ve suç kastını bulmanın mümkün olmadığını, esasında dosyaya konulan, derginin suç unsuru içerdiği iddia edilen sayılarının dışında tüm sayıları ile kendi bütünlüğü içinde incelenmesi gerektiğini, bu inceleme yapıldığı takdirde, MEMET ile MEMO diye karşılıklı konuşan çizgi romandaki hayalî roman kahramanlarının farklı kesimlerden farklı toplumlardan gelmiş olmalarına rağmen, meydana gelen bu anlamsız savaşın hiç kimseye hayır getirmediğini ve savaşın anlamsızlığını anlatarak anne ve babaların çektiği acıları dile getirerek, romanın tümü okunduğunda okuyucu üzerinde sonuçta aynı toplum biriminde ayrı kültür birimlerinden gelen bu insanların acılar içinde yaşadığı, her iki tarafın da anne ve babalarının ve toplum birimlerinin bu acıları paylaştıkları, daha büyük boyutlarda yaşadıkları anlatılarak, toplumda savaşın mantıksızlığı dile getirilerek, özde beraberlik ve kardeşlik duygularını mesajının verildiğini ifade etmiştir. Hukuksal olarak suç unsurunun tüm sayılarının kendi bütünlüğü içinde incelenmesinin gerekli olduğunu dile getirmiş özel bir kastının saptanması gerektiğini söylemiştir.

Sanık Muammer Murteza vekili Av.Tuyan Taboğlu; aynı doğrultudaki savunmalarını dile getirerek, yine hukuksal yönden tüm derginin sayılarının bütünü ile incelenmesi, yazarın hayal dünyasındaki çizgi roman kahramanları karşılıklı diyalogların kötüye değil, sonuçta iyiye çekilen acıların kimseye fayda getirmediğinin anlatılmaya yönelik olup, suç unsuru taşımadığını söylemiştir.

Mahkememiz dosya içindeki iddianamede MEMET ile MEMO başlığı ile yayınlanan dosyadaki sayılarının yanında tümünün yayınlandığı diğer sayılarını da celp ve tetkik etmiş, tüm karelerin mahkeme heyetince incelenmiş değerlendirilmiş, suç unsurları içerip içermediği hususu heyetçe takdir edilmiş olmakla;

Tüm sayıların incelenmesinde sonuçta çizgi romanın 15 sayıda yayınlanıp 463 karede toplumun değişik kültür kaynaklarından değişik yörelerinden ve değişik değer yargılar sisteminden gelen, ancak aynı toprağı, aynı yaşam düzeyini paylaşan, askerlik görevinin yanında buna karşı bir başka düşünce ile savaş veren MEMET ile MEMO isimli çizerin hayalinde yaşattığı, ancak güncel olaylarda dile getirilen konuların mizahî çizgilerle bu diyalogların her ikisinin kendi dünya görüşleri yanında yaşadıkları ortamın acılarını birlikte çektikleri ve bu acıların sonucunda bağlı oldukları toplum birimlerinin, aile birimlerinin, ana ve babaların daha geniş boyutta acılar yaşadıklarını diyaloglarla anlatarak bu savaşın anlamsızlığı belirtilerek, sonuçta bu savaşın kimseye hayır getirmediği düşüncesi ve imajı verilerek, bu ortamda yaşamanın ve bu şekilde savaşmanın faturasının acılar olduğu, ızdıraplar olduğu dile getirilmiş, bazı diyaloglardaki anlatımlar kısmen de olsa uygulanan yöntemlerin eleştirisi olarak belirtilmiş olmakla, esasında çizgi romanın mizahî nitelikte espri dolu, Türkiye'nin gündemindeki olay ve konuların, yaşanan acıların, eleştirel anlamda iki şahsın diyalogları ile anlatılarak, bunun sonucunda memleketin ve aynı toprak üzerinde yaşayan insanların bilhassa acı çektikleri anlatılarak, romanın kendi bütünlüğü içinde okunup incelenip değerlendirildiğinde ve sonucunda bu çizgi romanın birlik ve beraberlik duygularını ve kardeşlik duygularını yaratmaya yönelik mizahî nitelikte, eleştirel sözcüklerle, fakat özde memleketin ve toplumun tümünün yararına mesajlar veren bir çizgi roman olduğu kanısına varılmış, Devletin Emniyet ve Askerî muhafaza kuvvetlerinin tümüne yönelik veya bir bölümüne yönelik hakaret kastı ve unsuru görülmemiştir ve çizgi roman kareleri hepsi incelendiğinde, konuşmaların içinde sosyal yaşamın, ekonomik sıkıntıların insanları açmazlara soktuğu dile getirilerek, Türkiye'de yaşayan tüm insanların asgarî yaşam koşulları içinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı olan (herkesin) özlemini de dile getirdiği saptanmıştır.

Yukarıda açıklanan dosya ve gerekçe kapsamına göre;

Her iki sanığın müspet suçtan dolayı yazıların ve çizgi romanın tüm bütünlüğü içinde özel hakaret kasıtları görülmediği gibi, suç unsurları da bulunmadığından, sanıklar Muammer Murteza Barutçu ve Necdet Şen'in ayrı ayrı mesnet suçlardan BERAATLERİNE,

İsteme aykırı olarak sanıklar ile vekillerinin yüzlerine karşı yargıtay yolu açık olmak üzere gerekçeli olarak oybirliğiyle verilen karar usulen ve açıkça okunup anlatıldı.

Başkan: Osman Sunusi Öztemir 16523 (İmza)
Üye: Şafak Işık 17843 (İmza)
Üye: Serap Durmaz 21894 (İmza)
Kâtip: Taliye Aluç (İmza)

Yorumlar

Tam da geçenlerde Memet ile Memo'nun, Işıklar Sönmesin'le olan benzerliği aklıma dümüştü de, fırsat bulup da hangisi daha önceydi diye geri dönüp bakamamıştım. Yazıyı okudum, iyi oldu. Benim gibi konuyu takip eden birinin bile hafızasında sisleniyorsa o hikâye gerisini siz düşünün. (Bu arada elimdeki Joker sayılarını hâlâ saklıyorum, ama bir sayı eksik sanırım.)

İnsanların büyük çoğunluğu Işıklar Sönmesin 'i hatırlar ve bu filmi belki de bir dönüm noktası olarak görür. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor işte, konusu bal gibi Hızlı'dan araktır.

Memleketimizin sanat camiasının içinde bulunduğu ahval ve şerait yüzümüzü ağartır vaziyette! Esir vurduğunu söyleyen tiyatrocular, eser çalan yönetmenler, solculuk postuna bürünmüş imtiyaz tüccarları…

Biz sanatçının aptal, hırsız ve aynı zamanda ruh hastası olanını mı seviyoruz acaba?

Erdem Abaka - 25 Ocak 2009 (12:35)

Necdet abi, emeğini çalan hırsız mezevenkleri benzetseydin keşke. Hep büyüklük sende kalmış. Valla yazıyı okuyunca şimdi o kadar sinir oldum ki. En azından "hırsız" diye bağırsaydın her birinin suratına.

Kul Hakkı Hırsızlığından Tiksinen Adam - 9 Ocak 2014 (14:24)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

96
Derkenar'da     Google'da   ARA