Patronsuz Medya

#direnAKParti

Necdet Şen - 8 Haziran 2013  


Mehmet Ali Aybar, Ekim Devrimi günlerinde topluma önderlik eden, ama sonrasında sosyalist devrimin yozlaşmasının esas sebebi olarak gördüğü Leninist parti modelini eleştirirken der ki:

"Leninist parti, profesyonel devrimcilerden oluşmuş bir kadronun harekete önderlik etmesi üzerine kurulu bir örgütlenme şemasına sahipti. Çar'ın demir yumruğu altındaki Rusya'da, bu yapıyla mücadele edebilmek için, ister istemez illegal ve savaşçı bir yapısı vardı."

"Ama devrimi izleyen dönemde iktidarı işçilere devretmesi gerekirken bunu yapmadı. Karşı devrimci güçlerin kaybettikleri iktidarı tekrar geri almak için fırsat beklediklerini, proletarya devrimi amacına ulaşıncaya kadar bu profesyonel devrimci kadronun devrime liderlik etmesinin emekçi sınıfı açısından daha hayırlı olduğunu düşündüler."

"Mücadele koşulları için yapılandırılmış olan ve savaşçı tabiatlı liderlerin önderlik ettiği bu parti yapısı kısa zamanda en tepesinde Komünist Partisi'nin yer aldığı bürokratik bir oligarşiye dönüştü ve iktidar hiç bir zaman işçi sınıfına devredilmedi. Tabii ki bu da Sovyetler Birliği'nde gerçek anlamıyla bir sosyalist düzenin hiç bir zaman kurulamaması gibi bir sonuç doğurdu."

* * *

Ak Parti'nin bugün bulunduğu noktayla benzeşen yanları yok mu bunun?

Görüntüyü biraz geri sararak adım adım bugün bulunan noktayı yorumlamaya çalışacağım.

Bunun için, okurların anlayış ve basiretine duyduğum güvenle, özetin içine kendi kişisel hikâyemden parçalar da katacağım. Tabii ki "görün bakın ben neymişim" demek, kendime pay biçmek için değil, zihnen nerede durduğumu ve tespitlerimin arka planını berraklaştırabilmek için.

* * *

1995 yılı sonlarında, partileşme hazırlığı içinde olan Yeni Demokrasi Hareketi'ni izleyip çizgi roman formatında anlatmam (belki hicvetmem) için Hürriyet gazetesinden aldığım teklif üzerine, bu gazetede "Değişim Rüzgârı" başlığı altında, siyasal atmosferi irdeleyen bir şeyler yazıp çizdim.

O günün Türkiye'sinde eski düzenin kaskatı kalıpları içinde bunalan, kabına sığmayan, toplumsal dinamikleri kentli bir aydının zaviyesinden yorumlayan, (tabii ki benim kişisel gözlemlerime ve eleştirilerime dayanan, olmasını arzuladığım dünyayla mevcut dünya arasında yaşadığım sıkıntıyı dışa vuran), depresif, daldan dala hoplayıp zıplayan savrukça akan bir öyküydü bu.

Kürt meselesinden, travestilere, polis ve özel tim şiddetinden dindar kesime yönelik baskı ve aşağılamaya kadar birçok konuya değinildi o köşede. Kendi ülkesinde zenci muamelesi gören ve hakaret yağmuru altında siyaset yapmaya çalışan mütedeyyin çevrelere lâik basındaki en net ve gözü kara destek o günlerde benden geldi sanıyorum. (Abarttığımı düşünen varsa, çok eski zamanlardan söz etmiyorum, buyursun araştırsın, gazete arşivleri orada.)

Müslümanlara yönelik bu ötekileştirmeyi anlama ve nakletme çabam tabii ki karşılıksız kalmadı. İçinde yaşadığım jakoben camia tarafından adeta "satılmış" muamelesi gördüm. Duygusal dünyam terörize edildi. Hayatımın en yalnız, en yaralı, en mutsuz dönemini yaşadım o iki yılda.

Eski düzenin "amiral gemisi" olarak tescillenmiş gazetede yazıp çizdiğim bu çizgi roman yüzünden, basında mevzilenmiş kuvvayı milliyecilerin de ortak nefret nesnesi oldum tabii ki. Kendi kabilemin boyalı kuşuydum.

Bahse konu süreçte maruz kaldığım dışlanma, taciz, düşmanlık, sinir harbi, tanık olduğum çirkeflik, başlı başına bir yazı -hatta kitap- konusu, ama bu benim şahsî hikâyemdir diyor, geçiyorum.

Konunun dindar kesimden gördüğü ilgiye ışık tutmak için, birkaç ayrıntıyı nakletmekle yetineyim sadece. Bunun bugünün AK Parti'siyle hangi bağlamda ilintili olabileceği kendiliğinden ortaya çıkacak.

* * *

1996 Ekim'inde iki hafta boyunca yazıp çizdiğim bölümler, bir yandan maruz kaldığım itibarsızlaştırma kampanyasına zirve yaptırırken, diğer yandan dindar çevrelerin içinin şişini bir nebze de olsa indiren bölümler oldu.

Ahmet Hakan'ın sunduğu Kanal 7 ana haber bülteninde bu iki haftalık bölüm sayfa sayfa okundu. Yine Kanal 7 ve Samanyolu televizyonu o günlerde ayrıca ekrana davet ederek hem o bölümleri tekrar yayınladılar hem de bu konuda ayrıntılı görüşlerimi aldılar. Zaman gazetesi ve Aksiyon dergisi, hakeza. Başka yayın organları da…

O aralar Star TV'de günlük siyasî yorumlar yapan Engin Ardıç, "bugün kendi sözlerimi değil, Necdet Şen'in yazıp çizdiklerini okuyacağım" diyerek birkaç günlük bölümü okudu ekranda yorum olarak.

O günlerde bana selâm verenler ve selâmımı alanlar, neredeyse sadece tesettürlü kızlar ve dindar erkeklerdi. Laik cemaatin gözünde şeriatçılarla işbirliği yapan bir şeytandım.

Çok değil bir yıl sonra İstanbul belediye başkanı Tayyip Erdoğan'ın dilinden o günlerde gazete sütunlarında söylediklerime çok benzeyen sözler duyuldu, "bu ülkede bir siyah Türkler bir de beyaz Türkler var, biz siyahız" mealinde.

Belirtmeliyim; burada demek istediğim "Erdoğan o sözleri benden kopya çekti" gibi bir şey değil. Hatta "ilham almıştır" bile demiyorum. Sadece bakış açımızdaki benzerlikten söz etmek için örnek verdim. Benim içeriden bakarak eleştirdiğim kendi cemaatimi o dışarıdan bakarak ve kavga ruhuyla, ama benzer tespitlerle yeriyordu.

Halen daha aynı minvalde -ve dozu artarak- devam ediyor bu eleştirileri Erdoğan'ın. Ülkenin en fanatik ve aslında en muhatap almaması gereken kesimini, sanki şu an onlar iktidardaymış da kendisi muhalefetteymiş gibi, tüm polemiklerinin odağına yerleştiriyor.

Oysa bu sözlerin söylenmesi 1990'lı yılların sonunda ve 2000'li yılların başında ne kadar gerekli idiyse, bugün aynı derecede gereksiz. Hatta belki zararlı.

Gereksiz; çünkü Türkiye değişti. Köprülerin altından çok sular aktı. AK Parti başardı bunu. Türkiye'nin değişim potansiyelini iyi okudu ve kritik anlarda atılması gereken adımları cesurca attı. Türkiye artık 1990'ların Türkiyesi değil. Aştık oraları. Ufuk çizgimiz değişti. Demir perdeyi birlikte yıktık ve artık daha uzakları görür olduk. Eski düzenin mağrur ve nobran egemenleri bugünün asabı bozuk, mutsuz, moralsiz marjinallerine dönüştüler. Artık kendi hallerine bırakılmayı hak ediyorlar.

Zararlı; çünkü artık bizi o toz duman içinden çıkaracak bir savaş önderine, ajitasyona, kutuplaşmaya, dalaşmaya değil, barışçıl ve istikrarlı siyasetin birleştirici kucaklayıcı diline ihtiyacımız var. Kavga, her ne idiyse, yapıldı ve bitti artık.

Yazının başında Aybar'dan naklettiğim Leninist parti eleştirisi, sanki bugünün AK Parti'si için de yapılmış gibi değil mi?

* * *

Düşünelim…

2001 yılında Refah Partisi'nden (yok, Fazilet'di galiba ya da Saadet…) kopan liberal kadronun içinde, diğerlerinin arasından sıyrılmış 3 lider adayı vardı:

- Abdullah Gül
- Bülent Arınç
- Recep Tayyip Erdoğan

Belki de o günlerin baskıcı ortamında tüm silâhları ve güçleriyle saldıran eski düzenin karşısında yere sağlam basabilmek için kavgacı bir dile, yırtıcı bir rehbere ihtiyaç vardı; belki de bu saiklerle o üç lider adayından en kabadayı olanına bırakıldı liderlik.

Bilemem tabii işin iç yüzünü, tahminde bulunuyorum.

Ama 12 yıl sonra bugün, hızla büyüyen, kalıplarını kırarak normalleşen, müreffehleşen, ayaklarının üzerinde daha sağlam durabilen bir Türkiye var. Bunu AK Parti önderliğindeki toplumsal dinamiklerimiz başardı. Dünkü bağnaz karşıtlarının arasında bile "hakkını teslim etmek lâzım, bu hükümet bir sürü iyi şey yaptı" diyeninden tut da, "neden olmasın, AK Parti'ye de oy verebilirim" kıvamına gelenine kadar çeşit çeşit renk renk bakış açısı varken ve bu sağduyu toplum katında gitgide yaygınlaşırken, nedir bu toz duman?

Güncellemeye tabi tutulmamış arkaik bakış, eski hesaplaşma başlıkları ve savaşçı dil, AK Parti'nin oylarını artırmak şöyle dursun, gelebilecek yeni oyların sahiplerine de soğuk duş etkisi yaparak geri püskürtecektir. Halihazırdaki oy potansiyelinin de en azından bir kısmını hayal kırıklığına uğratıp, tercihini sorguladığı, bugün olmazsa yarın sorgulayacağı bir noktaya sürükler hatta.

Tabii her şeye oy hesabıyla bakılıyorsa. Memleket insanının huzuru AK Parti'nin ilk seçimde alacağı oy oranı kadar önemli değilse.

Ben AK Partili değilim; kurucu genel başkanı ve halihazırdaki tek üyesi olduğum Boş Oy Partisi'nin kararsız, kaypak bir mensubuyum. Uzun zamandır oylarımı -kendi öz partim dururken- bilerek ve isteyerek Kürt partilerine verdim. Gerçi pişman da sayılmam pek, bakarsın gene öyle yaparım.

Ama biliyorum ki, AK Parti'nin Türkiye'yi bugün getirdiği noktadan da ilerisine taşıyacak rüzgârı, ufku, birikimi var. Henüz misyonunu tamamlamadı. Bir gün bizim sosyalistler akıllarını başına devşirip kemalistlerin kuyruğundan koptuğunda ve kendi kitle partimizi bir araya getirebildiğimizde ağız değiştirebilirim, ama şu anda da en az 10 yıldır söyleyip durduğum şeyi bir kez daha -açıkça- söylüyorum:

- "AK Parti' Türkiye için büyük bir şans."

Ama artık bu cenk ruhunun, cenk söyleminin, o olamıyorsa cenk önderinin behemehal değişmesi gerekiyor.

Sayın Erdoğan için, "keşke şu ısırıcı zehirli üslubunu değiştirse de yola gene onunla devam edilse" demek isterdim, ama bunun olamayacağı daha şimdiden kesinleşti gibi.

O zaman geriye bir tek seçenek kalıyor: Değişmemekte inat eden liderin kendisini değiştirmek.

Türkiye'deki siyasal parti dinamiklerinin buna kolay kolay izin vermeyeceğini, o tahta bir kez yerleşenin oturduğu pöstekiyle sembiyotik ilişkiye girdiğini, kaynaşıp alaşım haline geldiğini, pas sökücüyle bile oradan sökülemeyeceğini bilenlerdenim tabii ki. O yüzden de memleketim adına kaygılıyım, efkârlıyım, sokak ortalarında şarap votka bira içiyorum. Çapulcu olmam an meselesi.

Recep Tayyip Erdoğan'daki bu kaskatı soğuk savaş zihniyetini, kendi kitlesinin dışında kalan herkesi ötekileştiren, aşağılayan, itip kakan tavrı görünce, zora koşulan bu geçiş sürecinin ne kadar sancılı geçeceğini tahmin edebiliyor, "Allah bizi kaptanımızın fırtına tutkusundan esirgesin, amin" diyorum.

Ama gene de gelen günden umut kesilmeyeceğini öğrendim, biliyorum. O nedenle, son bir umutla ajitasyonumu çekeyim, eksik kalmasın:

#Diren AK Parti! Diren ki, liderin bu lider, kaderin bu kader değildir!

Sen neler başarmadın ki! Evvel Allah, bunu da başarırsın. Türkiye'nin barış ve demokratikleşme ihtiyacına en uygun lideri yine en iyi sen bulup sen taçlandırabilirsin.

Yorumlar

Bir kaç yıl önce bir televizyon röportajında Tayyip Erdoğan'a rock yıldızı benzetmesi yapılmıştı. Kendisi bunu kabul etmediyse de bence onun politik kariyerini güzel betimleyen bir benzetmeydi bu.

Bazen düşünüyorum da Erdoğan'ın yerinde olsaydı kaç kişi onda otoriterleşme olarak gördüğümüz siyasî çizgiden kendini uzak tutabilirdi? Onun durduğu yerde durabilmek Türkiye gibi gücün tapınma nesnesi olduğu bir ülkede herkesin yapabileceği türden bir iş olmasa gerek. Ve bence bulunduğu koşullarda, kendisine sürekli daha fazlasına lâyık olduğunu hatırlatan iç ve dış seslere kulak asmama konusunda çok da kötü bir performans sergilemedi Erdoğan.

Haklı olarak güç zehirlenmesi deyip geçiyoruz. Kendi iktidarına daha fazlasını katmakla halkın özgürlük alanlarını genişletmek arasında seçim yapmak gerektiğinde ve üstelik koşullar her ikisi için de müsait olduğunda, memleketin modern tarihinin gördüğü en güçlü siyasî liderinin seçimini ikincisinden yana yapması için nasıl bir karaktere ve siyasî/kültürel altyapıya sahip olması gerekir? Üstelik ötenizde berinizde verdiğiniz kararın doğruluğunu ölçebileceğiniz bir referans noktasından yoksun iseniz.

Ayrıca muhafazakâr değil de misal sol eğilimli bir politikacı olsaydı onun yerinde, şu noktaya eriştikten sonra cozutmadan yoluna devam etmesi mümkün olabilir miydi?

Anlatmak istediğim, yaşanan durum, bir siyasî liderin bugüne kadar şöyle böyle gizlenmeyi başarmış kişisel ihtiraslarından çok, ona sorgulanamaz yüce efendi muamelesi yapan, konu ne olursa olsun ondan koşulsuz desteğini esirgemeyen bir siyasî ve kültürel geleneğin ürettiği bir manzara gibi geliyor bana.

O yüzden Gezi Parkı gibi samimi ve doğallığıyla gelişen bir direniş eylemini, iktidarının sorgulanabilir olduğunu ve uzun zamandır yokluğuna alıştığı alıştırıldığı sınırların aslında onu bile bağladığını bir nebze de olsa hatırlattığı için önemli buluyorum. Hem ülkenin selâmeti için hem kendi akıl sağlığı için gerekli bir müdahale bu.

Yalçın Şahin - 11 Haziran 2013 (13:55)

Bu "rock star" olma konusunda Derkenar'da daha önce yapılmış bir yorumu dikkatinize sunup, sessizce kenara çekiliyorum.

Rock Hudson - 11 Haziran 2013 (14:12)

Robert Mugabe, David Dacko, François Duvalier, Anastasio Somoza, Abdülaziz Buteflika, Slobodan Miloşeviç, Cemal Abdül Nasır, Enver Sedat, Hüsnü Mübarek, Beşşar Esad, Haşimi Rafsancani, Mahmud Ahmedînejad, İslâm Kerimov, Benito Mussolini, Adolf Hitler, Kim İl Sung, Vladimir Putin…

Bu devlet adamlarının hepsinin iki ortak noktası var.
- Birincisi: Hepsi de iktidara halkın oylarıyla seçilerek geldi.
- İkincisi: Ülkelerini zalimlikle yönettiler.

Listeye eklenebilecek yeni bir isim daha olabilir bu aralar.

Chapulchu - 11 Haziran 2013 (19:14)

Bu yazıya "mütemmim cüz" kabilinden şunları da ekleyeyim:

"AK Parti Türkiye için büyük bir şans" demiş olmamdan, bu partinin fikriyatını ya da icraatını benimsediğim gibi bir anlam çıkartılsın istemem.

O cümle, sistemin demokratikleşmesi, ülkeyi kışlaya çevirmiş olan asker egemen yapının ve "tek tip yurttaş" dayatmasının ortadan kaldırılması, daha düne kadar çeperlere itilmiş, ötekileştirilmiş, itibarsızlaştırılmış ve tabii ki yoksullaştırılmış olanların da eşit fırsat ve vatandaşlık haklarına sahip olabilmesi, Kürdistan ve Kıbrıs üzerindeki adı konmamış sömürge statüsüne son verilmesi, ülkemizin kendi içine kapanmış bir üçüncü dünya ülkesi olmaktan çıkarılması gibi konularda adım atabilecek güçte ve esneklikte oluşunu kast ederek söylendi.

Buna bir de, AK Parti'nin ne yapmak istediği konusunda iyi kötü politikasının ve programının oluşunu, karşısındaki muhalefetinse cılız, çapsız, programsız, hem var hem yok oluşunu eklemek lâzım.

Bu saydığım konularda, mehteran bölüğü gibi bir ileri bir geri gidişimizi bir anlığına göz ardı etsek bile, yine de epey mesafe kat ettiğimiz bir gerçek. Bunun dışında kalan hususlarda, AK Parti'nin program ve siyasetini esasen benimsemeyeceğim, zaten yazıp çizdiğim her şeyden anlaşılabilir.

Bir evvelki yazıda da sözünü ettiğim gibi, (AK Parti'nin en büyük öğünç meselesi olan) hızlı büyüme, bölgede lider ve oyun kurucu olma gibi konular, zaten temelden reddettiğim, dilimin döndüğünce yerdiğim yayılmacı ve neoliberal politikaların alanına girer.

Örneğin, Başbakan'ın Gezi Parkı eylemleri sırasında Topçu Kışlası inşaatının neden ille de yapılacağını açıklamak için sarf ettiği "vatandaşımıza rant yaratmayalım mı" sözleri, "vatandaş" derken kimlerin kast edildiğini anlamazlıktan gelsek bile, radikal bir biçimde reddettiğim ve dilim döndüğünce ipliğini pazara çıkarmakla kendimi yükümlü saydığım talan zihniyetinin naif bir ifadesidir. Bir tür dil sürçmesi…

Kendi zümresini kaşla göz arasında zenginleştirmek uğruna, öz ülkesine yağmacı işgal kuvveti gibi dalan bir siyasî kadroya verebileceğim destek, onun toplumun ihtiyaç duyduğu -acil ve gasp edilemez- özgürlüklere verdiği destek kadar olur, daha fazla değil.

Bugüne kadar AK Parti'nin (dolayısıyla parlamenter demokrasinin) varlığına yönelik her tehditte, hiç bir menfaat hesabı yapmaksızın bu partiye kol kanat geren demokrat insanların, şimdi Başbakan tarafından "darbe teşebbüsüne alet olmakla" suçlanması, ne sağduyuyla, ne söz ve fikir namusuyla, ne de politik derinlikle açıklanabilecek bir durumdur.

Bu tür lâkırdılarla belki fanatik partililer gaza getirilip sokaklara dökülebilir. Belki üç beş muhalif insanın gözü korkutulabilir. Ama insanları böylesine ahmak yerine koymak ve zorbalık, bumerang gibidir; döner gelir, turunu zorbanın alnında tamamlar.

Necdet Şen - 12 Haziran 2013 (22:18)

Yıllardır televizyonum yok. Seyretmiyorum. Eksikliğini de duymuyorum.

Seyrettiğim yıllarda, elimde kumandayla kanaldan kanala zıplarken, birkaç saniyeliğine bile olsa bakmaya tahammül edemediğim bazı tipler vardı. O yüzler ekranda belirdiği an, ışık hızıyla kanal değiştirir, daha da fenası, dilime hakim olamaz küfürü basardım.

Bunlardan biri, sanırım birincisi, Hülya Avşar idi. Bir insan nasıl bir özgüven sahibidir ki, bu kadar ağzından çıkanı kulağı işitmez, uzatılan her mikrofona apır sapır lâflar eder, önüne gelenle çene yarıştırır, ne kadar madara olursa olsun ekranda görünebildiği müddetçe hiç birini dert etmez, hep o minval üzere devam eder? Bu kişilik modelini bugün bile çözebilmiş değilim.

Ve bir Başbakan nasıl olur da bu susmak bilmez hanımefendiyi anımsatırcasına, medyatik bir eforiyle, endazesiz sözler savurarak memleketi ortadan ikiye yarılmanın ve iç savaşın eşiğine getirir?

Ve fiyakasının adam akıllı bozulduğunu gördükten sonradır ki, "bakın aslında ben ne kadar demokratım, sivil toplumla fikir teatisi yapıyorum" diye tercüme edilebilecek acemice bir vitrin çalışmasına girişir?

Ve aklına gele gele bu kadın gelir?

Polat Alemdar'ın büyüleyici retoriğine ve eski arkadaşım Hasan'ın hijyenik analizine değinmiyorum bile…

Memleket meselelerini magazin dünyasının en "güzide" rol modelleriyle müşavere etmekteki psikolojik savrulmadan da söz etmeyeyim…

Çoğunluk gibi ben de şunu merak ediyorum; Hilal Cebeci neden unutuldu? Onunla neden görüşmüyor Başbakan?

Necdet Şen - 13 Haziran 2013 (21:58)

Başbakan'ın Arzu Okay'la görüşmesini öneriyorum. Yıllardır hakkı yenmiş, yok sayılmış sinema emekçilerini temsilen Arzu Okay iyi bir seçim olacaktır. Bu görüşmeye kimsenin diyecek bir şeyi de olmayacaktır. Kimisi utancından susacaktır. Kimisi de görüşmenin nasıl gerçekleştiğinin şaşkınlığından söyleyecek bir şey bulamayacaktır.

Levent Yaycı - 14 Haziran 2013 (12:05)

Bugün, en değerli zamanların en değerli düşüncelerini Hülya Avşar'la paylaşanlar, yarın elleri bollaştığında bu hanımefendiyi de marjinalin Allah'ı saymayacaklarının garantisini verebilirler mi? O gün geldiğinde Avşar'ı bağrıma basacağım, kendime söz verdim.

Darbe manyağı bir neslin kaşarlı bir mensubu olarak ben de AKP'ye güvenmiştim. Şu sıralar kendimi çok fena kazıklanmış hissediyor ve 18 gündür 8 saat deliksiz uyku (bile) uyumamış, marjinal yüzde bilmem kaç gurup üyesinden biri olmanın gururunu yaşıyorum. Türk Tabipler Birliğinin yayınladığı korkunç rapora rağmen, 18. güne "yargı kararını tanırız" sözleriyle başlayabildik veya başladığımız yere, 18 gün öncesine dönebildik ya, buna da şükür.

İbrahim Tenekeci'nin bir dizesi var "sırtımı dönüp de yattığım dünya, hiç iyi değilim, sordun diye söyledim" diyor. Biliyorum, sen sormadın ama, ben gene de söyleyeyim dedim.

Deniz Türkoğlu - 14 Haziran 2013 (12:45)

Sesimi duyurabildiğim yegâne mecradır Derkenar. Burada her zaman temiz dağ havası soludum. Bu yüzden de düşündüklerimi söylememin bir borç olduğuna da inanıyorum.

Hayatımın pek çok anlamda en istikrarlı 10 yılını bu iktidar döneminde yaşadım. Askeri vesayet ve diğer konularda bilindik lâfları tekrar etmeye de gerek yok sanırım.

Bir imparatorluktan evrilen 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde çoklukla tek adamlar ya da askerin icazetindeki koalisyonlarla yönetilen bir ülkede, yaşadığımız son 10 yılın çok dikkate değer olduğunu düşünüyorum.

Bu açıdan bakınca Taksim olaylarında "sesini duyuran" Gezi eylemcilerinin de takdire şayan bir başarı elde ettiklerine inanıyorum. Eylemlerde hissedilen "Tayyip istifa" gölgesine rağmen.

Düne kadar Türkiye'de çok da dikkate alınmayan bir konuda eylem yapan vatandaşlar, "Tiran" bir başbakanla görüştü. Evet "çevreden" çok daha fazlasına dair dertleri olduğunu da ifade ettiler.

Benim yaşadığım eski Türkiye için bu bir başarıdır. İlk günlerde yaşanan (aslında Türkiye için kanıksanmış olan) polis şiddetinin son günlerde bir şekilde frenlenmiş olması da.

Siyasetten çok anlamam. Hiç bir partiyle organik bir bağım yok. Doğrusu bu ya en son ne zaman oy kullandığımı da unuttum. Oy da kullanmıyorum yani. Bu açıdan anlayamıyor olmamı mazur görün.

Bu bağlamda, farklı öncelikleri ve algı seviyeleri olan 76 milyon vatandaştan oluşan bu çok renkli yapıda demokrasinin kurulabilmesi ve sürdürülebilmesi, çoğulculuğun sağlanması, refah artarken çevrenin de korunması, askeri vesayetin kalkması, elit seçkinlerin egemenliğinin kırılması, Kürtlerle ve komşularla barış olması, hem burjuvazinin oluşması hem sosyal devletin sürmesi için nasıl bir iktidar talep ettiğimizi inanın -tüm samimiyetimle- anlayamıyorum.

Böyle bir iktidar mümkünse eğer bunun hangi hızla olması gerektiğine ve olabileceğine dair bir öngörüm de yok.

Konuyu psikolojik analizlerden bağımsız olarak anlatabilecek, eleştiri yerine öneriyle gelecek kişinin 40 yıl kölesi olmaya da hazırım.

Erdem Abaka - 14 Haziran 2013 (15:41)

Siyasetten pek anlamam; dolayısıyla siyasî anlamda berzahta kalmış bir vatandaş olarak tercihimi en son oy kullanmamaktan yana kullandım. Bu duruşumun pek çok dezavantajı olmakla birlikte, iyi bir gözlem yapma fırsatı sunduğu da oluyor.

Şimdi de Gezi Parkı için referanduma gidilmesi gündemde. Bence Erdoğan'ın yaptığı referandum teklifi "siyaseten" mantıklı bir teklif. Çünkü Gezi Direnişinin; birincisi Gezi Parkının korunması, ikincisi ve daha temel olanı ise toplumun bir kesiminin hükümet politikalarından duyduğu rahatsızlığa yönelik tepkisi olmak üzere iki ayağı olduğunu düşündüğümüzde, olası bir referandum teklifinin Taksim platformunca pek de olumlu karşılanacağını düşünmüyorum. Zira olası bir referandum, konunun çevreci ayağının çözümüne katkıda bulunacaktır. Ancak "hükümet istifa" sloganlarının temsil ettiği kaygılara karşılık vermeyecektir.

Peki, "hükümet istifa" diyenler gerçekten de iktidar olabilecek bir alternatif görüyorlar mı, yoksa"hele bir istifa etsin sonra düşünürüz" gibi bir yaklaşım mı benimsiyorlar? Kendi adıma ben mevcut durumda iktidar adayı olabilecek bir alternatif göremiyorum. Çünkü Türkiye'de muhalefetin, sözde "Kemalist", "laik", "sosyal demokrat" söylemleri dışında ikna edici, uygulamada anlamı olan bir programı, güçlü altyapıya sahip politikaları maalesef yok.

Bu arada ben Derkenar'da çok yeniyim. Ancak naçizane değerlendirmemle ve tüm samimiyetimle itiraf etmeliyim ki, Derkenar'ı izlemeye başladığımdan beri, vizyonumun geliştiğini, yazma motivasyonumun arttığını hissediyorum. Arşiv yazılarını da fırsat buldukça inceliyorum. Sığ, sözü anlaşılmayan, sözü anlaşılsa bile özden yoksun köşe yazılarından fena halde şikâyetçi olan ben nihayet yerimi bulduğumu düşünüyorum. Bu nedenle tüm yazarlara, yorum çeşitliliği ile içeriği zenginleştiren herkese gerçekten çok teşekkür etmek istiyorum.

Sinem Hürmeydan - 14 Haziran 2013 (23:22)

Güneş Taner gibi Cavit Çağlar gibi Mehmet Ağar gibi, kimlerle düşüp kalktığını bilmediğimiz insanlar yönetti bu ülkeyi yıllar boyu. Hasan Celal Güzel gibi bir nefret küpüne milli eğitim bakanlığı yaptırıldı. Demirel kırk yıl boyunca lâf oyunlarıyla umut tacirliği yaptı.

En tepeye çöreklenmiş bir askeri bürokrasi ve onların kuklası siyasetçiler yoluyla ülkenin kıt kanaat kaynakları bir avuç elitin (çapulcunun mu demek lâzım) elinde talan edildi. Halk, onlar için miting meydanlarını dolduran vasıfsız kalabalıktan başka bir şey olmadı. Tabi bir de ordu için tepe tepe kullanabileceği beleş bir insan kaynağı (hala öyle).

Tüm bunlara bakınca şu anki AKP'li vaziyet tabii ki daha iyi. En azından yaptığı işi ciddiye alıyor gözüken, projelerden bahseden, plan ve program yapan ve halka tepeden bakmayan bir ekip görüyoruz karşımızda.

Hükümet olarak AKP'nin eleştirilmesi gereken yığınla sorun var ayrıca: İnsanlar arasındaki gelir uçurumu, adam kayırmacılık, yargıda adaletsizlikler, otoriter rejime kayış, fikir ve ifade özgürlüğünü hiçe saymalar, dinsel baskılar…

Zaten bugüne kadar çoğunluk muhalefetin ana eksenini de bunlar oluşturdu. Sorun şu ki, bu ve benzeri problemlerin hiç biri AKP ile başlamadı. Üstelik çoğu durumda AKP çözüm yönünde ciddi adımlar attı.

Sorunları tarihi bağlamından koparıp her şeyi AKP'ye maledince, yapılan muhalefet tüm inandırıcılığını ve ciddiyetini kaybediyor. Haliyle AKP'ye özgü ve örneğini ondan önce pek görmediğimiz problemler görünürlüğünü yitiriyor ve o minvalde yapılabilecek yapıcı ve akılcı muhalefet de güme gidiyor. En azından son on yıl bunun örnekleriyle dolu.

Yaşam tarzı dayatmaları daha çok AKP ile başgösteren ciddi bir problem bence. Sonra elle tutulur bir kültür politikası olmaması, ille de her şeyde Osmanlı'yı yadetme çabaları, gözü dönmüş bir kalkınmacılık modeli, çılgın projeler, hoyratça yürütülen şehirleşme politikaları, doğayı ve çevreyi hiçe saymalar…

Tüm bunlar için çok ciddi ve akılcı bir muhalefete ihtiyaç var ve bu da sapla samanı birbirine katmadan önyargısız bir sorgulamayla sorunlara bakmayı gerektiriyor.

Yalçın Şahin - 15 Haziran 2013 (11:17)

Bir insan (diyelim bir aile büyüğü) vardır, tavırlarıyla, hitap şekliyle her zaman ölçülü her zaman zariftir. En alçak sesle dile getirdiği bir ricası bile aile tarafından emir telakki edilir, yüksünmeden yerine getirilir. Hakkıyla kazandığı sarsılmaz bir manevî otoritesi vardır herkesin üstünde.

Bir diğer insan (diyelim o da bir aile büyüğü) vardır, necasetiyle çekişir; müzakere kültürü hiç gelişmemiştir; hep öfkelidir, dili ısırıcıdır, nobranlığı, şarlamayı, hakareti standart tavır haline getirmiştir; hep suçlar; hiç bir konuda kendisinin de bazı yanlışları olabileceğini görmeye, kabul etmeye yanaşmaz.

İlk örnekteki kişinin en ufak bir kaş çatışı, hatta kısa bir suskunluğu bile yakınlarının içinde fırtınalar estirmeye yeter. Kimse onun sağduyusundan yana kuşku taşımamaktadır çünkü; öylesine güçlü bir karizması ve manevî otoritesi vardır.

İkinci örneği herkes kendi çevresinden tanır sanırım. Bolca bulunur bizim toplumumuzda. Eve getirdiği ekmeği bile ailesine karşı tehdit unsuru olarak kullanır, en ufak bir itiraza bile "karnınızı ben doyuruyorum ulan, beğenmiyorsanız defolun gidin" diye restleşir, sofraya koyduğu her lokmayı -bunun zaten görevi olduğunu aklına bile getirmeden- ailenin burnundan getirir.

Böyle tiplerin yüzüne karşı korku saikiyle bir şey denemese bile arkasından bol bol alay edilir. En ağır hakaretleri bile ciddiye alınmaz, alay konusu olur. Çocukların olumsuz davranış örnekleri "babası kılıklı" diyerek yerilir.

Bu tür babalar aile üzerindeki otoritesinin devamını, kasıp kavurmanın dozunu her gün biraz daha artırarak sağlamaya çalışırlar.

Ve yalnız yaşlanır, yalnız ölürler. Cenazelerinde en yakın akrabalarından bile bazıları eksiktir. Mezarlarının üstünde yabani otlar büyür, ziyaret edip yolan olmaz pek.

Ben bu ülkenin Başbakanı olsaydım, en azından bir günlüğüne cep telefonumu kapatıp inzivaya çekilir, "çapulcu" kelimesinin neden bu kadar memnuniyet ve neşeyle alınıp kabul edildiğini derin derin sorgulardım.

Ancak bunu yapabilecek çap ve ferasette olanlar tüm halkın lideri olabilir.

Necdet Şen - 15 Haziran 2013 (11:26)

Eyvah ki eyvah! Ele geçmek üzereyiz! Hazırlamakta olduğumuz fantastik komplo, daha girişim aşamasında ortaya çıkartıldı…

Araştırmacı gazeteci Yiğit Bulut televizyonda açıklamış:
"Başbakan Erdoğan'ı Telekinezi yoluyla öldürmek istiyorlar…"

Ben kaçıyorum! Yoldaşlar siz de kaçın! Kaçarken, hazırladığımız yecüc mecüc büyülerini ve ciğer çürütme muskalarını imha etmeyi de unutmayın haa! En son çıkan kimse, lâmbaları da söndürsün lütfen, elektrik faturası fena giriyor.

Erdem arkadaş! Bizi yoksa sen mi ele verdin? Aşk olsun yahu! Paraları kırışacaktık ne güzel. Oldu mu şimdi?

Fart Fader - 15 Haziran 2013 (17:02)

Bu saatten sonra değil solcu/demokrat falan olmayı, Sincan'a çöpçü bile olamayız. Büdütör'üm sen de kaldır yazılarını, topla tezgâhı, Güney Kore'ye kalkan son otobüse yetişelim:)

Deniz Türkoğlu - 15 Haziran 2013 (19:08)

Her iki ucun fanatikleri sahne aldı artık. Aklıselim sustu, cinnet baş rolde. Göz göre göre ortadan ikiye yarılıyoruz.

Bir ay öncesine kadar Türkiye'yi demokratikleştirdiğini düşündüğüm bir partinin ve onun liderinin bu kadar kısa bir sürede nasıl böylesine ceberrutlaşabileceğini anlamakta zorluk çekiyorum.

Okyanusu aşıp derede boğulmak dedikleri bu her halde.

Necdet Şen - 16 Haziran 2013 (01:57)

Keşke bundan 20 gün önce bi kalp krizi falan geçirseydim de, 20 gün öncesine kadar dert ettiğim ne varsa onları mutsuzluk sanarak, bu günleri görmeden ölüp gitseydim.

Onca iyi niyet, onca dua hiç bir işe yaramadı. Yazık. Bizim kuşak bu nefreti çok iyi tanır. Gözlerimin önünde yeni kuşak gençlerimiz, uçurumdan aşağıya atılıyor. Durduramıyorum. Kimse de durdurmuyor. Anlaşılan insanlığımızı kaybettiğimiz yer burası.

Hiç bir şey gelmiyor elimden. Çok üzgünüm. Çok. Çok özür dilerim.

Deniz Türkoğlu - 16 Haziran 2013 (10:09)

Aşağıdaki iki ayrı paragrafı Hürriyet Gazetesinin internet sayfasından aldım:

"Dün akşamdan itibaren Osmanbey'deki Ramada Otel'de yaralılara müdahale eden doktorlar polisler tarafından kelepçelenerek gözaltına alındı."

"Gezi Parkı ve eylemcilere müdahale ilgili açıklama yapan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu doktorlara gözaltılarla ilgili olarak "Doktorlardan da şu anda bir gözaltı işlemi var. Bazı sağlıkçılar insanlara tıbbî yardım adıyla hizmet veriyorlar. Fakat bunlar çok dikkat çekici bir takım faaliyetler. Elbette tıp mesleğinin onurunu, insanları kucaklaması noktasında saygı duyuyoruz. Göstericilere adeta gösteri alanlarına girerek tespit edilmiş olan görüntüler varsa elbet işlem yapacağız. Doktor ve sağlık personeli olarak tarif edebileceğimiz bir kaç kişi mevcuttur" dedi."

Dakika dakika Taksim:350'ye yakın gözaltı (Hürriyet)

Vali Bey'in açıklamasındaki durumu idare etme çabası bir yana haberdeki fotograflara bakabilir misiniz (dayanabilir misiniz) bilmiyorum. Benim içim kaldırmıyor. Bulantımı zor kontrol ediyorum.

Elindeki ameliyat eldivenlerini bile çıkartmadan, beyaz önlüğünün üzerine kelepçe vurmuşlar hekimlerin ellerine.

Bu gece araştıracağım Dünya harp tarihini. Başka örneği var mı acaba?

Harpte yapılmayacak davranışlar bunlar ama barışta kendi ülkesinde yaralıya yardım eden hekime kelepçe vuruyor bizim polisimiz.

Üzüntü ne kelime sevgili Deniz Türkoğlu, üzüntü ne kelime!

Melih Özel - 16 Haziran 2013 (17:30)

Polisten kadın gazeteciye: "Çok güzel basınsın… Basıyoruz zaten…"

İzleyelim, görelim: Polis ne yapsın?

Can Kurban - 17 Haziran 2013 (02:21)

Olayların tatsız bir hal aldığı noktada mizah yapmak istemem ama sevgili Derkenar okurlarından Sayın Melih Gökçek ve Yiğit Bulut'u dikkate almamalarını istirham edeceğim.

Evet paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez ama ortaya attıkları 1000 teoriden biri tutabilir diye de bu vatandaşlara maruz kalmayı hak etmiyoruz diye düşünüyorum.

Kendileri "fasulyeden" oynamaktadırlar. Kırılmasınlar diye topa bir tepik attırılan çocuklar hesabı. Güleriz eğleniriz o ayrı.

Hükümleri yoktur.

Erdem Abaka - 17 Haziran 2013 (08:56)

Doğrudur, ciddiye almayalım. Melih Gökçek kadrosuz zabıta memuru, Yiğit Bulut da hiç kimsenin tanımadığı bilmediği bir blogger. Ateş olsalar yakabilecekleri kadar yer yakarlar.

Fakat, o da nesi? "Evlerinde 'zor' tutulan yüzde 50" yavaş yavaş sokak aralarında endam göstermeye başladı bile. Liderlerinin meydanlardaki bağırtısı yüreklerini "cihat" aşkıyla doldurmuş bu eli bıçaklı, satırlı, sopalı hutuları ne yapalım?

Halkın yarısını diğer yarısına karşı kışkırtan cinayet azmettiricisini de "meczuptur" deyip ciddiye almayalım biz en iyisi. Onun bakanlarını, polisini, jandarmasını, tomasını, gazını, kimyasal ve konvansiyonel silâhlarını da almayalım. Hepsi sanal.

Maraş ve Çorum olayları da, Madımak da sanaldı zaten. Benim nur yüzlü din kardeşlerim değil, derin devlet yapmıştı.

Memleketi ite kaka "Papa Doc" düzenine sürüklemeye çalışan sağduyusu dumura uğramış liderliğin de hiç bir konuda zerre kadar kabahati yok. Tüm kabahat Erdem'in yakın çevresindeki sabah akşam vıdıvıdı edip onun sinirlerini tepesine zıplatan üç beş at gözlüklü ulusalcıda. Bütün bu işleri onlar bu raddeye getirdi. Bir dinleseler Erdem'in itidal çağrılarını, Türkiye sütliman olacak.

En iyisi sen bana onların telefonlarını ver Erdem, bir de ben konuşayım. Belki bu zihin tıkanmasını aşabiliriz o zaman.

Zira son günlerde fena halde "oto-reverse" yapıyoruz.

Necdet Şen - 17 Haziran 2013 (12:34)

"Birbirine yabancı iki Türkiye'nin en yakınlaştığı, aradaki duvarların kalktığı, seküler ve dini sınırların törpülendiği bir dönemde lâiklik ve İslâmcılık karşıtlığı yeniden gündeme oturtuluyor. Birbirine karşı kuşku, derin güvensizlik bizi hızla bölünme, çatışma ortamına sürüklüyor. Eski Türkiye'nin refleksleri bumerang gibi gelip yüzümüze çarpıyor."

Film geri sarılıyor; AKP'nin dinle imtihanı - Nilüfer Göle (t24)

Tesadüf mü tevafuk mu bilemiyorum. Nedense bir anlığına"acaba Nilüfer Göle de Derkenar'ı okuyor olabilir mi" diye durup düşünmedim desem yalan olur.

Durmuş Düşünür - 17 Haziran 2013 (12:57)

Erdem Abaka'dan ne duyarsanız ya da tam olarak ne yaparsa Türk siyasetinin ya da memleket barışının tesis edileceğini düşünüyorsunuz?

Fazlasıyla yapmaya hazırım.

Ulusalcıların telefon numaralarına gerek yok, hükümetin tüm bu olayları "meclisi fesh" edip arzuladıkları dikta rejimini kurmak için planladıklarını iddia edenler ve Paris barikatlarındaki çıplak memeli kadınla Taksim barikatlarındaki kızı eşleştiren yeteri miktarda ulusalcı sanal alemde mevcut.

Onlardan eli sopalı tosunlara sıra gelmedi. Ama ilk fırsatta tosunları da sukûnete davet edeceğim.

Yeter ki ortalık yatışsın.

Erdem Abaka - 17 Haziran 2013 (13:52)

İzin verirseniz, Yetvart Danzikyan'ın bugün Radikal'de çıkan "Çığırından çıkan rejim" yazısını, Derkenar okurlarıyla mutlaka paylaşmak istiyorum.

Mahmut Taha - 17 Haziran 2013 (14:07)

Aman Erdem beyciğim, yakın zamana kadar hemfikir olduğunuz ulusalcılara illet olmanızdan ve gününüzü -her halde- onların yazdıklarını okuyup daha da çok illet olmanızdan ve konu ne olursa olsun, onlara buradan ayar vermenizden daha elzem ve daha anlamlı ne olabilir.

Siz kimseye aldırmayın ve bizim dağınık dikkatimizi "saçmalayan ulusalcılar" konusuna celbetmeye devam edin lütfen. Nefesimizi tuttuk, yeni uyarılarınızı bekliyoruz.

Pertev Dural'ın bir de karşı yansımasına ihtiyacımız vardı, o eksiği başarıyla kapattınız. Var olun.

Barikayı Hakikat - 17 Haziran 2013 (15:26)

Bir de şu, eleştirilere cevap olarak söylenen "eleştiri yerine öneriyle gelin" klişesinden sıtkımın sıyrıldığını eklemezsem şişerim.

Eleştiri denen şey, içinde kendi önerisini de barındırır zaten. Nasıl olması gerektiğine dair bir fikrimiz olduğu için, "böyle olmamalı" deriz.

Eleştiri yapan kişiyi hükümete proje öneren müteahhit firma yerine koyarcasına "öneri (teklif) getir" demek, onu paylamaktan, susturmaktan çok farklı değil.

Bütün bu protestolar yeterince öneri getirmiyor mu anlayana?

"Hür doğdum hür yaşarım, beni boyunduruğa alamazsın!" diyor meselâ…

"Ne yiyeceğimizi, ne içeceğimizi, nasıl giyineceğimizi, kaç çocuk yapacağımızı, dizi senaryolarını nasıl yazacağımızı sana mı soracağız!" diyor…

"Sen halkına karşı ne hakla tazyikli sularla, gazlarla, mahiyetini gizlediğin kimyasallarla saldırırsın!" diyor…

"Polisinin azgınlığıyla hastanelik ettiğin, sakatladığın insanların bari bir de iffetine, onuruna, özel hayatına dil uzatma!" diyor…

"Ağzını topla, densizleşme, seviyeni koru!" diyor…

"Sanatçıları, aydınları, doktorları, insan hakları savunucularını meydanlara topladığın fanatik taraftarlarına hedef göstererek, şeytanlaştırarak, cinayete azmettirme suçu işliyorsun!" diyor…

"Laf kalabalığına boğup sorularımızı gargaraya getirme, Roboski'de ne oldu, Reyhanlı'da ne oldu, uçağımız neden ve nasıl düştü, Beyaz Saray'da (kapalı kapılar ardında) sana neler söylendi de ayarın bozuldu ki, gelir gelmez memleketin yarısına savaş açtın, cevap ver!" diyor…

"Dünya tarihini yeniden yazdıracak değerdeki arkeolojik keşiflere çanak çömlek der küçümserken, tarihe gerici isyanı olarak geçmiş 31 Mart ayaklanmalarının başladığı yer olan, bu yüzden Cumhuriyet rejimi tarafından yıktırılan Topçu Kışlası'nı yeniden yapma sevdası da nereden çıktı!" diyor…

Daha sayayım mı? Yoksa bu kadarı yeter mi? Yetmedi dersen, dağarcığımızda daha çook "öneri" var.

A4 kâğıda bastırıp dosya olarak da takdim edebiliriz.

Barikayı Hakikat - 18 Haziran 2013 (01:34)

AK Parti'yi desteklemek, oy vermek, ona ve Türkiye için yapacağı iyi şeylere dair hâlâ umut besliyor olmak ayıp değil. Hatta hak. Bunu tartışma konusu bile yapmam.

Ben kendi adıma, hükümetin bugünlerde içine düştüğü yanlıştan dönüp tekrar makul bir çizgi tutturduğunda, toplum yararına olan projelerinde destek vermeye, dün olduğu gibi bugün de hazırım.

AK Parti'nin seçmen kitlesini düşman gibi ya da "beyni yıkanmış cahil bir kalabalık" gibi görenlerden hiç olmadım. Olmam da.

Ama bütün bu olanlardan sonra AK Parti'ye hâlâ koşulsuz destek verenlere şu soruları sormaktan da kendimi alamıyorum:

Bu ülkede hiç bir muhalefet olmasın mı? İktidarın uygulamalarından rahatsız olan halk, susup otursun, hiç bir itirazını dillendirmesin mi? En azından, AK Parti'nin seçim bildirgesinde vaad ettiği demokratik haklarını da kullanmasın mı?

Bundan sonraki soruları sadece yukarıdaki soruya "demokratik haklara saygı" bağlamında cevap verebilenlere soruyorum:

Bu hakları kullanmak için meydanlarda caddelerde toplanmış, herhangi bir şiddet eylemine yeltenmemiş insanlara ölçüsüz bir azgınlıkla saldırmak, kafalarını hedefleyerek gaz kapsülleri atmak, yerlerde sürüklemek, değdiği yeri yakan kimyasallar karıştırılmış su toplarıyla ıslatmak insanlık mı? Partiye olan bağlılığınızın insanlığınızı devre dışı bırakmasına razı mısınız?

Bundan sonraki soruları da sadece "sağduyum tabii ki partiye olan bağlılığımdan da önde gelir" diyebilenlere soruyorum:

Halka yapılan bütün bu zulmün gerekçesi olarak Başbakan tarafından meydanlarda öne sürülen komplo teorilerine sahiden inanıyor musunuz?

Emin misiniz?

Bir ülkenin Başbakanının ülke nüfusunun yarısına karşı bu kadar galiz ve kışkırtıcı bir dille saldırması, bırak olağan zamanları, ortada savaş hali bile olsa, sağduyuyla, terbiyeyle, devlet adamı sorumluluğuyla açıklanabilir mi?

Daha düne kadar AK Parti'nin siyasal hakları için devletin ve eski düzen yanlılarının baskılarına ve hakaretlerine göğüs geren demokrat aydınlar, şimdi ne oldu da bir anda "dış mihraklı bir komplonun maşası" oldu? Böyle bir şey mümkün mü? Siz buna içtenlikle inanıyor musunuz?

Acaba bütün bu patırtı, Başbakan'ın paranoyaklaştığının, en ufak bir eleştiriye bile tahammülü kalmadığının, sahip olduğu gücü muhalif sesleri her ne şekilde olursa olsun EZMEK ve SUSTURMAK için kullandığının kanıtı olabilir mi?

Sözcü gazetesinin bile sağduyu ve itidal çağrısı yaptığı bir ortamda, kaderimize hükmeden bir adamın dilindeki bu saldırganlık, bu hiddet, bu tehdit, sizi hiç mi ürkütmüyor?

Olan biteni sadece yandaş medyadan mı izliyorsunuz, yoksa çapraz okumalar yaparak farklı görüşleri ve açıklamaları da öğrenmeye çalışıyor musunuz? Yoksa siz de bu kitlesel paranoyanın bir parçası mı oldunuz?

AK Parti sadece Tayyip Erdoğan'dan -ve onun devleşmiş egosundan- ibaret bir "tek kişi" partisi mi?

Tam farklı toplum kesimleri arasındaki onca yıllık ayrılığın gayrılığın aşılmaya başlandığı, yakınlaşmanın ve diğerini anlamanın yolunun açıldığı bir dönemde, bu keskin dönüşün sebebi hikmeti ne olabilir? Ben sabah akşam bunu düşünüyor, anlamaya çalışıyorum. Ya siz?

Sizi bir araya getiren, geçmişin muktedirlerine karşı içinizde biriktirdiğiniz hınç mı sadece? İlla ki düşman kamplara bölünmek, savaşmak, bir tarafın diğerini kesin yenilgiye uğrattığı, boğduğu bir kutuplaşmaya doğru sürüklenmekten başka seçeneğimiz yok mu?

Hadi fanatikleri ve militanları anladık. Onlar düşmanınız. Peki, liderinizin hiç bir siyasî partinin, ideolojinin askeri olmamaya kararlı insanları da kırk katır ile kırk satır arasından seçim yapmaya zorlaması doğru mu?

Necdet Şen - 18 Haziran 2013 (11:35)

İçinde hiç "öneri" olmayan totoloji şaheseri yorumlarımı yazmadan duramıyorum.

Ceberrut devlet ve onun mekanizmalarının uygulamalarından rahatsız ve şikâyetçiyim. "Bireysel özgürlük istekleri" sözü gerçeği yansıtsa da yansıtmasa da polisin uygulamaları sert ve aşırıdır. Sokaktaki vatandaşa bu derece sert müdahale hatadır, gaddarlıktır.

Sadece şuna dikkat çekmek istemiştim; birkaç kez "darbe" atlatmış, neredeyse paranoya çizgisinde olan ve Türk siyasî tarihinde nadir şekilde iktidarı halk iradesine dayanan "Türk devleti tipi" bir iktidarın, "yeni Türkiye tipi" sokak gösterilerine karşı refleksi sanıldığından daha şedit olabilir.

Elbette sokaktaki vatandaş sosyolojik analiz yapmaz. O sadece "yaşar".

Demokrasiyi arayan "kutsal devlet" anlayışındaki bir ülkede, en sevdikleri lider "Atatürk" olan "yepyeni!" bir gençliğin ya da "yaşam tarzı ve sosyal pozisyonuyla çok ileride" muhaliflerin "sadece bir gecede" yepyeni bir Türkiye yaratabilemeyeceğini düşünmekteydim. Hâlâ da öyle düşünüyorum.

Başbakanın gözünün yağını yeme arzusunda olanlar, "ne istiyorlar başbakandan" çizgisindeki ılımlılar, sadece ve sadece başbakanı (iktidarı) "göndermek" isteyenler, mezhepleri itibariyle doğal muhalif vatandaşlar, kendi diktatörü olduğu sürece diktatörlerle sorunu olmayanlarla aslında hemen herkes eski bu paradoksal ülkede.

Yenilikçi olduğu var sayılanların gerçek bir değişimi yaratacak programa sahip olmaması, değişim yaratanın da "asabi ve muhafazakâr olması" bizim açmazlarımızdan sadece biri.

Türkiye bizatıhî "Türkiye" olmasından kaynaklanan bir sancıyı yaşıyor. Ne yazık ki bu acılar yaşanacak. Allah beterinden saklasın, bununla atlatılır inşallah.

Her "üstüme gelme" diyenin sokağa dökülme hakkı var elbette. Ama asıl mesele kimsenin üstüne varılmadığı bir düzen kurmak. O da kolay olmuyor. Hele bir gecede hiç olmuyor.

Ayrıca bunun nasıl olacağına dair önerisi olan varsa dinlemeye hazırım. Yoksa kendi önerisini barındıran eleştirilerden ayıklayarak derlemem gerekecek.

Erdem Abaka - 19 Haziran 2013 (16:49)

Sevgili Erdem Abaka'nın yanında "durma" eylemi yapıyorum.

Vahap Demir - 19 Haziran 2013 (19:30)

Ne kadar hazırmışız toplum olarak birbirimizden nefret etmeye.
Neremizde saklamışız-biriktirmişiz bu kadar kini, öfkeyi?
Kitle psikolojisi teorileri yetersiz kalıyor,
var mı bu nefretin gerçek nedenini bilen?
Varsa söylesin lütfen.
Toplum olarak ruh hastası olunmaz ya, benim izanım burada bitti.
Dinimiz hoşgörü dini hoşgörüden ilâç için bir damla bulunmuyor.
Barış özgürlük yanlıları savaş naraları atar oldu
Yok yok kâbus bu kesin.
Uyanıcam bitecek.

Mehmet Karaman - 19 Haziran 2013 (21:49)

Sadece ismimin açılımını yazıyor ve kenara çekiliyorum:

"Duran Adam" ile "Duran Adam'ın Karşısında Duran Adam" arasında durarak neler olup bittiğini anlamaya çalışan adam

DA DAKDA ad nobaça - 19 Haziran 2013 (23:35)

"Misafire ikram ettiği bisküvinin markası ülker, demek ki dinci, ordudan atalım gitsin" limanından yola çıkıp "en sevdiği lider Atatürk'müş, demek ki darbeci, gazlayalım gitsin" limanına vasıl olduk, yaşasın, çağ atladık.

Zamanında "6 ay sirk uzar 6 ay taşnak" diyen babama güler geçerdim, adam meğer filozofmuş.

İmamın ordusuyla taşnak geçenler de meğer sorosçu ve zellocu ve otporcuymuş. Puhaha deyip gülsem mi sabaha mı saklasam kestiremiyorum.

Hayatt çokk gariiib!

Can Kurban - 20 Haziran 2013 (02:23)

Kendi faşistini bir şekilde iktidarda görmek için darbeye çanak tutuyor bile olsa -ki ben bunun böyle olmadığını, çok çeşitli renklere sahip bu eylemler zincirinin sadece bir kısmında iktidara "o anlamda" küçük ikazlar "hissettirildiğini" düşünmekteyim- sivillere uygulanan devlet şiddeti zulümdür.

Yaşımız tutmasa da okuyup öğrenerek vakıf olduğumuz zehirli bilgiler neticesinde ülke tarihindeki "tekerrürlerin" ne kadar çok olduğuna dair bir okuma parçasını paylaşmak isterim;

27 Mayıs'ın ruhunu hâlâ sürdürenler var - Cemil Koçak (Star)

Örgütsüz şekilde sokaklara çıkan vatandaşların yekpare bir darbeci topluluk olarak algılanması paranoyak bir yaklaşımdır. Öte yandan darbe ihtimali yaratma ihtimali olabilir diye vatandaşın kafasına gaz kapsülü atılamayacağı gerekliliği ve şartı olması, o vatandaşın sokakta darbeye zemin hazırlanması çalışmasında yer almayacağı anlamına da gelmiyor.

Toplumsal yaşam böyle bir şey demek ki. Demokrasi böyle mi aranıyor? Böyle mi bulunacak? Bilmem?

90 yıl ötekileştirilen bir "koyun" sürüsü, yanında "imtiyazlısın" denilen bir başka kitle, piramidin tepesine doğru aslında çok da homojen olmayan başka bir azınlık, sopa kimdeyse onun borusu öter anlayışında bir devlet yapısı. Hepsini aynı kazanda eritmeye çalıştığımızda ortaya çıkan çorba pek leziz olmuyor ne yapalım?

İnsanlara uygulanan devlet şiddeti için saatlerce konuşabilirim, ama bugünlerde yaşadığımız ayrışmanın "Tayyip"ten çok daha öncesinde aranması gerektiği konusunda ısrarlıyım. Gıcık olduğu köylüleri kabullenmekte zorlanan bir kitlenin marazî halinin sebepleri biraz daha gerilerde olmasın sakın? Bir gecede değişimin yaşandığı 28 Ekim 1923 meselâ.

Evet ve tekrar, bu insanlarımıza uygulanan şiddet gaddarlıktır. Bir toplumun tamamının tecrübelerden ders çıkartmasını beklemek toplum mühendisliğinin başka bir boyutu olur ki benim tercih ettiğim bir şey de değil. Yaşanacak ve öğrenilecek.

Eh bu esnada adam da asılıyor, gaz da solunuyor.

Hayat işte.

Erdem Abaka - 20 Haziran 2013 (09:05)

sevgili recep tayyip başbakanımıza ve sevgili çevik kuvvetimize uzatılan diller bizi ziyadesiyle üzmektedir, ben şahsen sevgili başbakanımızın, sevgili biber gazımızın ve sevgili bıçaklı sopalı gençliğimizin yanında durma eylemi yapıyorum, sallallahü aleyhi ve sellem diyor başka şey demiyorum, elinizi korkak alıştırmayın sevgili toma ve sevgili panzer kardeşlerim, sevgili meydanlarımızda toplananlar -ve coplananlar- üç beş atatürkçüden başka bir şey olmayıp hepsi otporcu çocuğudur, bednamdır, terörösittir; ko gitsin%?:;%

müslüm gündoğdu - 20 Haziran 2013 (09:10)

Hiç bir çatışma, insanın kendi özüne karşı verdiği kavgadan daha büyük daha kapsamlı değildir.

Bu bağlamda, sayın Abaka, birkaç yıl önceki sayın Abaka ile yaptığınız ideolojik hesaplaşmayı ilgiyle izliyoruz. Kendi veri tabanınızın diğer yarısıyla yaptığınız bu boğazlaşmadan sağ çıkmanızı ümit eder, gözlerinizden öperiz.

Not:

Önerdiğiniz yazıdaki tırnak içine alınmış kısımlar hakikaten dehşetengiz. Bugünlerde aynı hamurdan mamul bir diğer şahsiyetin aynı derecede feci konuşmaları da belleklerimizde taptaze duruyor. Meşruiyetini silâhtan alan zorbalardaki bu küstahlığa aşinaydık da, demokrasinin kaynaklarıyla semirmiş gürbüzleşmiş diğerinin, özgürlüklerimizi kendi keyfince ağzımıza sokup çıkarabileceği bir emzik gibi algılayışına halihazırdaki mütevazı birikimimizle pek anlam veremedik.

Cehaletimizdendir.

Demek ki tarih tekerrürden, hafızayı kudret de sığlıktan ve çiğlikten ibaretmiş. Hangi çiğliğin cabbar avukatlığını yapacağınız da tabii ki zatıalînizin paşa gönlüne kalmış.

Kurtalan Express - 20 Haziran 2013 (09:53)

Bir kaç yıl önceki Erdem Abaka'dan kasıt "Jakoben Kemalist" olan değil her halde. (Evet, bendeniz eskiden öyleydim. Sonra AKP bir çuval kömür ve makarnaya kandırdı beni.)

Ermeni kırımı için üzülen, Devletin vatandaşı üzerindeki tahakkümünü eleştiren, toplum mühendisliğinden hazzetmeyen, komplo teorilerine çok temkinli yaklaşan, milliyetçiliğin habis bir ur olduğunu düşünen ve Faşizm'le derdi olan Erdem Abaka'yla aramızda fark ve mücadele yok.

Sayın Başbakan'ın ya da temsil ettiği kavram ya da eylemlerin avukatlığını yapmak ise bana çok uzak.

Attila İlhan'dan biraz aşırarak söylemem gerekirse; ben bunları büyük bir aynada görüyorum. Üstelik ayna dumanlı ve olmayan bir şehirde geziniyor.

"Tarafını seç" diyorsanız bu aşamada taraf seçmek (şiddete karşı olmayı ayrı tutarsak), bir tarafa "sen haklısın" demek olacak ki haklıların haksız, haksızların haklı olabilme ihtimalinin olduğu yerde bunu yapamayacağım.

Hem birinin de Nasreddin Hocalık yapması gerekmez mi?

Neticeten ben hariç herkes haklı.

Erdem Abaka - 20 Haziran 2013 (15:28)

Değerli Hoca Nasreddin, ben burada taraf-maraf göremiyorum. Şahsen bizim zagonumuzda "tarafını seçmek" diye bir mevzu yok.

Sağdaki kaydırma çubuğunun bülbül pipisi kadar ufalmasına neden olan ve hiç bir yere varmayacağı taa en başından belli olan bu uzun ve sıkıcı münazara, isminin baş harfleri "ee aa" olan badem bıyıklı yiğidin Gezi Parkı olaylarını ilk günden itibaren tutarlı bir biçimde "Tayyip yapmadı Miki yaptı" noktasına çekiştirme inadından böyle sündü gitti.

Yahu, Emniyet bile "olaylar kendiliğinden ve örgütsüz başladı, ilk günler provokatör falan yoktu, iş uzadıkça haliyle onlar da sızmaya başladılar" diye rapor hazırlamışken, sana ne oluyor kardeşim? Demokrat ve aydın tavrını bildiğimiz, takdir ettiğimiz bir arkadaşımızın, baktığı her vitrin camında 27 Mayısçı parmağı görmesi ne ayak şimdi?

53 sene olmuş be anam babam! Bu çocuklar daha 28 Şubat'ı bile bilmiyor. "Çevik Bir kim" desen, mel mel bakarlar. Nerde kaldı Cemal, Talât, Adnan? Anca dedeleri hatırlar o günleri.

Gaza boğulmuş insanlara "köftehorlar, sizin dedeniz başbakan asanları desteklemişti, şimdi yiyin gazı da aklınız başınıza gelsin" der gibi, tutup tutup 53 sene önceki olayları tekrarlamanın ve bitmez tükenmez bir inatla "falanca yazar yazısında 'devrim' kelimesini geçirmiş, filânca yazar da 'yaşa var ol pangaltı 'demiş" nakaratını tekrarlamanın alemi var mı? Kimin zikinde ayol o takoz tayfa?

Fehmi Koru da yazıyor zaten bu tür derin analizleri. İbrahim Karagül de tüy dikiyor. Majestelerinin medyası bunlarla dolu. Neresi özgün? Yeni bir lâfın var mı yeni bir lâfın? Onları duyalım. İktidara başkaldıranların karşısına dikilip yarım asır evvelki bir fezahatı ısıtıp ısıtıp yeniden servis etmek "farklı bir açıdan bakmak" mı oluyor şimdi? Yoksa ortalığı lâf kalabalığına boğup asıl suçluları saklamaya yönelik dezenformasyona su taşımak mı? Laf kalabalığının bir yerlerinde (sona doğru) "ben aslında faşizme karşıyım" gibi beylik lâflar sıkıştırınca, bu -serbest pirinç akışı kıvamındaki- malûmat çorbası sıralı düşünmek mi oluyor?

Yok, Nasreddin Hocam, lâfım sana değil. Anlayan anladı zaten. Hah, bak o taraftan tıkır tıkır klavye sesleri gelmeye başladı bile.

Nah yazıyorum şuraya, kesin, gene çakma solculara çakacak.

Ay, öldürecek ayol bu çocuk beni!

Hamiyet Yüceses - 20 Haziran 2013 (16:21)

Ya ben harbiden anlama özürlüyüm ve etrafımda olan biteni görmekte zorlanıyorum, ya zekâ sorunluyum ya da birileri beni aptal yerine koymaya çalışıyor. Her hal-ü kârda idrak yollarım hasta demek ki, bazı yorumları okuduktan sonra bir süre daha ekrana boş boş bakıyorum. "Nasıl yani?" filân gibi bir takım sorular soruyorum kendime. Kendime zaten bir haller olduğu için de cevap alamıyorum.

Ya arkadaş, 2002 yılından sonra mevcut hükümet ve dünya durdukça başında olmaya ve oldurulmaya yemin içilmiş sayın Başvekilimiz sayesinde bu ülkede:

- 80 yıldır yapılmamış olan 'hiçbir şey' bir anda yapılmaya başlanmadı mı?

- Ortada olmadığını bildiğimiz demokrasimiz yeniden yapılandırılıp ayağa kaldırılmadı mı?

- Bu vekiller heyeti ve onların emrindeki bürokrasi, 80 yıldır bu ülkeyi yönetemeyenlerin berbat ettiği her şeyi düzeltmedi mi?

- Bu insanlar değil mi, ülkeyi karanlıktan aydınlığa çıkardığını iddia edenler.

Sevgili Erdem Abaka, hâlâ mı 90 yıl önce bir gece, o insanın yaptıklarından oluyor bu işler? Başvekil ve vekiller heyetimiz, bunca iyi şeyi yaptılar da hâlâ mı o 90 yıl önceki gecenin müsebbibinin etkisi altındalar.

Hadi biz kendimizi kontrol edemiyoruz, her şeyimizle (telekinezi miydi neydi o) o sanal silâhın etkisi ile birileri tarafından kullanılıyoruz da, son 10 yıldır ülkeyi abad eden ve Taksim'deki bir grup kadir kıymet bilmez baldırı çıplak tarafından lüzumsuzca eleştirilen sayın Başvekilimiz ve vekiller heyetimiz de mi o 90 yıl önceki meş'um gecenin etkisinden kurtulamadılar. Bari onlar bugünlerde yaşadığımız ayrışmayı şu on senede düzeltiverselerdi.

Hadi bizim gibi sarayda, ağzında altın kaşıkla doğmuşlar "köylülerimize gıcık kapmak üzere programlanmak için" ensemizden şeyttirilmişiz ya (Matrix'teki gibi), acaba aramızda bazılarımız da, şimdiki yönetimin uygulamalarına cılız sesle bile olsa ses çıkartmaya cesaret eden densizlere mi gıcık kapmaya programlılar da kafalarına gaz bombası filân atıyorlar.

"Ceberrut devlet" olarak tanımladığınız o gücün ruh hali "Gıcık olduğu köylüleri kabullenmekte zorlanan bir kitlenin marazî hali" şeklinde ifade edilince şimdiki yönetim birden bire ak pak oldu gözümde. Ne de olsa o tarif ettiğiniz ruh hali eskiye -o jakoben Kemalistler dediğiniz gruba- ait ve şimdiki yönetimin temsil ettiğini iddia ettiği kitleye yönelik.

Mevcut yönetimi eleştiriyor gibi yaparken çaktırmadan aslında mazlum grup olarak sunmak da maharet işi doğrusu.

"Bir toplumun tamamının tecrübelerden ders çıkartmasını beklemek toplum mühendisliğinin başka bir boyutu olur" düşüncenize katılmamak elde değil tabii. Öte yandan 10 seneden fazladır ülkeyi yöneten bir grup insanda da artık bir devlet adamı anlayışı geliştiğini beklemek ve tecrübelerden ders çıkarmalarını ummak bizim hakkımız olsa gerek.

Amaan, dedim ya ben zaten anlama özürlü olduğuma eni konu hatta kesinlikle karar verdim. Yaşadığımız her şeyin sorumlusu olan şahıs 90 yıl önce ortalığı karıştırdı, 75 yıl önce de öldü. Ondan sonra 2002'ye kadar bu ülkeyi idare edenler de onun gibiydi. Hiç bir şey yapmadılar.

Bu yönetim yapacak ama, yok ağaç, çiçek böcek, yok duran adam, yok direnen park filân bir yığın engel çıkartılıyor. Yoksa daha şunun şurasında sadece 10 yıldır hükümet bu insanlar. Cık cık cık…

Melih Özel - 20 Haziran 2013 (16:38)

Bir önceki yorumumda yer darlığı sebebiyle o şekilde yazmak durumunda kaldığım "koyun sürüsü" benzetmesi benim ifadem ve fikrim olmayıp, mevcut partiye oy veren ya da "ilerici" partilere oy vermeyen vatandaşlar için çeşitli kesimler tarafından kullanılan bir ifadedir.

Bu ifadeye hiç bir şekilde katılmadığımı belirtmek isterim.

"Kamuoyuna saygıyla duyurulur."

Erdem Abaka - 20 Haziran 2013 (17:41)

ben de kesinlikle sevgili erden akape gibi düşünüyorum gesi bağları olaylarının arkasında kesinlikle cemal nadanoğlu talat aydeniz contası vardır çadırlardan perezervatif çıkmıştır tank top tüfek atom pompası pilanları ve kadın donu çıkmış olup köpek bebek öpülmüş döt davası ve ayrıca cami duvarına işemişlerdir ve depozitolu tuborg içilmiş ve sex partisi yapılmış ne yazıkki beni çağırmamışlardır çok kızgınım oyum sevgili akapeye…

devrim tomofil - 20 Haziran 2013 (20:25)

Sayın Erdem Akepe, amanın sizi bugüne kadar nasıl keşfedememişiz. Efendimizi ilk gördüğümde sizi İstanbul milletvekilliğine önereceğim. Bize sizin gibi her işten rahmeti rahmana kavuşalı çok olmuş Kemalizm andavallığını sorumlu tutan derin analizciler lâzım. Bizde bir tek Egemen Bağış var; ama onun da kıymetini bilemediler. Adama Başçavuşun Beygiri muamelesi yapıyorlar ve af edersin başşak geçiyorlar.

Şimdi birisi kalkıp "öyle zamanlar vardır ki, o zamanlarda kalkıp Nasrettin Hocalık yapmak, aslında zorba ile hemhal olmaktır" derse ve Hitler ufak ufak menzile ilerlerken kenardan Nasrettin Hocalık yapanların sonradan "biz aslında Hitler ile işbirliği yapmış olduk" dediklerini duyarsan salla gitsin… Sen bize lâzımsın. Durmak yok, faşizme devam…

Başçavuşun Beygiri - 20 Haziran 2013 (20:50)

Sevgili Hamiyet Yüceses, önseziniz karşısında hayretimi itiraf etmeliyim. Erdem Abaka'nın ne yazacağını şak diye tahmin etmişsiniz.

Bu arada ben bir sinir buhranı sırasında yeni bir Türkiye kuracak hamiyetli genç arkadaşları yanlış değerlendirdim sanırım.

Bir tabula rasa gibi saf ve tertemiz bilinçlerinde iktidar için 10 yıldır sarf edilen vatan haini, şeriatçı, sefil ve hatta sapık, küçük kız tecavüzlerinden sorumlu, memlekette satılmadık yer ve fabrika bırakmayan, savaş yanlısı, BOP'çu, Amerikan ve Yahudi uşağı, ordu ve Atatürk düşmanı, sözlerinden etkilenip de kaka fikirler oluşmasına imkân yok ki. Onlar 28 Şubat'ı da "14 Şubat'ı Unutanlar İçin Alternatif Sevgililer Günü" sanıyorlar.

Kavanozda yetişmiş ve yaşadıkları ülkenin siyasetiyle ilgili hiç bir şey bilmeyen ve etki altında kalmalarına imkân olmayan siber çocuklar ayrıca. Çok da teknolojik olduklarından beyinlerinde fikrî yönlendirme ve karalamalara karşı "firewall" var.

Ayrıca onlar Che'yi bir tütün markası, Kemal Atatürk'ü de araba camlarındaki imzalardan ötürü otomobil tasarımcısı, Deniz- Mahir- Ulaş'ı da dans üçlüsü sanıyorlar. Öte yandan Hain Kurtu her şart altında bir kilometre öteden gözünden tanıyabiliyorlar.

Pürüzsüz siyasî geçmişi olan gayet steril bir yapıya sahip sınıfsız ve imtiyazsız kaynaşmış yekpare bir kitleden oluşan böyle bir memlekette tedbirli olma tavsiyesi verirmiş gibi yapıp Hain Kurtu müdafa ettiğim için hicap duyuyorum. İşte de yakalandım.

Oysa ben de tüm bu olayları kolayca Hain Kurta bağlayıp "o olmayaydı mesele yoktu, her gün ayrı bir kem söz ile gerdi ülkeyi, inim inim inletiyor bizi zalım tiran" demeliydim vakitlice.

Ama makarna ve kömüre tav oldum işte. Bir de boş yere badem bıyık bıraktık, kaşınıyor üstelik.

Neyse bugünden sonra günde en az üç kez "Hain Kurt istifa" diye bağırırsam belki kendimi bağışlatabilirim.

Bu arada "eppur si muove", maalesef.

Erdem Abaka - 20 Haziran 2013 (21:00)

Amerikan dizisi tercüme Türkçesi ile konuşacak olursak. Hey adamım sakin ol. Tamam geçti. Şimdi yavaşça elindeki kalemi yere bırakıyorsun ve ayağınla bana doğru ittiriyorsun.

Bunca yirmi günü nasıl geçirdim bilemezsiniz. Hele de Derkenar'da böylesi uzayan tartışmalar sürerken sevgili Erdem Abaka'ya bir omuz atamamak, elinden tutamamak beni nasıl da mütehassis eyledi. Yapamadım, konuşamadım, lâl oldum. Bu aralar üzerinden silindir geçmiş çizgi filim karakterleri gibi sağımı solumu silkeleyip kendime gelmeye çalışıyorum.

Yaşadığımızın ne olduğu konusunda açık ve net fikri olanlara özeniyorum. Komploydu diyenler ile diktatörün zulmü nah şuramıza gelmişti diyenler arasında sarkaç gibi gidip geliyorum.

Anladığım: Tahmin edebileceğimizden daha kötü bir şey yaşadık. Sevindiğim: Sıyırdı geçti. İsteğim: Acilen samimi sol ve demokrat bir platformun ülke siyasetine sokulması. Üzüldüğüm: Yanı başımızda bunca ağzını bozmaya ve seni de içine alacak şekilde keskince suçlamaya hazır arkadaşlarımız olması.

Güzelim Derkenar'da bile benzeri sarkastik dil ile yorumların uzayıp gitmesi oldukça manidar. Çok biriktirmişiz be annem diyorum ve uzuyorum.

Ahmet Faruk Yağcı - 20 Haziran 2013 (21:48)

Yalnız ben gülmekten yarıldım şu an. "Erden Akepe". Kemalist mizahı bu aga. Bir başladı mı en doğrusu pılını pırtını toplayıp oradan uzamaktır. Bu yaratıcı mizah meselâ bir hanımefendinin adını üçüncü köprünün adı olarak önermiş ve "bütün İstanbul üstünden geçsin" diyerek mizah yapmıştı. Akıllı ve humor duygusuyla yüklü Kemalist çocuklar ne de olsa.

Hay klavyeni öpeyim Sevgili Ahmet Faruk Yağcı diyor ve ben de uzuyorum.

Vahap Demir - 21 Haziran 2013 (14:33)

Derkenar'ın bünyesinde kendi meşrebine uymayan mekruh damarlar keşfederek uzayan herkese, bugüne kadarki teveccühleri için teşekkür ediyor, hayırlı uzamalar diliyorum.

Necdet Şen - 21 Haziran 2013 (17:11)

Yok yok benimki öyle temelli uzama değil. Buralardayım. Hiç bir yere gitmem. Kendime bu kadar güzel bir ortam bulmuş iken nereye gideyim? Lâfımı söylerim uzarım. Bir müddet sonra gelinceye kadar. Müdanasızlık var elbette bizim de bünyede ama sevdiğimizi iki söz bir bakış ile kerahat mevkiine koyuvermeyiz. Kıyamayız.

Ahmet Faruk Yağcı - 21 Haziran 2013 (17:36)

Bi saniye, n'oluyo ya? Benim de öyle temelli uzamaya niyetim yok. Sadece yukarıdaki tartışma ortamında kılıç oynatmak pek bir cesaret işi olmaya başladı. "Tutar biri de benim adımı mizah konusu yapar neme lâzım" uzamasıdır benimki.

Şeyhim, dergâh bizimdir, bizim kalacak.

Vahap Demir - 21 Haziran 2013 (22:35)

Ben de bir yere gitmiyorum, buradayım. Bu saatten sonra uzasa uzasa ancak sakalım uzar. Neme lâzım yanlış anlaşılmasın.

Biz ne fırtınalar atlattık, bunu mu atlatamayacağız?

#diren Derkenar.

Erden Akepe - 22 Haziran 2013 (10:16)

Herkes içeride olduğuna göre, şu sokak kapısını da örtelim bi zahmet. Aşırı cereyanlar içeri girmesin.

Necdet Şen - 22 Haziran 2013 (11:45)

Madem herkes tekrar yerini aldı, "nerde galmışdık"!

Erdem Bey'in Galileo Galilei'den alıntıladığı astronomi ilintili "eppur si muove" zarifliğine karşı, ben de Benjamin Franklin'den yerçekimi yasası ilintili bir cümle süreyim masaya: "What goes up, must come down."

İfademizde küçük bir fark var ama. Erdem Bey sözünü "maalesef" diye bitirmiş. Ben "mecburen" diye bitiriyorum.

(Kahkahalar…)

(Malum, Kemalist mizahı ya bu!)

Melih Özel - 22 Haziran 2013 (15:10)

Sevgili Melih Özel, kendinize haksızlık etmeyiniz lütfen. Yaptığınız tastamam zarafet yüklü bir mizah. Bu türden mizahın başımızın üstünde yeri vardır. Ayrıca bu defa hakikaten gülümsedim. Gerçek bir mizah ile nobranlığı ayırt etmesini bildiğimiz gibi takdir de ederiz.

Kemalist olduğunuzu ifade ettiğinize göre, tüm yüreğimle, sizin evsafınızdaki her Kemalist' ten özür dilerim. Sözüm tümüyle başka bir tarza idi ki az yukarıda bir örneğini zikretmiş bulunmaktayım.

Vahap Demir - 22 Haziran 2013 (19:14)

Sizi gidi Melih Bey, Kemalist mizah yaparak bizden oy alabileceğinizi mi sanıyorsunuz yoksa? Gözüm üzerinizde kuzum!

Sincan, Kazlıçeşme, Bursa, Mersin, Kayseri, Samsun, yarın Erzurum, zırnık bile alamazsınız efenim, hepsi bizim. Erdem Bey'in ve zatıalînizin Galileolu/Franklinli marjinal beyanlarınızı rikkat ve dikkatle izliyor, Diyarbakır'dan getirilmiş Tomaları yanınızda durmaları için üzerinize sürüyorum.

Şimdi dileyen kitap okumaya devam edebilir.

Deniz Türkoğlu - 22 Haziran 2013 (19:18)

Emniyet'in yeni gaz bombası ihalesi açacağı haberini okurken, AKP tabanında Gezi direnişine sempati duyan bir Allah'ın kulu bile yok mudur, kendisi için değilse de çocukları için direnişin nedenlerini anlamaya çalışan, meşrutiyetini fark eden bulunmaz mı acaba diye düşünürken, haber geldi.

Yeni Şafak ekibindeki bazı yazarların vicdanlarında bir kıpırdanma başlamış nihayet, ha gayret, gerisi de gelir umalım. Darısı AKP'nin başına.

Yeni Şafak'ta akıntıya ters Gezi yazıları…

Deniz Türkoğlu - 22 Haziran 2013 (19:24)

Nobranlık meselesi önemli gerçekten de. Bu sayfadaki yazının alt başlıklarından biri de buydu.

Yeri gelmişken, netleştirmekte yarar var: Her cümlesinden ayrı sakalet akan, siyasete sırtı dönük duran insanlara bile "de yeter" dedirtip siyasal mizahın kralını yaptırtan ve ironiyi algılama ve cevaplama konusundaki kütlüğüyle dünyanın maskarası olan, astığı astık, sövdüğü sövdük bir zorbaya arka çıkmak adına yapılan bir nobranlığı anımsayalım mı?

"Yalnız ben gülmekten yarıldım şu an. "Erden Akepe". Kemalist mizahı bu aga. Bir başladı mı en doğrusu pılını pırtını toplayıp oradan uzamaktır. Bu yaratıcı mizah meselâ bir hanımefendinin adını üçüncü köprünün adı olarak önermiş ve "bütün İstanbul üstünden geçsin" diyerek mizah yapmıştı. Akıllı ve humor duygusuyla yüklü Kemalist çocuklar ne de olsa.

Hay klavyeni öpeyim Sevgili Ahmet Faruk Yağcı diyor ve ben de uzuyorum."

Nobranlık klâsmanında benim banko adayım budur.

İnsan, o kertede kaba, hazımsız, nobran bir muktedirin gönüllü müdafiliğine soyununca, nobranlığın tanımını da tepetaklak çevirmek durumunda kalıyormuş demek ki.

Necdet Şen - 22 Haziran 2013 (20:21)

Madem itiraflar gırla, Derkenar terapi merkezi, eh anlayışla da karşılanıyor, fırsat bu fırsat, ben de bir şey itiraf edeyim bari; referandumdan korkuyorum. Evet.

Halbuki her şey güllük gülistanlık. Verilen sözlerin daha yere düşmeden tutulduğu, iktidara duyulan güvenin tavan yaptığı öyle saf, öyle temiz bir ortamda, daha ne istiyorum? Hijyen batıyor ve dahi paranoya bedava.

Lâkin Hitler, Mussolini hatta Evren falan, referandum yaptılardı, halk oylamasına gittilerdi de, sonrası malûm. Yani Erdoğan "Diktatör olsam, referanduma gider miydim?" diyor da, o öyle tam gaz giderken, "one munite" desek, n'olur acaba?

Ayrıca masum mu bu referandum? Gezi parkındaki ağaç milletinin yaşayıp yaşamayacağına neden İstanbullu karar veriyor? Benim baktığım yerden, meselâ Ankaralıların, İstanbuldakiler yaşasın mı, yoksa ölsün mü, hadi oylama yapalım demeleri gibi bi şey bu. Yaşama hakkını savunmak için ille marjinal mi olmak lâzım? Neyi oylayacağımızın farkında mıyız?

Durumlarım böyle böyle. Topuk selâmıyla arz ederim.

Deniz Türkoğlu - 22 Haziran 2013 (20:47)

İnsanların isimlerini değiştirip buradan horlama çabası ilk okul çocuklarında bile hoş olmayan davranış iken yetişkinlerde eğer kutsal direnişe katkısı göz önünde tutularak normal karşılanıyorsa eyvallah. Nihayetinde zorbaya karşı direnişte her yol mübah galiba.

İnsanların eşlerine içinde bütün İstanbul'un olduğu küfürler etmek "siyasal mizahın kralı". Burada doğru olmayan bir şeyler var demek ise "zorbaya arka çıkmak".

İşin başından beri tavrımın özeti şudur:

1) Bir şekilde hükümetten rahatsız olan bir yığın insanın her türden barışçı eylemi temel bir haktır. Hükûmete düşen, bu insanların içini rahatlatıcı tedbirler almaktır. Hot zot etmek yanlış tavırdır. Bu insanlara polis eliyle şiddet uygulamak doğru değildir.

2) Şiddet kullanmak bir hak arama biçimi olamaz.

3) Ortalığı yakıp yıkmaya başlamış bir kitlenin nerede duracağı, kime ne kadar zarar vereceği kestirilemez. Polisin bu grupları dağıtması gerekir. Sivas olaylarında polisin kontrolden çıkmış kitleyi dağıtmamasının sonucunu hatırlayınız lütfen.

Derkenar ortamında çoğunluk kutsal direnişe destek veriyor zaten. Bir kaç kişi de itiraz etsin. Bu öfke niye?

Vahap Demir - 22 Haziran 2013 (21:48)

Referandumun bir tehdit olarak kullanılmasına, hatta yerli yersiz uygulanmasına tamamen karşıyım. 'Plebisiter Demokrasi 'aslında demokrasi ile alâkası olmayan, tek kişinin eylemlerini konu hakkında yeterince bilgisi olmayan insanlara oylatan ucube bir şeydir. Bazı hususlarda nasıl ki pozitif ayrımcılık yapılıyor, belli konularda da referandum yapılmasına yasak koymalı.

Ahmet Faruk Yağcı - 22 Haziran 2013 (23:03)

Önce değerli Vahap Bey'e:

"Beni kategorize etme
Benle oynama
Yaftayı yapıştırıp
Bana isim koyma

Matematikleştirme beni
Çarpma, bölme

Beni yarıştırma onla, bunla
Karşılaştırma

Ben seni öyle sevdim
Böyle mi sevdim?

Beni demoralize etme
Depolitize etme
Her işten kaçar oldum
İllegalize etme

Ben seni öyle sevdim
Böyle mi sevdim?"

Sonra Sevgili Deniz Türkoğlu'na:

Kitaplıkta neyi bulduysam oğlanın sırt çantasına doldurdum efenim, bekliyorum. Dostoyevski, Soljenitsin, Brecht, Şolohov, Anais Nin, Henri Miller…

TOMA destekli, okuma timi geldiğinde, karşılarında dururken, çantadan ikram edeceğim. Seç - beğen - al!

Diyarbakır'dan gelirken Levent Usta'dan peynirli kadayıf getirirler mi acaba TOMA ile? Nasıl güzel olur biliyor musunuz?

Melih Özel - 22 Haziran 2013 (23:06)

Sevgili Vahap Demir;

"İnsanların isimlerini değiştirip buradan horlama çabası" gibi cümleler "ilk okul çocuklarında bile hoş olmayan" bir mugalâta. Derkenar ortamında daha da fena sırıtıyor. Hele bir felsefe öğretmeninin ağzında bu tür racon kesmeler, "aga"lar "yarıldım"lar falan, nasıl derler, biraz çiğ kaçıyor.

Madem alenî bir edep çağrısı yapacaksın, önce kendin tuttur o ayarı, değil mi?

Ve o köprüyle ilgili sakil espriyi kim nerede yaptıysa git o hesabı orada sor.

Ha, bir de eğer Erdem'den sana "abi beni çok eziyorlar, imdadıma yetiş" mealinde bir "medet yâ vahap" çağrısı gelmediyse, bırak alınıp alınmama, çıkışıp çıkışmama önceliği onun olsun.

Sen ve benzer reflekslere sahip olan kardeşlerimin bu siteye eklenen yazı ve yorumların hangilerinin yayınlandığını, hangilerinin "incitici olabilir" kaygısıyla silinip atıldığını oradan bakıp görmesini beklemiyorum.

Derkenar'a teveccüh gösterip üç beş satır da olsa bir şeyler yazan insanlarla, tepesi atmış ve ağzını bozma konusunda dilini serbest bırakmış başkaları arasında duran görünmez kalkanlardan haberdar olmanızı da beklemiyorum.

O tür işleri severek üstlenen, gerilimin arttığı anlarda direksiyonu mizahın gevşek dokusuna kırarak ortamı yumuşatmaya çalışan, küfür yoluyla ifade edilmiş -ya da oraya kayma ihtimali yüksek- tepkileri komik bir metne dönüştürerek arayı bulan, öfkelinin gazını alıp, sövülenin hukukunu gözeten görünmez bir "catcher in the rye" var burada nasıl olsa.

Sordum, senin bu insafsız suçlamalarını da göğüsleyebilirmiş; şerbetliymiş her dönemin gıcık olunan kişisi olmaya.

Kırk yıla yakın süreyi, çapının ve irfanının elverdiğince "mizahi" takılarak geçirmiş -ve hatırladığım kadarıyla, zamanında senden de takdir görmüş- birine mizahın ne olup ne olmadığı konusunda ayar vermek, tabii ki hakkındır. Derkenar'da kalem oynatan avatar kalabalığının da senden öğreneceği şeyler vardır mutlaka.

Başımızdan bin yıl eksik olmayasıca haşmetli sultanınıza yönelik bir toplumsal tepkiyi, ille de o tepkiye kıyısından köşesinden eklemlenmeye çalışan radikal grupların özelliklerine indirgeyerek kara çalma, itibarsızlaştırma, sultanınızı sütten çıkmış ak kaşık yerine koyma konusundaki gayretinizi de anlayabilirim. İnsanlık hali. Uzama sırası sizde.

Ama keşke tartışırken okuyucunuzu kaz yerine koymadan ve çok daha ince noktalardan bakılabilecek bir konuyu üç beş takoz komplo teorisinin etrafında kilitlemeden ele alabilseydiniz, birilerinin de sizinle hakara makara yapmadan ciddi ciddi tartışma şansı olurdu.

Not: Birkaç paragraf yukarıda sözünü ettiğim (yayınlanmamış) yorumlardan birini sana e postayla gönderdim. Bunu ilk ve -umarım- son kez yapıyorum. Haklı olduğuna hâlâ inanıyorsan bu konuyu o kişiyle -e posta yoluyla- tartış istersen. "Öfke" konusu da dahil. Benim bu hiç bir yere varmayan çene yarışından sahiden sıtkım sıyrıldı.

Necdet Şen - 22 Haziran 2013 (23:54)

Sayın Demir, yazılarınızı keyifle okuyan ve feyiz alan bir okuyucunuz olarak bir fikrimi sizinle paylaşmak isterim. İtirazlarınızla ilgili hiç bir üzüntünüzün olmaması gerek. Hele ki Derkenar'da. Keza, "Kutsal Direniş" olarak isimlendirdiğiniz bugünkü toplu teyakkuz halinin gerçek amacı çok sesliliğin muhafazası, fikirlerin rahatça beyanı, kısacası haysiyetlerimize ve özgürlüklerimize sahip çıkabilmek değil mi zaten?

Derkenar'da bir şeyler ters gitmeye başladıysa eğer, ben tersliği ister istemez herhangi bir şeye karşı muhalefet etmekte değil, muhalefet ederken kullanılan dildeki taşta çakılda ararım. Dil de bir şiddet aracıdır çünkü ve yarası kolay kolay kapanmaz. Yoksa memlekette çoluk çocuk bunca insan, en insafsız gaddarlıkları yaşamayı göze alarak neden sokağa çıksın? Hangi partinin çil çil altınları bu motivasyona yeter?

Deniz Türkoğlu - 22 Haziran 2013 (00:20)

Vallahi bilmiyorum Melih Bey, şu direniş şartlarında bilinecek şey mi peynirli kadayıf, istirham ediyorum. Üstelik buzdolabından tatlı niyetine çıka çıka 2 yumurtanın çıktığı bu güzelim Cumartesi gecesinde? Kadayıf dediniz öyle mi?

Acaba Ümit Usta veya Emine Beder zaviyesinde tatlı arşivlerine ve el hünerlerine pek güvendiğim yazarların kitapları da bulunur mu kütüphanenizde, oğlanın çantasına atıp getirirdiniz, efenim?

Deniz Türkoğlu - 23 Haziran 2013 (00:38)

Yazışmalara bakıp, serinlikler diliyorum herkese.

Önceki gün, ortalık belki biraz serinler diye bir "kar" hikâyesi yazıp göndermiştim. Ama bakıyorum henüz serinliği gelmemiş ortama. Herkesin harareti yukarılarda.

Ben de dün Sevgili Deniz Türkoğlu'nun sözünü ettiği kısıtlı tatlı malzemesi ile yapılabilecek bir ıslak kek tarifi yazayım dedim. Maksat hava değişsin.

Ne demişler tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.

Malzememiz şöyle:

İki adet yumurta (oda sıcaklığında olsun lütfen, buzdolabından çıkarıp hemen kırmayın).
Bir su bardağı toz şeker ve bir su bardağı sıvı yağ (fındık yağını tercih edin).
İki su bardağı süt (ayrı ayrı kullanacaksınız, ayrı iki bardakta lütfen).
Dört çorba kaşığı kakao (silme / tepeleme arası).
Sekiz çorba kaşığı un (tepeleme).
İki paket kabartma tozu.
Bir paket vanilya.

Yumurtalarla toz şekeri önce düşük devirde, sonra yüksek devirde beş dakika çırpın. Mikser yoksa kolunuza kuvvet. Sütün 1 bardağını ve sıvı yağı ekleyin, tekrar çırpın.

Homojen hale geldi mi?

Fırını şimdiden açın ve 180 dereceye getirin, dursun. Kolunuzu bacağınızı fırına yapıştırıp, kendinizi yakmayın. Yakarsanız soğuk suyla yıkayın ve üzerine buz koyun. Kek bitince acile gidersiniz.

Karışımınıza unu, vanilyayı ve kakaoyu ekleyin. Un miktarı, hamurun akıcılığına göre bir kaşık eksik, bir kaşık fazla olabilir. Hedef akışkan bir kek hamuru elde etmek. Malzemeler gözden kaybolup, tamamen homojen bir hamur oluşuncaya kadar düşük devirde çırpın. Kabartma tozunu da ekleyin, az daha karıştırın.

Tamam, yeter! Kontrolü kaybetmeyelim. Hırslanmayalım.

Hamuru yağlı kâğıt serilmiş bir kelepçeli kalıba dökün. Kelepçeli kalıp konusu önemli, normal kalıptan çıkaramazsınız.

Hani ısıttığımız fırın var ya, oraya koyalım. Yaklaşık yarım saat pişsin (yaklaşık ne demek bilmiyorum, siz anlayın artık).

Kürdan testi yapalım (aman bu jargon çok hoşuma gidiyor, sevsinler beni).

Piştiyse fırından alın. Çok beklemeden, pişen kekinizin üstüne ikinci bardaktaki sütü dökün. Biraz bekleyin, hafif ılısın. Elinizi yakmayın (yakarsanız, ne yapacağınızı önceden yazdım). Sonra kalıbın kelepçesini açın.

Sabredin. Soğuduktan sonra hemen servis edebilirsiniz tabii, ama eğer bir gece buzdolabında dinlendirirseniz 10 numara ıslak kekiniz oldu demektir.

Kahve efenim, aman kahve. Yanında kahve olunca, keyfinizi tutan olmaz.

Afiyet olsun.

Bir sonraki yorumunuzu kahveyi içip, keki yedikten sonra yazın, göreceksiniz serotoniniz yükselecek, ısınız düşecek, hoşgörünüz artacak.

Hatta bu yoruma bile daha sakin yaklaşabileceksiniz.

Deniz üstad, iki yumurtayı değerlendirdik diye düşünüyorum. Ne dersiniz?

Melih Özel - 23 Haziran 2013 (11:05)

Hayat denilen şu yoğun akıcı keşmekeşte kimi zaman doğrudan iç sesimizi dinler kimi zaman vicdanı ya da tarihi kılavuz tutmaya çalışırız kendimize. Üstümüze düştüğünü düşündüğümüz vazifeyi ifa etmeye çalışır bazımız, bazımız da ego çarpıştırır.

Benim açımdan artık anlamını yitirmeye başlayan ve "başbakanın müdafii" olarak algılanmama yol açan bu tartışmada birbirinden kıymetli dost ve büyüklere tek tek bir şeyler yazmak istemiyorum.

Olayların başından beri vurgulamaya çalıştığım tek bir şey vardı; tamamen haklı olduğunu düşünmek haklı olduğun anlamına gelmez, seni haklı göstermez. Gösterse de seni korumaz, ölmene engel olmaz.

76 milyonluk ülkede başbakana sadece oy ilişkisiyle açıklanamayacak bir tutkuyla bağlı bir kitle var. Bu kitle Gezi'de ortaya çıktığı söylenen tepkiye benzer şekilde kendi tepkisini yıllardır içinde tutuyor ama "neyse ki başbakan var" deyip bastırıyor. Zar zor sahip olduklarının -ki bunlar başbakanın şahsında simgeleşiyor, bu size de bir şey hatırlatıyor mu- Gezi'de ellerinden tekrar alınacağı tehdidini hissetti "kitle".

Üzgünüm ama bu hissiyatın kökleri de daha derinlerde. Eylemci profili bir noktada çağdaşlar ile köylüler çatışmasına işaret ediyor. Kalpaklı Atatürk'e değinmiyorum artık. Yıllardır yapılamayan empatilerin parkta kılınan bir Cuma namazı, "hey dostum benim seninle derdim yok ki" paylaşımlarıyla bir çırpıda kurulamayacağını, herkesin kendi devrimi peşinde olduğunu, hatırı sayılır bir grubun da "ha gayret deviriyoruz köylü iktidarını" şeklinde tehlikeli bir ruh hali içinde olduğunu bunun da yüksek risk barındırdığını, Gezi'den elde edilen kazanımı keskin bir kırılmaya çevirmenin akıllıca olmadığını ifade etmek istemiştim.

Derkenar'da barbar yorumcu tehdidine karşı "dilime dikkat etmek" dışında elimden bir şey gelmez.

Düşündüğümü burada ifade edemeyeceksem nerede edeceğim? Ha analizlerim beni bu noktaya getiriyorsa ancak bu vardığım nokta başka insanları incitecekse aman eksik olsun.

Derkenar'daki sessiz çoğunluktan kıymetli mi?

Erden Akepe - 23 Haziran 2013 (11:36)

Melih üstad, kek tarifinizi bir kâğıda yazıp buzdolabının kapısına iliştirdim. İlk fırsatta deneyeceğim.

Ama sizin kekten de bir dilim isterim. Kalanını da bu sayfaya renk katan diğer yazarlara dağıtalım isterseniz, bir yerlerimiz şişmesin.

Kahveler benden. (Servise Erden'den başlayalım lütfen.)

Barbar Yorumcu - 23 Haziran 2013 (12:28)

Hiç bir partiyle ilişkim yok. Ak partiyle de son seçimlerde oyumu vermek dışında hiç bir yakınlığım yok. Takdir ettiğim işleri de var, eleştirdiğim işleri de. Eleştirdiğim hususlardan biri sevgili sultanımızın üslubu, bir diğeri müteahhitlerle ayarı kaçmış ilişkileri.

Ancak özellikle "direniş" günlerinden bu yana, sadece oy veren yüzde ellinin içinde olmaklığım gerekçesiyle o kadar çok küfür işittim ki artık o dile de tahammülüm yok. Bu sebeple dilimin ayarı kaçmış olabilir, Derkenar'ın nezih insanlarından özür dilerim.

Sevgili Necdet Şen, şeyhim…

Kalkıp size mizah nedir öğretmek benim haddimi aşar. Büdütör'ün çilesinden de kısmen haberdarım. Eleştirdiğim tavır: direnişe toz kondurmama tavrıdır. Olayların bir kısmını doğru bulmadığımı, bir kısmını meşru gördüğümü birçok kez beyan etmeme rağmen gördüğüm muameledir. Şeyhimdir, döver de sever de diyor ve bu konu altında daha fazla kırmamak ve kırılmamak adına yorum yazmayacağımı sevgilerimle arz ediyorum.

Vahap Demir - 23 Haziran 2013 (12:51)

On küsur yıl önce bir gün Hasan Kaçan arayıp "sana bir akşam yemeği ısmarlayayım" dedi.

Beleş yemeğe hiç hayır denir mi, uçarak gittim.

Meğer bahsettiği akşam yemeği, Cerrahî dergâhındaki tarikat mensuplarına verilen pilav üstü kuruymuş. Cemaatle birlikte yere bağdaş kurup ortadaki siniye kaşık çaldık.

Sonra, niye hatırlamıyorum, yandaki bir odaya geçildi.

Ayakta durmaktan hiç hoşlanmam, fıtığım var, pörtlüyor. Fakat odada da oturacak ne bir sandalye, ne bir sedir. Sadece bir tane post var yerde, o kadar.

Uyanığım ya, kimse kapmadan gidip posta kuruldum bir güzel.

O an odada bir tedirginlik ve telâş baş gösterdi, "aman yaman" diyerek kaldırdılar beni. Meğer şeyhin postuymuş, ondan başkası oturamazmış.

Bilmiyorlar tabii, 12 yıl sonra beni de birilerinin "şeyh" ilân edeceğini.

Pekala, aldım kabul ettim. Üç saniyeliğine de olsa, o postta oturmuşluğumuz var zaten. Yarın bizim sütçü Sayit'e söyleyeyim de bana üstüne oturulmamış bitsiz sirkesiz bir post getirsin.

Bir sonraki cüzde Agnostik Necdettin Efendi hazretleri Vahap kardeşine, ana fikri "çile çekmek insanı pişirip kemale erdirir" diye tefsir edilebilecek dünyevî bir ayet indirecek. Yani, bu güne kadar kendisine lâyık görülen bazı sıfat ve zamirleri listeleyecek. Hatırlayabilmek için az önce istihare uykusuna yattı.

(Not: Yalnız bu sayfa had safhada uzadı, kuyruğu yere değiyor. O nedenle, altına fazla yorum yazılmamış bir arsa bulup, medreseyi oraya kondurayım diyorum.)

Buyurun → Necdettin Efendi'nin 99 isminden birkaçı

Bir de bu var → Bıkmadın mı tartışmaktan?

Agnostik Necdettin Efendi - 23 Haziran 2013 (14:07)

Kapanmış bir tartışmayı tekrar açmak maksadım asla yok. Sadece aşağıdaki linkte izleyeceğiniz görüntü ve benzerleri neticesinde olaylara tek bir noktadan bakma hatasına düşmüş olabileceğim kabulüyle bir paylaşımda bulunmak istiyorum.

İzlediğim benzer mecralarda bunun gibi onlarcası var. Ve bana göre pek de azınlıkta değiller. Kontrolden çıkmış ruh hallerinin çarpışması esnasında sokaktaki çocuklar yüksek düzeyde şiddete maruz kaldılar. Söz konusu videoda geçen ifadeler ve benzerleri karşısında soğukkanlılığımı kaybederek maksadını aşan yorumlarda bulunduysam özür dilerim.

Olacak O Kadar - Yeni Bölüm

Erdem Abaka - 25 Haziran 2013 (12:11)

Herifçioğlu bir de "ben bu işlere ölümüne girdim" demiyor mu; ört ki ölem…

Bu yaşam formu ve benzerleri hep vardı, bir süre daha (hak vaki olana kadar) ortalıkta görünmeye ve zırvalamaya devam edecekler. Yapacak bir şey yok "Allah ıslah etsin" demekten başka. Hepimizi "kemalin askerleri" olarak yetiştiren müfredatın seri sonu malları bunlar.

Raf ömrünü uzun zaman önce tamamlamış bu ofis basmaları artık darbe falan yapabilirler mi, öyle bir imkânları ve örgütsel kapasiteleri kaldı mı, pek bilemiyorum. (Bence geçmiş olsun.)

Ama şu gerçeği hatırlatmak zorundayım: Sokağa çıkan göstericiyle devletin gücü arasında orantısız bir asimetri vardı. Başbakan'ın ağzından çıkan her kelimeyi kılı kırk yararak sarf etmesini icap ettiriyordu bu durum. Ama o bunu yap/a/madı. Sinirleri boşalmışçasına bir eforiyle, ağzından çıkanı duymaksızın ve durmaksızın konuştu konuştu konuştu, ortamı gerdikçe gerdi, daha fazla insanın sokaklara fırlamasına ve fluğ bir irritasyonun açık nefrete dönüşmesine zemin sağladı.

Ve hayatın gerçeğiyle Başbakan'ın -ve çevresinin- algıladığı gerçek arasındaki mesafe açıldıkça açıldı, akıllara seza komplo teorileri havalarda uçuştu, olaylara selim kafayla bakabilen herkes bu teorilere güldü.

Kendi gördüğümü söylüyorum: Levent Kırca "ölümüne girdiği" bu işte sadece vakitsizce kuyruğu titretmeyi başarabilir. Bence Başbakan'ın şu andaki en büyük açmazı, gettolaşmış zihinsel aurası ve paranoya derecesindeki komplo algısıdır. İşte bu algı, onca zorluğu aşarak oluşmuş karizmasını yerle bir eden özensiz + izansız gevezeliğiyle de birleşince, iktidarı kaybetme anlamında, kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmeye doğru evriliyor.

Levent Kırca ve saz arkadaşlarının asla ulaşamayacakları bir pozisyonu, Başbakan onlara altın tepside sunuyor kızıp köpürerek. (Keşke bu acıklı komediye topluca gülme eylemi yapılsaydı; ben de katılırdım.)

Oysa ne senin analizlerinde ne de hükümetinkilerde bu komedyen enkazı dümbeleğin hiç bir yerinin olmaması gerekirdi. (Benimkilerde de Yiğit Bulut türü karikatür tiplerinin olmamasının gerektiği gibi.) Asla hak etmedikleri bir ehemmiyet vehmettik bu zavallılara.

Ve biz aslında burada birbirimize lüzumsuz yere hırladık. Neticeten biz, bu sayfada tartışan kişiler, çok farklı zihinsel iklimlerde sayılmayız. Memlekette estirilen manevî fırtına bizi de salladı. Savaşan şahinlerin ortasında kalıp gazlandık.

Lâfımı bitirirken, fikriyatıma tercüman olması açısından, şu birkaç okuma parçasını da önermekte yarar görüyorum:

Gel yavaş, yerler yaş! - Ahmet İnsel →
Erdoğan tarihe nasıl geçecek? - Cengiz Çandar →
AK Parti neden yönetemedi? - Bekir Ağırdır →

Neticeten, hepimiz kardeşiz, öyle değil mi?

Necdet Şen - 25 Haziran 2013 (16:17)

Bu başlık altında tartıştığımız konuya dair -anlatmak istediklerimi benden daha iyi anlattığını düşündüğüm bazı yazılara ait- kısayollara birkaç tane daha ekliyorum. Vehbi'nin kerrakesini anlamayı gerçekten isteyenlere önerilir.

Beyefendi'nin Vedası - Sanem Avcı
'Komplo yok 'ne demek? - Mustafa Akyol
Başbakan'ın konuşmaları - Tarhan Erdem
Yönetmeye ehil olmak - Etyen Mahçupyan
Mas-Kom-Yah - Özgür Mumcu
İktidar ve muktedir - Tayfun Atay
Müslüman demokrat olunur mu? - Hüseyin Gülerce
Barışı yaşamak, yaşatmak - Umut Özkırımlı

Necdet Şen - 28 Haziran 2013 (13:37)

Sanem Avcı'nın yazısı adeta bir tez niteliğinde. Çok beğenerek okudum.

Mustafa Akyol'un yazısını da benzer bir beğeni ile okuduktan sonra altındaki yorumlara da göz attım.

Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum.

"…CNN 8 ay evvelden İstanbul için canlı yayın araçlarını ayarladı bunu görmezseniz m.a.alabora 1.5 yıl İngiltere de eğitim almış görmezseniz…" kısmına 'kişisel düşüncedir ya da kara mizah yapıyordur' diyebilir insan da, şurada artık kopmuşum:

"…aksi takdirde senin için çok alternatif yok ya cahilisin ya kör ya sağır Ya da komplocuların uşağı sen seç ve cevap ver ya da yiğit bulut ile biraz sohbet et belki doğruyu görürsün…"

Sözün bittiği yerdeyim.

Melih Özel - 2 Temmuz 2013 (00:16)

Hasan Cemal, t24 sitesindeki köşesinde nefis bir Gezi analizi yapmış… Başlık damardan bi kere:

"Sadece Kemalizm eleştirisiyle demokrat olmanın devri geçti."

Bir de "derin analizler yapamaz, kabiliyeti yoktur" falan diyordun, kaçtı mı dilin gözüne necdettin efendi?

Okuyalım bakalım ne diyor?

Aaaa, bi dakka! Yazı, Cemal'ın okuyup çok beğendiği iki farklı yazıdan yaptığı alıntılardan oluşuyormuş meğer. Sadece imza ve sırıtan fotograf ona aitmiş.

Arkadan konuşmak gibi olmasın ama şu zibidiliğimle ben bile o kadarını yapabilirmişim gibi geliyor bana. Bi deneyelim:

'Karşı devrim' kavramına yaslanarak koşulsuz bir aKP savunusunda ısrar edenler demokrasiden giderek uzaklaşıyorlar. Gezi'yle birlikte Türkiye koşullarına özgü "asgari demokrat" pozisyon artık Gezi öncesinden farklıdır. Hatırlatmak istedim…

Yok yahu, beceremedim. Çapım o kadarına bile elvermiyormuş. Ben en iyisi o yazıların orijinallerini internette arayıp bulayım, bağlantılarını vereyim, herkes kendi şeyiyle okusun.

Sadece Kemalizm eleştirisiyle demokrat olmanın devri geçti - Besim Dellaloğlu (Agos)
Yeni ulusalcılık: AK Görüş - Orhan Oğuz Gürbüz (Taraf)

Ne demişler; yap birkaç iktibas, koy internete, falih okumazsa melih okur…

Necdet Şen - 2 Temmuz 2013 (19:16)

Okudum üstad, feyz aldım!

Ben de iktibas yapabilir miyim? Bakalım elin yabancı basınında bu konuda neler yazılıp çiziliyor diye arada bir bakınıyorum. Size 28 Haziran tarihli The Washington Post'tan bir makale önereceğim.

Middle-class rage sparks protest movements in Turkey, Brazil, Bulgaria and beyond

Yazının başlığı "Orta sınıfın öfkesi Türkiye, Brezilya, Bulgaristan ve ötesinde protesto hareketlerini ateşliyor."

Detaylarına çok girmeyeceğim ama kısaca önce Bulgaristan'da benzer protesto hareketlerine katılan bir sade vatandaşın söylediklerini, sonra da yazarın dışarıdan durumu nasıl değerlendirdiğini gösteren ifadelerini paylaşmak istiyorum.

Hükümeti istifaya davet eden bir protesto hareketinin içinden Iveta Cherneva durumlarını şöyle tanımlıyor: "Bulgaristan, Türkiye, Brezilya, hepimiz bağlantıdayız. Anlaşabilelim diye İngilizce tweetleşiyoruz ve diğer sosyal medya araçları ile de birbirimizi destekliyoruz. Farklı nedenler için mücadele ediyoruz ama sonuçta hepimizin isteği hükümetlerimizin artık bizim için çalışmaları. Birbirimize ilham veriyoruz."

Haydaa!

Öte yandan makalenin yazarlarının ülkemiz hakkındaki değerlendirmelerine de bakalım:

"Türkiye'de hükümetin bir park yapma girişimi, dindar ve giderek artan bir şekilde otoriter bir liderin yönetiminde, İslâmın ele geçiren gücünü giderek hissetmekte olan bir toplumda ifade özgürlüğü üzerine yaygın bir rahatsızlık oluşturdu…"

"Erdoğan, tekrar tekrar yandaşlarına hitap ederken, protestocuları bir camiye girerek orada alkol içmekle suçlayarak ahlâksız ve yozlaşmış olarak damgaladı. Bu suçlamaları yalanlayan cami görevlisi İstanbul Terörle Mücadele Polisleri tarafından 6 saat süre ile sorgulandı."

Makalenin tamamını merak edenler okur.

Ben yazarlarının adını yazmıyorum. Ne olur ne olmaz adamları işlerinden etmeyelim.

Melih Özel - 2 Temmuz 2013 (20:55)

Sıcak Haziran geçti, serin rüzgârlar eşliğinde Temmuz ayına girdik.

Bu 1 aylık Gezi süreci boyunca, söylemek istediğim birçok şey boğazımda düğümlendi kaldı. Komplo teorilerinin ve "kemalizm" vurgulu ısrarcı indirgemelerin arasında, beraberce kuyruğumuzu kovaladık durduk.

En azından ben -art niyetsiz ama saplantılı bulduğum- bu çapaklandırmayı aşıp da sadede gelmeyi başaramadım.

Neyse ki dünya Derkenar'dan ibaret değil; "yandaş" diye bildiğimiz medyada bile, bizim burada fırsat bulup değinemediğimiz noktalara değinebilen, içimin şişini bir nebze indiren, sağduyulu, dengeli yorumlar yazıldı.

Birini daha -altına imzamı da koyarak- paylaşıyorum:

Yabancı parmağı var mı? - İbrahim Kiras

Necdet Şen - 3 Temmuz 2013 (15:45)

Nejdet Bey, Bu yazinizi ve ona yazilan yorumlari zevkle okudum. Yazi cok guzel yorumlar da ayni derece guzeldi. Daha nice Gezi'lere… desek… mi?

Gökçe - 3 Temmuz 2013 (00:17)

Amerikalı bir arkadaşım medyada Gezi Parkı olaylarını duyunca bana bir mail göndermiş."Orada 'vat dı fak' oluyor, siz iyi misiniz" falan diye sormuş. Mailine ayrıca şu linki eklemiş: Istanbul protesters fear what a new day will bring

İngilizce pratik olsun diye linki açıp biraz okudum. Tabii yeni bir bilgi yok, olan biteni global medya üslubu ile anlatmışlar. Ayrıca bir düzine kadar fotograf koymuşlar. Fakat o da ne; fotografların üçte biri Reyhanlı'daki saldırı ile ilgili görüntüler, Gezi parkı ile hiç bir ilgisi yok.

Arkadaşıma bir şeyler yazdım. Fotoğraflardan da bahsettim, "bak her taraftan pis kokular geliyor" falan dedim. Arkadaşım "koca Los Angeles Times öyle çiğlikler yapmaz, bunlar hep komplo teorisi, ayrıca her fotografın altında 'captions' (yani başlık) diye bir şey var, oraya tıklarsan o fotografların Reyhanlı'ya ait olduğunu görürüsün" dedi.

Vay be, minareyi çalan kılıfı hazırlamış tabii, yine paranoyak olmak bize düştü. "İyi de kardeşim, Gezi Parkı ile ilgili haberde Reyhanlı fotograflarını koyup okuyucudan mikrop kadar 'caption" butonuna basmasını beklemek ne iş" diye soramadım tabii, arkadaştan gelecek yeni bir cevabı kaldıracak halde değildim zira.

Öyle işte…İyi ki internet var. Bilgi paylaşımı ne güzel şey.

Seyit Balkuv - 4 Temmuz 2013 (09:46)

Evet, iyi ki internet var. Ben artık yıllar var, TV seyretmiyorum. ABD'de TV haber kanallarının da inandırıcılığı kalmadı. Hele, şu son Mısır olaylarında tarafsız olduğunu düşündüğüm NPR (National Public Radio) bile, darbeden önce hep darbe isteyen kişilerle yapılan röportajları yayınlayıp durdu. Sanki olacakları biliyor ve darbenin haklılığını, göstermeye çalışıyor gibiydiler.

Türkiye'de olan biteni internet aracılığıyla öğreniyorum. Hemen her kesimden bloglar, haber siteleri, gazetelerin web vs sayfalarını okuyorum. Türkiye ve İslâm dünyasındaki haberleri hem batı, hem doğu, hem sağ hem de sol kaynaklardan okuyarak doğruyu bulmaya çalışıyorum kendimce…

Bunların arasında en güzeli "Derkenar" diyebilirim…

Bu arada Türkçe de ne kadar "ı" harfi kullanılıyormuş, benim "i'leri düzeltmekten yoruldum. Gelecek sefere klavyenin Türkçe programını kullansam yazmak daha kolay olacak galiba.

Herkese hayırlı Ramazanlar…

Gökçe - 7 Temmuz 2013 (23:21)

Bir internet şakası olabilir diye bir süre bekledim ama gerçek çıktı. Başbakanımızın telekinezi yoluyla öldürülmeye çalışıldığı felsefî önermesinin sahibi Yiğit Bulut, Başbakanlık başdanışmanlığı görevine getirilmiş.

Bu değer bilme hamlesi başlamışken, Fatih Altaylı'nın entellektüel potansiyelini de heba etmesek diyorum.

Necdettin Temenna - 9 Temmuz 2013 (18:31)

Akıl danıştığın kişiyi söyle bana, nasıl bir karakterin olduğunu söyleyeyim sana.

Demokrasi kahramanı başdanışman - Özgür Mumcu (Radikal)

Okurken, fonda şu şarkı iyi gider: Cem Karaca - Bindik bir alâmete

Necdettin Telekinezi - 11 Temmuz 2013 (12:11)

Bir buçuk aydır memleket haberlerini daha evvelkileri aşan bir titizlikle izliyorum ve olan biteni anlamaya çalışıyorum, Başbakan'ın 29 Mayıs'tan itibaren takındığı tavır ve üslup, izlediği politika geçici bir ruhsal dalgalanma mıydı diye.

Olur a, insandır, madara olmayı sindirememiştir, o nedenle ağzından çocuksu bir hafiflikle olur olmaz sözler çıkmıştır, ortalık durulunca o da kendini toparlayıp devlet adamından beklediğimiz ağırlığa, ölçülü üsluba dönüş yapacaktır…

Ortam kısmen de olsa sakinleşti. Bakalım yapabilmiş mi?

Başbakan Erdoğan: "Türkiye'de bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, tweetler, faceboklarla, dünyanın altını üstüne getiriyorlar, Mısır'da 53 kişi namaz kılarken öldürülüyor, dünya sessiz." (Radikal'in haberi)

Hadi buyur buradan yak. Aynı safsata meşrep dil (kendi ayıbını başkalarının daha büyük ayıplarını sayıp dökerek mazur gösterme) bildik minval üzere devam ediyor. Daha da fenası, insan hakları kavramını hiyerarşik olarak kendi politik hedeflerinin altında bir yere koyuyor, "üç beş kişinin ölümünün lâfı mı olur" demeye getiriyor. Cinayet -ve hukuksuzluk- gibi ciddi bir meseleyi istatistiğe indirgiyor, insansızlaştırıyor.

Söylemezsem şişerim: Ben böyle bir kaptan şoförün kullandığı otobüste yolculuk etmek zorunda olduğum için çok tedirginim. Yol virajlı ve uçurumlarla dolu. Şoför şeşi beş görüyor ve uyarılara karşı gayet alıngan, ön yargılı. Her türlü iletişim kurma girişimine şarlayarak cevap veriyor.

Ve aklını ve sağduyusunu başkan babasının belâgatine emanet etmiş çocuk tabiatlı bir kalabalık, olan biten her şeyin arkasında hâlâ "mihrak" arıyor.

Ben bir mihrak biliyorum aslında. En tehlikelisi.

Allah yalnız ve güzel ülkemizi makam odasının camından ve koruma ordusunun omuzlarının üzerinden izleyen ve sadece yalakalara konuşma hakkı tanıyan bu "mihraktan" ve onun hissi buhranlarından esirgesin.

Amin.

Necdet Şen - 19 Temmuz 2013 (11:13)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

82
Derkenar'da     Google'da   ARA