Patronsuz Medya

Mizah ve Zekâ

Necdet Şen - 1 Şubat 2007  


Geçenlerde saat ayarına bakmak için televizyonu açtığımda eski bir tanıdığa rastladım: İnternet Mahir. Bir kadın programında, birkaç manken ve bir sürü ev kadınının arasında, "yellenmenin faziletleri" hakkında şık espriler yapıyordu.

Altı yedi yıl evvel arkadaşlarının kendisine latife olsun diye yaptıkları söylenen web sitesi bir anda dünyanın en çok izlenen (ve gülünen) sitesi haline gelince gezegen çapında ünlü olmuştu sevimli yurttaşımız Mahir.

Dünya Mahir'e neden gülüyordu, hiç bilemiyorum.

Dünya nelere güler, aslında onu da bilemiyorum.

Son zamanlarda Mahir'den esinlendiği konusunda yaygın bir kanı oluşmuş bulunan İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen'in kurgu tiplemesi Borat da aynı nispette (hatta belki daha fazla) popüler olunca, bizim Mahir de bir süreliğine eski şöhretini tazeleme fırsatını yakalayıp gündeme geldi.

O gün de, bu beklenmedik pastırma yazının verdiği mayhoşlukla, önce utangaç utangaç sustuğu kadın programının yarısından sonra ortama ısınıp, kendi mizah anlayışının inceliklerini döktürmeye başladı Mahir. Ama daha sonra, bizim buradan göremediğimiz minik kulaklığına gaipten gelen bir ses "fazla cıvıdın, sus biraz" mı dedi bilinmez, yeniden sessizleşti.

Bir sonraki programa davet edildi mi, bilemiyorum.

Konudan konuya atlıyorum ama Mahir'i düşünürken, neden bilemiyorum, Aziz Nesin'in "Türklerin yüzde 60'ı aptal" saptamasını anımsadım.

"Aziz Nesin neden böyle düşünmüş olabilir?" diye akıl yürüttüm biraz.

Kızgınlıktan mı? Ölçüsü neydi? Kitaplarının satış rakamlarından yola çıkarak önce zekileri, daha sonra da aptalları mı hesapladı? Acaba "aptal" diye tanımladığı geniş kalabalığı yeterince sevememiş miydi? Onlardan ne bekliyordu da bulamayınca düş kırıklığına uğradı? "Türklerin zekâsıyla" ilgili tahminî rakam üretirken hangi zekâ ölçme yöntemine başvurdu, "sosyal zekâ" yı mı "duygusal zekâ" yı mı baz aldı? "Aptal" dan "zeki" ye çıkan değer basamağının eşik rakamı neydi?

Hiç birinin cevabını bilemiyorum.

Bu tarz kerameti kendinden menkul genellemelere kuşkuyla bakan münafık azınlığa dahilim sanırım.

Ama "Aziz Nesin'in kendisi zeki miydi?" gibi bir soruya gözümü kırpmadan, "tabii ki, hem de çok zekiydi" diye cevap verebilirim. Dahası, "iyi bir mizahçı mıydı?" sorusuna da "tabii ki evet" derim.

Ama o üretken zekâda ve o keskin gözlem ve hiciv yeteneğinde, aynı zamanda, taşıyana yük olan bir yalnızlığı ve yabancılık hissini de görür gibi oluyorum. İnsanı günlük hayatın içinde her adımda rastladığı kişilere önce yabancılaştıran ve zamanla "ne işim var benim bu kaz sürüsünün arasında?" duygusuna doğru iten, Nietzsche'nin deyimiyle "tersine sakat" lık durumunu biraz anlayabiliyorum. Bir şeyden fazla bulunduğunda da engellilerinkine benzeyen bir "acaiplik" durumu yaşıyor galiba insan. Bir bakıma, burnu koku almayanların sorunsuz yapabileceği lâğımcılık ya da çöpçülük gibi işleri keskin koku alma yeteneği yüzünden acılar çekerek yapabilen bir insanınkine benzer bir sıkıntı. Mizahçıysan, bir anlamda kendi hassasiyetinin kurbanı oluyorsun.

Mizahçılar aslında yüzeysel mi?

Kime "yüzeysel" denir, onu bilemiyorum. Ya da kim kime "yüzeysel" diyebilir? Zekâ gibi, bunun da bir terazisi iskandili mezurası var mıdır? Kimin hangi irtifada olduğuna karar verme yetkisini kendine vehmeden zevat bu eşiğin hangi tarafındadır? Bilemem, haddimi aşar. O nedenle bu soruyu yanıtlayabilsem bile, pratik bir yararı yok. Ama madem burası öznel fikirlerimi desteksizce salladığım, mesarifini de kesemden karşıladığım hususî bir mecmua, o zaman haddimi biraz aşma riskini göze alarak şöyle bir varsayımda bulunabilirim:

"İyi bir mizahçı olabilmenin yolu, zaten birazcık yüzeysel olmaktan geçer."

Otuz yıl kadar önce cep harçlığımı çıkarabilmek için Gırgır namıyla maruf piyasa dergisinde "espricilik" ve "çizgicilik" yaptığım yıllardan yola çıkarak söylüyorum bunları biraz da. Hem kendime hem de o yıllarda dirsek dirseğe parça başı espri ve çizgi ürettiğim, şimdi artık pek çoğu han hamam yat kat sahibi meşhur ve karizmatik kuşakdaşlarıma, bir kısmı da unutulmuş ve işsiz olan arkadaşlarıma, onların öncüllerine ve ardıllarına bakarak söylüyorum.

Gırgır'ı ve Gırgır'dan çıkanları, keza Aziz Nesin'i, Cem Yılmaz'ı, Gülse Birsel'i, Ata Demirer'i, Beyaz'ı, Lâcivert'i, Eflâtun'u, saz ve caz arkadaşlarını ünlü ve zengin yapan ortak özelliğin, "sıradan insan" ve "aptal" diye adlandırdıkları kalabalığınkiyle kıyaslandığında daha yüksek olduğu hemen belli olan serî düşünebilme yeteneği ve hâkeza içinden çıktıkları kalabalıkla aynı dili konuşmalarını sağlayan "dünyaya ve insanlara yönelik yalınkat bir bakış açısı" olduğunu zannediyorum.

Bu "aykırı" savımı destekleyeceğini umduğum şöyle bir açıklamam var:

Alay, iztihza, ironi, tîye alma, gırgır geçme, makaraya sarma, madara etme, adını ne dersek diyelim, mizahın türevleri sayılabilecek bu davranışların tamamı özünde düşmanlık taşıyor.

İnsan hayata daha derin bakmaya başladığında (ki derinleşmek ille de üstün bir zekâ gerektirmez, niyet ve çaba daha önemli) ilk önce alaycı ve kıyıcı tarafını törpülemeye başlıyor. Kendinle ve dünyayla ödeştikçe, duruluyorsun, "öteki" ile "BEN" arasındaki uzaklık ve garez azalıyor, herkesi ve her şeyi içeren mutlak "bir" ile içiçe olduğunu idrak etmeye başlıyorsun.

Böyle bir barışmanın gerçekleşebilmesi için, şişkinleşmiş, davula dönmüş olan benlik duygusunu da söndürmek, gururun, büyüklenmenin, bencilliğin havasını almak gerekiyor.

Kendi egonu bastırdıkça insanlara daha az kızmaya, daha fazla "kusuru" mazur görmeye başlıyorsun. Önceleri kolayca hicvettiğin, yani punduna getirip "ağzına ettiğin", yerin dibine eşeğin orasına sokarken pek de gözünün yaşına bakmadığın kimselere (manevî kurbanlarına) karşı artık eskisi kadar zalim olamıyorsun.

Görüyorsun ki, mizahın bir türü ile sevgisizlik, aslında kardeş. Bizde ve birçok yerde yaygın olan haliyle mizah, alay ve saldırganlık, hatta zalimlik önkoşuluyla var olabiliyor. Gülmek, eğer kapağı açılan gazlı içeceğin çıkardığı o malum "fıssssss" sesine benzetilebilirse, o gazı alabilmenin yolu da, mizah tüketicisinin içindeki olumsuz basınçla hemfikir, kıskançlıklarıyla hemhal olabilmeyi, onların baktığı noktadan öfke nesnesine bakmayı ve o öfkeyi taraftarlar adına dışarı pıskırtıp topraklayacak iğne deliğini açabilmeyi gerektiriyor.

Bu öyle bir beceri ki, kendi içinde yolculuğa çıkan ve zavallı benliğinde "öteki"nin tüm çirkinliklerini eser miktarda ya da çok ve ket vurulmuş halde de olsa bulabilen birinin artık kullanmamayı tercih ettiği kesici yaralayıcı bir nesne. Siyah kuşak sahibi ve vicdanlı bir karatecinin kendisine bulaşanları bu yıkıcı gücü konusunda uyarması yükümlülüğüne benzetilebilecek bir ödev, giderek elini kolunu bağlamaya başlıyor mizahçının.

O zaman da ortada alay edecek çok fazla şey kalmıyor. Konu yelpazesi (bir anlamda) daralıyor. "Yurdum insanı" ya da "bir Türkiye klâsiği" diye başlayan çiğ genellemelerden, insanî kusurları sarakaya alma kolaycılığından uzaklaşıyorsun. Yol kenarlarında piknik yapanlar, İstanbul Türkçesini bölgesel aksanla konuşanlar, kaliteli şaraptan anlamayanlar, maldivlerde tatil yapamayanlar, taşralı milletvekilleri, çorabı kokan cami ahalisi, onları aşağılayan holding yazarı, onu da aşağılayanlar, aşağılayanları da aşağılayanlar, patron artığıyla göbek şişirip burjuvalık taslayanlar, çalanlar çırpanlar ve daha bir sürü kendi kendine karikatürleşmiş tip, gadre uğramış ve ezik taraflarının hatırına konu yelpazesinden çıkarılmak zorunda kalınıyor.

Nefret etmediğin kişileri ve toplulukları öyle kolay kolay karikatürize edemiyorsun. O zaman da mizah ve karikatür, hiç kimseyi, ama özellikle de patronun sevmediklerini sevemeyen, ezberi kuvvetli, ısırgan tabiatlı çömezlerin tekeline kalıyor.

Mizahçı toplumu arkadan mı vuruyor?

Mizah, aslında az yukarıda da benzettiğim gibi, baskı altındaki insanların gazını almaya, hayatı daha katlanılır kılmaya, "bu düzen böyle mi gidecek?" şarkısına "zalimin zulmü varsa mazlumun zekâsı var" diye cevap yetiştirmeye, kendini ifade etme hakkı kısıtlanmış olan kimse ve zümrelere bu yasakları delmek için bir süpab yaratmaya, mümkünse daha iyi bir gelecek için umut aşılamaya falan yarar. Velev ki o amaçla kullanıldığında ve illâ bir işe yaraması gerekiyorsa.

O da olmazsa, mizah şaheserini dürüp büküp masanın kısa gelen bacağının altına koyarsın, masanın dingildemesi durur. "Mizahçı ezilenlerin yanındadır" türünden palavralara da o saatten sonra gülüp geçersin, mizahçıya bakarak öğrendiğin düşüncelere takla attırma becerisinden yararlanarak.

Niyet önemlidir niyet. Ve bir de fazilet. Gün olur, mizah yoluyla hayırlara vesile olabilirsin. Gün olur, mizah, ücretini ödeyebilenlerin tükettiği bir tuzu kuru eğlencesidir. Gün olur, mizah, içindeki sağduyudan arınmış ve en ambalajlanmış barkodlanmış haliyle, köpekleşmenin bir başka çeşidi olabilir. Yani bir tane tanımı yoktur mizahın; kullananın tıynetine ve basiretine bağlı biraz tehlikeli bir oyuncaktır.

Aziz Nesin ve kuşakdaşları için ekmek aslanın ağzındaymış. Çok çile çekmişler. Öfkelerini haklı kılabilen somut koşullara katlanmışlar. Kafa tutmaya yeltendikleri şey, onları mahvedecek güçte despotik bir devletmiş. O zamanlar dara düştüklerinde sığınabilecekleri kapıları bile yokmuş. Yazarak ve kanundan kaçarak büyütmüşler çocuklarını. O nedenle, bugünden bakınca, kısmen naif bulsam da yine de yaptıkları hicivde samimiyet ve adanmışlık görüyorum. Ama ya şimdikiler?

Aralarında çok kıymetli olanlar da var tabii. Ama bazıları somun pehlivanı. Bazıları çirkefliği muhalefet sanıyor. Bazıları ise düpedüz holding fedaisi.

Pek çoğu için okumak, sadece bazı gazetelerin başlıklarına göz atmakla sınırlı. Dünya görüşleri resmî ideolojinin konu başlıklarıyla sınırlı. Onlar da insanı robotlaştıran müfredat programından geçirilmişler. Şark kurnazlığına meyletme katsayıları, kendilerini "aydın" diye tanımlamaya pek meraklı olan diğer orta sınıf insanlarından çok farklı değil.

Bu durumda da, Akbaba, Gırgır ya da diğer kalın mizah damarlarından ödünç alınmış alaycı bir söylemle yazıp çizmek, insanı "mizahçı" yapsa da, her zaman doğru düzgün bir insan yapamayabiliyor.

"Yurdum" mizahçısının robot resmi

Hem niye bu kadar kutsuyoruz ki yazar çizer mizahçı takımını? Bize illâ keramet erbabı mı lâzım?

Aslında, mizah değil ama mizahçı, aslında taa kalûbelâdan beri kralların yanındadır. Soytarı kadrosundan bahşiş kabul eder. Eski soytarıların modern zamanlarda yaşayan benzerleri de adına "gazete" veya "dergi" denen, parayla satılan, ertesi sabah kapıcı çöpe atsın diye kapı önüne atılan ibret vesikalarında, daha küçük kralların himayesinde kalem oynatıp, parmağın işaret ettiği başka derebeylere, düklere ve düdüklere sövmek, lâfı denk düşürüp, savcı tarafından kündeye getirilemeyecek bir kıvraklıkla tahkir etmek, kellesi istenen siyasetçiyi sanatçıyı aydını sistemli bir alay bombardımanı altında tutarak bezdirmek, tacı tahtı terketmesine ortam hazırlamak gibi ödevleri olan ve bu ödevin karşılığında avrupa tatili, lüks otomobil, barbütürat, amfetamin, kokain, manken gerisi, tavuk kanadı, televizyon ve matbuat starlığı gibi payelere talim eden, cenazesinde kameralara karşı alkışlanan hizmet erleridir.

Genellikle yaptıkları şey, eski dergi ciltlerine, sahaflar çarşısına, bu aralar internete ve "muhalif" görünümlü düzen bekçisi gazetelerin köşe yazarlarına, haber başlıklarına şöyle bir göz gezdirip, hazırlop düşüncelere takla perende attırmak ve zanaatın kullanıla kullanıla eprimiş fersude kalıplarıyla, fazla tehlike arzetmeyen sivil siyasetçileri ve onların seçmenlerini kaypak kaypak aşağılayan bir şeyler yazıktırıp çiziktirmektir.

Geri kalanı lâf-ü güzaf olup, Hoca Nasreddin soyundan geldiğimiz, dünya çapında mizah geleneğine sahip olduğumuz, karikatüristlerimizin ününün galaksi sınırlarına dayandığı, büyük ölçüde şehir efsanesi ve dahî mizahçı palavrasıdır. Her yıl dünyada sayısız karikatür yarışması yapılır ve o yarışmalarda it sürüsü kadar çizere ödül, mansiyon, nasihat, plaket dağıtılır. Kırk yılın başı bunlardan bir ikisini bizim buralardan birinin kazanması da dünya çapında falan değil, kabile çapında değer taşır. Körler sağırlar kokteyllerde, cenazelerde, Beyoğlu barlarında birbirini ağırlar, o kadar.

Bir karikatürist ya da mizahçı, başvekile papaya şeyhülislâma söverse, en fazla tazminata mahkum olur, ki bunu her zaman o karikatürü yayınlayan gazete öder. Ama kendisini maaşa bağlamış olan holding patronunu ucundan kıyısından söz konusu eden enayinin varacağı son durak, yalnızlık ve dışlanmadır. Hapisten de polis copundan da fazla mağdur eder. Mizahçının akıllısı buna -yani esas muktedirleri diline dolamaya- hiç tevessül etmez.

Bilinenin aksine, başkalarıyla alay etmek için zekî olmak gerekmez. Haklı ve namuslu olmak da gerekmez. Herkes herkesle alay edebilir. Bunun ön şartı, olan biteni anlamaya çalışmak yerine, karşındaki ne söylerse söylesin boşluğunu aramak, "neresinden vurabilirim?" diye açığını kollamaktır. Bu konuda becerini geliştirir, lâfı gediğine getirir, kıvrak çalımlarla altıpasa girer, kodun mu oturtursan, adına "mizahçı" denen seçkin zümreye dahil olursun. Her devirde geçer akçe olan ama bugün her zamankinden de fazla getirisi olan bir meslektir bu. Her zaman zengin etmeyebilir ama en azından "boş gezenin boş kalfasıyım" demekten daha iyidir.

Yorumlar

Mizahçıların ille de sevgisiz mi olmaları gerekiyor? Yani insan sevgisi ile de mizah yapılamaz mı? Ben örneğin Aziz Nesin'in insanları çok seven birisi olduğunu düşünüyorum. Örnek: Nesin Vakfı.

Sanırım yazar şunu demek istemiş: "Mizahçının sevgisiz olanından allah hepimizi korusun".

Cihan Akıngör - 26 Nisan 2007

Gırgır okuyarak büyüyen kuşaktanım ben de. Şu anki mizah dergilerinin haline bakınca aynen bu yazınızda ifade ettiğiniz gibi düşünüyorum. Kaleminize sağlık.

Hasan Topaloğlu - 5 Şubat 2009 (19:32)

Merhabalar, uzun zamandır komik nedir, mizah nedir konusuyla ilgili düşünüp duruyorum. O kadar güzel yazmışsınız ki bir solukta Gülmece Güldürmece yazınızı ve bu yazınızı okudum. Elinize, dilinize zihninize sağlık. Yazdıklarınızı da referans alıp "komik" kavramını kendi süzgecimden geçirip bir yazı hazırlamayı düşünüyorum. Yazdığımda inşallah size de linki bırakırım. Hep yazın hep paylaşın lütfen. Teşekkürler.

Pınar - 12 Ekim 2009 (22:51)

Bugünlerde Akşam gazetesi yazarı Serdar Turgut'un şarkıcı Rojin hakkında yazdığı "eğer bir PKK teröristi olsaydım, Rojin'i dağa kaldırır, seks kölesi yapardım" cümlesi yüzünden memleket ayağa kalktı. "Yazar" ı protesto eden edene.

Ankaralı bir grup feministin Kuğulu Park'taki gösterisinde attıkları sloganlar, tartışmanın düzeyine ışık tutabilecek nitelikte:

"Çüş!", "Başına bir hal gelirse Serdar, dağlara gel dağlara!", "Serdar'ın kaleminden kan damlıyor!", "İstenmiyorsun git Serdar!", "Üzmez'i hakladık, sıra Serdar Turgut'ta!", "Bir şemsiye de Serdar'a!", "Militarist basın kalemini bedenimden çek!", "Serdar'a yuh de! Yuh deme çüş de!", "Mizah değil nefret, asla gülme, reddet!", "Mizah çükle değil beyinle yapılır!"

Feministlerden Turgut'a: Mizah Beyinle Yapılır!

Her ne kadar feministler mevcut ezberi tekrarlayıp "mizah çükle değil beyinle yapılır" deseler de, hem Serdar Turgut'un hem de ona muhalefet edenlerin mizahtan anladığı şeyin gayet "çükündürük" bir şey olduğu apaçık ortada.

Bence tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Bu feministler bu Serdar Turgut'u, bu Serdar Turgut da bu feministleri fazlasıyla hak ediyor. Bir elmanın iki yarısı gibiler.

Meseleyi internette okuduğum ilk gün "şu konuyu eşeleyen bir yazı yazayım" demiştim. Sonra yukarıdaki yazımı okudum, "yazmışım ya işte, daha ne yazayım" dedim, vazgeçtim.

Necdet Şen - 30 Ekim 2009 (09:48)

Konuyla ilgisi vardır diye -fikri takip açısından- buraya bir not düşmek isterim.

Haber şöyle:

"24 Ekim'de Akşam Gazetesi'nde yayımlanan 'PKK Teröristi Olmadığım İçin Pişmanım' yazısında Türkiye'ye gelen Barış Gruplarının karşılanmasıyla dalga geçen, Rojin'i dağa kaldırıp seks kölesi yapmak istediğini yazan Turgut, Taraf Gazetesinin haberine göre iddianamede yer alan ifadesinde 'Yazıda müştekiyi kastetmediğini, Rojin ismini bir masal kahramanı ve yazıya uygun şiirsel bir isim olarak değerlendirdiğini' söyledi."

Serdar Turgut Cinsel Tacizden Yargılanacak (Bianet)

Bence bu Serdar denen şahıs sadece tacizden değil, yalan beyanda bulunarak yargıyı ahmak yerine koymaktan da yargılanmalı.

Aksi takdirde birilerinin de çıkıp "ben bu Serdar Turgut'un şaşı gözlerini, kalın ensesini, nursuz suratını, anasını, danasını, şişman karısını…" diye başlayan inciler döktürüp, sonra "Pamuk Prenses masalındaki adları Serdar ve Turgut olan yapışık cüceleri kastettim" diyebilmesinin de önü açılmış olur.

Bu durumda ortaya yaratıcı olsa da yapıcı olmayan bir mizah geleneği çıkabilir.

Kadı Burhanettin - 9 Aralık 2009 (11:55)

Mizahçılığımın (!) büyük kısmını ders ya da seminer verirken yapıyorum. Başkasına yaparsam üzüleceğini bildiğimden ve yapmazsam da çok yazık olacağından, alaylarımı da, esprilerimi de hep kendimi konu mankeni kullanarak yapıyorum. Bu durumda hem o komiklikler güme gitmiyor, hem de insanlar daha çok gülüyor. Meselâ insan anatomisi ve fizyolojisi dersinde koyun beynini kesip incelerken "işte benimki de bunun biraz küçüğü" diye dalga geçince hem herkes daha çok gülüyor, hem de espri ziyan olmuyor:) Bunun tam tersini yapmak, işte o zaman alaycılığın doruğu olur ki artık kimse de gülmez diye düşünüyorum.

Alper Uzun - 22 Nisan 2010 (00:19)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

83
Derkenar'da     Google'da   ARA