Patronsuz Medya

İncindikçe bilenir, daha da güçlü olmayı arzularsın

Necdet Şen - 21 Ekim 2003  


Zaman zaman genç kuşaktan gazetecilere rastlıyorum. Şöyle diyor bazıları:

- "Gazeteci olmaya Hızlı Gazeteci'yi okurken karar verdim."

İlk anda bundan mutluluk duysam da, ardından hafifçe buruluyorum.

Çünkü Hızlı Gazeteci, aslında ekmeğini kazanmakta olduğu basın sektöründe ayrık otu gibi duran, hırslı insanların, dalaverenin, iki yüzlülüğün, kaypaklığın kol gezdiği gazete binalarından kaçıp gitmeyi, kendini dağlara yollara vurmayı arzulayan bir çizgi roman karakteri. Böyle bir karakter, neredeyse her karesinde deşifre ettiği, reddettiği bir camiayı yine de heves edilir bir meslek olarak yansıtmayı nasıl başarmış?

Belki onlar da Hızlı Gazeteci gibi bozuk düzenin karşısında dimdik duran bir kahraman olmayı arzulamışlardır.

Peki, durabilirler mi?

Basın camiasında -buna televizyonu da katalım, çünkü her ikisi arasında yatay geçişler pek sık yaşanır ve gazetecilerin çoğu önce basında başlar, oradan televizyona geçer- yükselebilmek için pek çok haksızlığa göğüs germek zorunda kalır genç gazeteci adayı. Ayrımcılıkları görür, yalakaların nasıl kayırıldığını, kendi haberlerinin nasıl apartıldığını, üstünde amir konumunda bulunanların aslında ne kadar çapsız olduklarını, "haber" diye yazması istenen şeyin arkasındaki pis hesapları, holding çıkarlarını, tepelerinde demoklesin kılıcı gibi sarkıtılan işten atılma ya da kızağa çekilme tehditini ve daha birçok incitici durumu, hepsini bir bir yaşayarak ama dışarıya renk vermemeye çalışarak vitrinde durur poz keser genç gazeteci.

Belki Hızlı Gazeteci okuyarak ilgi duymuştur gazeteciliğe, belki başka nedenlerden; ama genç gazeteci bir süre sonra anlar ki, orada bulunan insanlar arasındaki tek "Hızlı Gazeteci" kendisidir. Yapayalnızdır. Daha geçen hafta meyhanede haksızlıktan ve erdemden dem vuran, kendine yoldaş sandığı yan masadaki çocuğun, fırsatını bulduğu anda nasıl saf değiştirip yalakalar güruhuna yamandığını görür, bir kez daha incinir genç gazeteci.

Gazete, bir ucunda Derin İktidar'ın ağzı, diğer ucunda kamuoyunun kulağı olan ve başka çıkışı bulunmayan bir boru gibidir ve genç gazeteci herkesle birlikte aynı tarafa doğru üflendiğini sezinler. Maksat haber yapmak değil, büyük oynayanların buyruklarını yerine getirmektir, gazeteciliğin dışarıdan görünen pırıltısı seraptan ibarettir yalnızca.

Ama yine de terk edip gidemez genç gazeteci. Gidecek bir yer yoktur çünkü. Başka iş bilmemektedir.

Oysa işin gerçeği, gazetecinin gidecek hiç bir yerinin olmaması değil, gitmek istememesidir. Çünkü gazetecilik başka hiç bir meslekte olmayan bir ayrıcalık sunar kendisine: Güç ve saygınlık.

Bir insan gazeteciyse, başbakana, holding patronlarına, generallere, meşhurlara yaklaşabilir, masalarında yemek yiyebilir. Gazeteci olduğu müddetçe onlar tarafından aranıp sorulma, bir sorunu varsa çözebilme, manevî protokolün ön sıralarında yer kapabilme şansı açıktır. "Haber" vasıtasıyla ikram edilmiş yurt dışı gezilere gider, cebinden tek kuruş ödemeden lüks otellerde kalır, yer içer, gezer tozar, ünlü kişilerle aynı mekânı paylaşır, teşekkür kabilinden sunulmuş "minik" hediyeleri kabul eder ve bir ara ellerine tutuşturulmuş olan fiyakalı tanıtım broşürlerini seyahat çantasının bir kıyıcığına iliştirir. Çünkü döndüğünde o broşürün sayfalarından ve eğlenirken aldığı hazdan arta kalan hoş -ya da nahoş- duygulardan derlediği bir "haberi" kaleme alması gerekecektir.

Genç gazeteci, daha şimdiden, kaybetmeyi istemeyeceği birçok şeye sahiptir. Belediye otobüsünde ezile dürtüklene yaptığı şehir içi yolculukları, bilet kuyruğunda itilip kakılmaları unutmamıştır. Daha öğrenciyken, gazetecilerin her yere bir kart göstererek, hatta göstermeyerek, hiç kuyruğa falan girmeden paşalar gibi buyur edildiğini görmüştür. Gazeteciliğin kendi bulunduğu yoksul ve "önemsiz" bir kalabalıkla paylaştığı en alttaki tabakadan daha üstte, daha ayrıcalıklı bir katmanda yer aldığını keşfetmiştir. Üstelik bu katman, belki de en az emekle -bazen bir amca dayı telefonuyla- ulaşılan kestirme bir hedeftir.

İşte genç gazeteci, bu cazip ve esnek katmanda dolanmanın tadını almışken, ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, ne kadar incinirse incinsin, tekrar alt tabakaya geçmeyi göze alamaz; daha doğrusu, arzulamaz.

Arzulayan, göze alanlar yok mudur çekip gitmeyi? Vardır tabii. Onların adını bir daha pek duymayız. Unutulur giderler.

Günün birinde bir emlâkçıyla, kuru yemişçiyle, şoförle falan karşılaşırsın. Söz bir yerlerden gelir dolanır, "biliyor musun" der, "ben bir zamanlar falanca gazetede muhabirlik yapmıştım; dayanamadım, çektim gittim".

Dikkatli bakarsan, gözlerinde içe atılmış bir özlem duygusu görürsün. Masal ülkesini tanıdıktan sonra köyüne dönmek zorunda kalmış Keloğlan'ın bakışlarıdır bunlar.

O nedenle olsa gerek, üst üste geçirdiği kalp spazmlarına ve hayli ilerlemiş yaşına rağmen, işi tadında bırakmak, Marmaris'teki yazlığında keyif çatmak, balık tutmak, kitap okumak yerine, kendisine hiç iş verilmediği halde plaza binasındaki odasına her gün gidip gelen, akşama kadar gazete okuyan ve inatla yapıştığı koltuğunu ancak cenaze arabasıyla terk eden gazetecilerin sayısı hiç de az değildir.

Her şeye rağmen orada kalmayı yeğleyenler "genelevin bakiresi" diye bir şey olunamayacağını düzüle düzüle öğrenirler. Orada kendileriyle ve tepelerindeki yöneticilerle kaim olmayan, kuralları ülkedeki düzen ve o düzenin kural koyucuları tarafından dayatılmış olan sanal borunun içinde muktedirler tarafından üflene üflene diğer uca doğru akar. Ki aslında kural koyuculara da sistem kendisini dayatır; çünkü kural koyucu da sistemi içselleştirdiği ölçüde vardır.

* * *

Yükselirken ödenen diyet nedir?

Güç zannettiğimiz şey, aslında insanı hayata karşı daha nahif, daha nazenin yapar. Adımını attığın her yerde bir gazeteci olarak karşılanmak istersin. "Sıradan" bir insanın belki biraz homurdanarak geçiştirebileceği bir kabalık gazeteciyi çok daha fazla kızdırır.

- "Neee? Bana haaa! Bana haaa!"

Bu sözleri şu ya da bu zamanda en azından bir kez olsun içinden geçirmemiş gazeteci var mıdır, bilemiyorum.

- "Ulan, ben istersem seni şimdi bağlı bulunduğun kuruluşun en üst düzeydeki amirine bildirir, hatta işinden ederim seni bee!"

Bu çocukça sözleri bağıra bağıra söylemek üzereyken yutabilen çok sayıda gazeteci vardır tabii ki; ama gazeteci, en azından bu cümleyi sarf edebilecek bir konumdadır ve bu söz pek de blöf sayılmaz. Bu sözü söyleyebilecek konumda olmak da her halde her toplumda imrenilecek bir ayrıcalıktır.

Pıssst, kardeşler, var mı içinizde "böyle bir ayrıcalığı istemem" diyen?

Durakladınız sanırım. Hem istiyorsunuz, hem de "ama bunda bir ahlâksızlık var galiba" diyorsunuz. Var gerçekten de.

İşte bu çelişki, insanı içten çürüten bir çelişkidir; "ben buna kapılmam, sağduyum her zaman galebe çalar" diyen de çocuksu, üstünkörü, düşünmeden konuşur. Elinde seni tartaklayan bir polis komiserini ya da gıcıklık eden bir devlet memurunu yerinden oynatabilecek gücün varsa, dışından nasıl davranırsan davran, içten gelen bir tevazu içinde olamazsın.

Zaten canın burnundan gele gele ve üç otuz maaşa, zor zar geçinerek katlandığın bu mesleğin sana sağladığı tek ayrıcalığı elinin tersiyle itmek için nirvanaya ulaşmış olman gerekir ki, o hayhuy içinde, her yanından darbeler almaktayken, bu mümkün değildir.

Evet, her yanından darbeler ala ala, incine gücene gazetecilik mesleğini icra etmeye çalışır gazeteci. Belki de daha çocukluk günlerinde içine yer etmiş olan sızılarından kurtulmak, mühim olmak, dokunulmaz olmak, kırılamaz olmak için yöneldiği bu meslekten, ödediği diyet karşılığında bunu bekler.

Önünde örnekler vardır; o örnekler akıl almaz paralar alırlar. Önleri sıra koşup kapıları açan birileri vardır. İnanılmayacak kadar güçlüdürler. Adeta görünmez bir zırhla kuşatılmışlardır. Gazete koridorlarında tanrı gibi dolanırlar. Memleketin en etkili simalarıyla teşrîki mesai yapabilir, önümüzden geçip herkesin giremediği kapılardan içeriye giderler. Bunlara baktıkça, hasete kapılır insanoğlu.

Belki daha birkaç yıl önce meyhane ve zamparalık arkadaşımız olan o kişiler, artık telefonlarımıza bile çıkmaz olmuştur.

Onların da içlerinde kat kat sızılarla, hınç duygusuyla, ilk fırsatta canı acıtılacaklar listesiyle, soğuk yenecek intikam yemeklerinin hayaliyle dolandığını aklına getiremez genç gazeteci; bir an evvel, her nasıl olacaksa, kendisi de bir Ertuğrul Özkök, bir Güneri Cıvaoğlu, bir Ali Kırca, bir Uğur Dündar, bir Tuncay Özkan, bir Fatih Altaylı, hiç olmazsa bir Savaş Ay olmak ister.

Oysa oraya gelirken kaybedilenlerin neler olduğunu bilse bunu gene de ister mi, bilinemez.

Kudret denen şeyin aslında bir silâh olduğunu ve her silâhın er geç patlatılmak üzere taşındığını kaç kişi itiraf eder ki kendisine? Hiç kimsenin kendi olanaklarıyla oralara gelemeyeceğini (masallarda olur bu), oralara gelmek için kimlerle ne tür sessiz ittifaklar ve ne tür alışverişler içine girileceğini, neleri yutmak, nelere peki demek zorunda kalındığını sorgulayamayacak kadar acil ihtiyaçlar içindedir genç gazeteci.

Hızlı Gazeteci okuduğu yıllarda bazen satır aralarında, çoğu kez de alenen anlatılmış olan bu manzarayı görmek yerine, hiç bir lâfın altında kalmayan boylu poslu, karizmatik müdanasız bir rol modeli görmüş olması belki de bundandır.

Oysa yalnızca iki koşulda müdanasız olunabilir.

Ya sokağı ve yoksulluğu seçeceksin…

Ya da toplumun tümü adına elinde bulundurduğun kalemini/mikrofonunu satışa çıkaracak, kucağında oturduğun efendilerinin gücüyle efendisizlere efeleneceksin.

Yok, eğer zaten gazetecilik camiasının dışında, sadece okur konumunda biriysen, dilenci vapuru gibi plaza plaza dolanıp kudret simsarlığı yapan hacıyatmazlara da hassittiri çekeceksin.

Yorumlar

Yaşasınnn, hoşgelmişsiniz!

Yazılarınızı okumaya devam ediyorum. Hatta şimdi 'Soysuzlaşınız Efendiler' ve 'İncindikçe bilenir daha güçlu olmayı arzularsın'ı okudum.

Sanırım yazılarınızdan bu kadar etkilenmiş olmamın bir nedeni de bir ara medyanın içinde şöyle bir bulunup sonra vazgeçmiş olanlardan olmam. İstanbul Ünv. Radyo TV Sinema mezunuyum. Az buçuk TV kokusu almış, sonra sinema çevresinde bile bulunmuştum. Oralardan aklımda kalan tek manzara insanların ne kadar çirkinleşebilecekleri oldu, inanmak istemeyeceğim kadar çirkin. Sanırım bayan olmam, henüz 17 yaşında olmam da oldukça olumsuz etkilerdi, aslında hayal gücüm kuvvetlidir, ama bu kadarını hayal edememiştim doğrusu.

Kriz de geldi çattı, direnecektim, her şeye rağmen ilkelerimle var olacaktım, ama o da olamadı, lâkin İstanbul'da kardeşimle yaşayacak kadar, faturalarımı ödeyecek kadar da para kazanmam gerekiyordu. Şanslı sayılırdım ki şu an çalıştığım işi buldum ve okuduğum okulla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir şirkette (tekstil kalite kontrolü yapan), Kalite Güvence Depatmanı'nda çalışmaya başladım.

Burada da sorunlar, incitebilenler yok mu? Elbette ki var, ama inanın medyadan sonra hiç bir yer insanın canını acıtamıyor (tabi böyle bir yeteneğiniz varsa). Öyle şeyler gördüm ki buradaki çirkinliklere 'oooo bu da ne ki!' diyebiliyorum.

Ama yine de insanların alnının teriyle para kazandığı bir yer görebilmek ve alın terinin hâlâ para edebildiğini görmek güzel. Henüz 19 yaşındayken bunun bu ülkede asla olamayacağını zannetmiştim. Bu karanlık manzaradan +10 kilo aldığım bir bunalımla çıkmıştım.

Tabi bu manzara sadece beni değil bütün yakın arkadaşlarımı da etkiledi, kafama uygun bulduğum, azıcık ilkeli ve akıllı bütün arkadaşlarım şimdi medya dışında, farklı sektörlerde çalışıyor ya da araştırma görevlisi olarak okulda kaldı. Hepsi bunalım denen illetten nasibini aldı, hayatın içinde var olamama, doğrularını gerçekleştirememenin sonucu ortaya çıkan içsel isyandan, en sonunda kendini parçalamaktan.

Bir yandan buradayken ve o ortamda olmamaktan memnunken, bir yandan da hep hayal ettiğim idealist gazeteci ya da sinemacı olmadığım için içimde hep bir hüzün var. Sanki sevgilimi aldatmışım gibi bir hüzün, suçluluk.

Bir şekilde yeniden yazma, film çekme isteği. Sizin gibi uzaklara çekip gitmek isteği.

Öyle işte, orada olmaya devam etmeniz çok güzel. Sadece orada olmanız bile bize güç veriyor. Umarım siz de bizden güç alırsınız.

Sevgiler ve başarılar.

Ziynet - 27 Aralık 2003 (11.30)

2003 tarihli olmasına rağmen, tam da medyada 'ajan gazeteci' tartışmalarının alevlenlendiği bu günlerde yazınız, turnusol kâğıdı olarak kullanılabilecek ölçüde yol gösterici. Teşekkürler…

Mina - 17 Mart 2010 (19:20)

"2003" tarihli mi? İnanmıyorum sayın Mina…

Şimdi bakıyorum… Evet, yazı "21 Ekim 2003" tarihli. Vallâhi utandım!

Birincisi; giderek zayıflayan dikkatimden, daha açıkçası kocamamdan… İkincisi değerli Necdet Şen bu yazıyı on sene önce kaleme almış… Hâlâ mı tazeliğini korur?

Ne diyelim, kader utansın, tanrı biz kullarına da böylesi rasat melekesi nasip etsin.

Saygıyla Ûstâd…

Macit Cününoğlu - 27 Mart 2013 (17:58)

Şarap gibi yazılar. Bu siteyi cennete benzetiyorum. Girilmesi zor, ancak girdikten sonra çıkmak istemiyor insan.

Levent Bozkurt - 7 Mart 2014 (06:33)

Teknik nedenlerle soruyorum; girilmesi neden zor?

Büdütör - 7 Mart 2014 (11:10)

Teknik nedensiz cevap veriyorum büdütör. Hani cennet, inanışa göre birçok şey gerektirir ya; iyi insan olmak, cömert olmak, öyle böyle olmak gibi… O açıdan girilmesi zor demiş olabilir. İyi de bunun senin siteyle ne alâkası var yahu? Bana hiç cenneti anımsatmadı burası. Sitenin kurucusunun dobralığı ve harbiliği bena her zaman bir Tyler Durden tadı vermiştir. Yani şimdi Tyler'u da bilen bilir; öyle pek cennet yolcusu bir tip değildir o.

Ha, Tyler ayarındaki heriflerin cennet olarak addedebileceği bir mecra olabilir mi burası? Dibine kadar olur. Ama girmesi de çıkması da isteğe bağlı bir yer olması kaydıyla. Ve zaten de öyle…

Hayyam'la bitireceğim dokunmayın:

"Ben ne camiye yararım, ne manastıra
Bir başka hamur benimki başka maya
Yoksul gâvur, çirkin orospu gibiyim
Ne din umurumda, ne cennet ne dünya"

Hakan Şen - 7 Mart 2014 (15:33)

Sevgili Durmuş amca, bugün yine senin yaşadığın sahil kasabasandaydım. Seni sorasım geldi. Ama vazgeçtim, nedendir bilmiyorum. Orada yaşayan ve bağış yapan adamın okulunun önünden geçtim. Duvarda bir yazı vardı: "Rüşvet ve cehalet…" diye başlıyordu. Çok haklı o amcamız…

Levent Bozkurt - 11 Mart 2014 (21:01)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA