Patronsuz Medya

Déja Dessinée

Necdet Şen - 14 Ekim 2015  


"Vallâ nolcek, oleceği bi şey yok, dönecez dönecez aynı yere gelecez…"

Böyle diyordu Cem Karaca'nın "Bindik Bir Alâmete" şarkısındaki Hüsiyin Çavuş.

Bu satırların yazarı Necdettin Efendi'nin de bundan daha hikmetli kelâm yumurtlayacağı yok. Hayat dediğin, taksit taksit ödenen can sıkıntısı. İnsan yaşlandıkça, sadece koltuk altlarındaki ter bezleri ve ağzındaki tükürük bezleri değil, ruhu da ekşiyor, durup durup "ben dememiş miydim" diyorsun rüzgâra doğru.

Yele söylenen sözün kıymeti ne? Döner gelir gene ağzından içeri girer, yutarsın. Bir tek kendin duyarsın kendi dediğini, davulcunun fosuruğu kadar bile kıymeti yoktur.

Geleceğe değil geçmişe bakmaya başlamışsan, yaşlanmışsın demektir. Ruhen.

Bazen de geleceğin ipuçları geçmişin içindedir. Yıllar geçerken bunun ayırdına varır, ama becerip anlatamazsın.

* * *

Yıl 1975…

Çocuktum ufacıktım, yaş 19'du galiba. Gezmeyi tozmayı, yemeyi içmeyi, kızlarla oynaşmayı, benden daha akıllı yaşıtlarıma bırakmıştım. Üstüme vazifeymiş gibi, siyasetle ilgileniyor, tuğla kalınlığında kitaplar okuyup içlerinde dişe dokunur bir şeyler bulmayı umuyordum.

Yüksek yerlerden donatılıp sokağa salınmış canavarlık, o günlerde de kınından çıkarılmış bir kılıçtı. Ve barıştan kardeşlikten söz edenlerin hayatı o günlerde de sudan ucuzdu. Haber bültenleri kan kokuyordu. Kapısından bile geçmediğim İstanbul Üniversitesi'nde, dersten çıkmakta olan öğrencilerin üstüne el bombası atılmış, sonra da otomatik silâhlarla taranmıştı.

Polis mi? Oradaydı. Katillerin değil bombalanıp kurşunlananların üzerine çullanmış, eksik bırakılanı tamamlamışlardı; öyle yazıyordu o günkü gazeteler.

Failler yakalanmış mıydı? Yooo, niye yakalansın? Sonradan da mı? Yooo. Hiç mi? Yok dedik ya. Koskoca devlet onca işin gücün arasında üç beş tane solcu zibidinin katilini mi arayacaktı yani, aşk olsun.

Kavgayla, dandunla, örgütçülükle işim yoktu. Zaten bırak örgütü, arkadaşım bile yoktu. O yaşın verdiği heyecanla oturdum bir karikatür çiziktirdim, o sıralar yeni yeni takılmaya başladığım Gırgır dergisine götürüp, kapıdan bıraktım.

Masal bu ya, derginin mesul müdürü Oğuz Aral karikatürü görünce pek beğenmiş, daha büyük ebatta çizdirmek için oradakilere beni bulmalarını emretmiş. Tabii ki hiç kimsede ne telefon numaram ne de adresim olmadığı, karikatürün arkasına o tür durumlar için iletişim bilgilerimi yazmak da hiç aklıma gelmediği için, oturmuş kendisi yeniden çizmiş, o haftaki dergiye yetiştirmiş. Eksik olmasın, emeğime saygısızlık etmemek için kendi adını benim adımın ve soyadımın altına iddiasızca iliştirmekle yetinmiş.

Geçenlerde gözüme ilişen bir haberi okuyunca aklıma 40 yıl öncesine ait bu karikatür geldi. (Bende o dergiler yok, karikatürün orijinali hiç yok. Arşivleme biriktirme işleriyle başım pek hoş değil. Neyse ki başka bir çizer arkadaş başka bir vesileyle internete yüklemiş, orada buldum.)

Kırk yıl önceki o karikatürü hatırlamama vesile olan haber özetle şöyleydi:

"Provokatöre suçüstü: Üstünden hem PKK hem IŞİD kimliği çıktı"

"Bergama'da Türk bayrağı ve Atatürk posteri bulunan otomobili polis incelemeye aldı. Otomobildeki B.P.'nin evinde yapılan aramada, hem terör örgütü IŞİD hem PKK'ye ait kimlik çıktı."

"Polis, B.P.'nin birlikte kaldığı babaannesinin Bergama'daki evinde yaptığı aramada iki el telsizi, bir kelepçe, bir kar maskesi, PKK'nin sözde bayrağı, baş bantları ile av tüfeği ve av tüfeği fişekleri ele geçirildi."

"Polis ekiplerinin MOBESE kayıtlarında yaptığı inceleme ve yürüttüğü tahkikat sonucu, şüphelilerin terörü protesto eden vatandaşlara kendileri ile birlikte hareket edildiği izlenimini vererek öncülük ettiği, ilçede Doğu ve Güneydoğu kökenli vatandaşların yoğun yaşadığı mahallelere çekmeye ve Türk- Kürt kavgası çıkarmak için ortam yaratmaya çalıştığı da öne sürüldü."

(Kaynak: Cumhuriyet)

Karikatürün üstünden kırk yıl geçmiş. Bu zaman zarfında ne değişti diye soran olursa, "sayılar" derim. Artık büyük düşünen, hedefe dev adımlarla yürüyen bir ülkeyiz. Öyle üç tane beş tane muhalifi bombalamak taramak kesmiyor, "elini korkak alıştırmayacaksın, yüzer yüzer, biner biner biçeceksin ki kıymeti olsun" diye düşünüyor olmalı siyaset yapıcılarımız. Sahadaki eleman da bunun gereğini yapıyor.

Her şey küllenip unutuluyor bir müddet sonra. Gelen her yeni kuşak, gerçeğin en tartışılmaz sürümünü kendi keşfedip, diğer insanlara bağıra çağıra öğretiyor.

* * *

Yıl 1979…

Bu karikatürden birkaç yıl sonra bir çocuk dergisi için çizdiğim ve 1980 darbesine aylar kala bir magazin dergisinde yayınlatabildiğim ilk çizgi romanımın adı, Çulsuz Köyün Sultanı'ydı. Uzak geçmişteki muğlâk bir zamanda, masalsı -ama doğulu olduğu anlaşılan- bir atmosferde geçiyordu.

Sarayına kapanmış, sadece kendisi için yaşayan, iç çatışmaların, sefaletin, kıtlığın, bin çeşit melânetin pençesinde mahvolup giden ülkesinin acılarına karşı kayıtsız bir sultanın, bu derin gaflet uykusundan uyanmak zorunda kaldığı sahneyi anlatarak başlıyordu öykü.

Artık taş taş üstünde kalmamış, çöle dönüşmüş, halkı tarafından topyekûn terk edilmiş ülkesinin durumundan habersiz sultan, boşalmış sarayındaki son kalan kişi olan dalkavuğundan öğreniyordu o ana kadar gözünü kapadığı bu gerçeği.

Ve o sarayda artık uğruna adileşilecek hiç bir şey kalmadığını gören dalkavuk da çekip gidiyordu kısmetini başka kapılarda aramak için.

Sultan'la dalkavuğu arasında geçen konuşmalar şöyle bir şeydi:

- Çalsın sazlar oynasın kızlar! /… / Heey! İşitmediniz mi be! Çalsın sazlar oynasın kızlar dedik. Nerede bu saz takımı?

- Gittiler sultanım.

- Nee! Nasıl giderler! Kimden izin aldılar? Çabuk muhafızlara söyleyin yakalayıp getirsinler o alçak saz takımını. Nerede bu bu muhafızlar? Çabuk huzuruma çıksınlar.

- Muhafızlar da gitti sultanım.

- Muhafızlar da mı gitti? Bu ne biçim saray be! Bu kadar başıbozukluk olmaz! Bütün bu rezilliklerin sorumlusu Başvezir alçağı! Çabuk çağır onu bana!

- O herkesten önce gitti. /… / Vezir, vüzera, cariye, muhafız, müneccimbaşı, çeşnicibaşı, takunyacı, peşkirci, keseci, saki, kızlarağası, enfiyeci… Kim var kim yoksa hepsi gittiler sultanım.

- Benden izin almadan nereye giderler be! Koskoca sultanım ben bee! Kestiririm adamı beee!

(Sinirlenen dalkavuk Sultan'ın yakasına yapışıyor:)

- Şu kocaman ağzını bir kapa da pencereye kadar yürü bakalım. /… / Şöyle bir dışarıya bak, görüyor musun dünyada neler var! Sonunda dalkavuğunu bile kızdırdın. /… / Bu kurak toprakta diken bile yetişmiyor. Herkes çoluğunu çocuğunu toplayıp bir yerlere gitti. Yıllar boyu herkes sana bu gerçeği anlatmaya çabaladı durdu ama sen işitmedin bile. Geldik bugüne. Artık ambarda bir tek buğday bile kalmadı. İstersen gerçeği şimdi de görme bakalım.

- Sen bir sultanla nasıl böyle saygısızca konuşursun? Unutma ki benim dalkavuğumsun.

- Ben senin değil bu saltanatın dalkavuğuydum sultanım. Ama artık saltanat kalmadı, dalkavukluk da kalmadı.

Bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi, yirmili yaşların başındayken yazıp çizdiğim bu masalın yaşamakta olduğumuz gerçek dünyayla zerre kadar ilintisi yok. Çocuklar okusun, gülebiliyorsa gülsün diye yazılıp çizilmiş; arada kaynamış gitmiş.

Hayal mahsulü şeyler işte. Dünyanın hangi ülkesinde vardır ki öyle bir sultan? Kapıldığı büyüklük hezeyanıyla Bağdat'a Basra'ya Çine Maçin'e arsızca el koymaya yeltenen, çantada keklik bellediği büyük yağmaya hazırlık kabilinden, devletin hazinesini kaftanının cebine dolduran, desteksiz atılmış palavraları hayatın gerçeği zannedip hükmettiği ülkeyi kumar masasına süren, ahalinin tamamının tapınırcasına bir cezbeyle ayaklarını öpme kuyruğuna gireceğini umarken işittiği çatlak seslerden hiddete kapılıp önüne çıkanı tekme tokat döven, söven, gizli dehlizlerle dolu sarayın içine kapanıp oradan höt zöt eden, hoşuna gitmeyen tüm gerçeklere kulaklarını tıkayıp, sadece dinlemek istediğini terennüm edenlerden oluşmuş kalın bir şark dalkavuğu ve muhafız ordusu katmanının arasında yaşayan, hakikat ve hakkaniyet duygusu ahalinin yarısından fazlasını "hain" ya da "casus" falan ilân edecek kadar zedelenmiş, ülkesini kara yazgılı bir ülkeye dönüştüren hükümdarlar? Var mıdır dünyada böyleleri? Yoktur. Olamaz.

Demek ki genç yaşta karaladığım ilk çizgi roman denemem, hayatın gerçeğini ıskalayan başarısız bir fanteziden ibaretmiş. Yırtıp atsam eksikliği hissedilmez.

* * *

Yıl 2008…

Kaygılanma sevgili okur, son kırk yılımı gün gün anlatacak değilim. Senden önce ben sıkılırım. Hatta sıkıldım bile. Burada bitireyim.

Bitirirken, oldu olacak, bundan yedi sene evvel, -ne işim vardıysa- bugün adını dahi anmaktan hicap duyacağım bir gazetede sadece iki ay sürebilen bir yazarlık deneyimim olmuştu. İki ayın sonunda kendi ceridesinde padişaha dil uzatınca "idare" ile sorun yaşamış, sıkıntım doruğa ulaştığında kibarca "eyvallah" deyip yoluma gitmiştim.

O "eyvallah"ın içindeki şu bölüm bugünkü halet-i ruhiyemi de yansıttığı için, sözü onunla bağlayayım, bu yazının başlığına niye öyle ecnebîce bir lâf koyduğum da bu vesileyle anlaşılsın.

Kimi şeylerden o kadar çok sıkıldım ki, tuttum her dile girmiş ve "ben bunları daha önce de yaşadım" anlamında kullanılmakta olan déja vu sözünden yeni bir deyim türettim:

Déja dessinée.

"Ben bunları daha önce çizdim'" anlamında.

Hem yazdım hem çizdim. Hem de -nasıl derler- biraz bezdim.

Olur şey değil ama sahiden de çizgi romanlarımda uydurup kaydırıp çizdiğim birçok şey daha sonra aynen başıma geldi. Kehanet gibi.

O zaman anladım ki, romanın gerçeği hiç bir zaman hayatın gerçeğiyle yarışamaz.

Romanda ne kadar olamayacak şeyler anlatırsan anlat, yine de belli bir mantık örgüsü kurmak, anlattıklarına kendini ve okuyanları inandırmak zorundasın.

Oysa hayat hiç öyle değil ki.

Yaşanan birçok şeyi olduğu gibi anlatsan, insanlar sana "yok deve" der.

Ama o "deve" bile gerçek hayatımızda yaşanabileceklerin yanında "pire" kalabilir.

* * *

Aynı kaygıları, aynı temennileri, aynı tespitleri kırk yıl boyunca ısıtıp ısıtıp tekrarlamak ağır işçilik. Benim bünye biraz nazenin mi ne; üç beş tekrardan sonra kendi sesimden sıkılmaya başlıyor, daha fazla kafa ütülememek için susuyorum.

Ahali sosyal medyadan cüz cüz indiriyor zaten hayatın sırrını. Bir ses eksik bir ses fazla, ne fark eder?

Yorumlar

Vasatların pozitif ayrımcılığa tabi olduğu ülkemizde sizi barındırmamaları gayet doğal Necdet bey. Yazılarınızı özlüyoruz.

İlker Tortop - 16 Ekim 2015 (02:14)

Derkenar'ı okumak kadar, burada yazmaya çalışmak, yazılara yorumlar yapmak, bir şekilde fikir alışverişinde bulunmak da bir zevk.

Bilgisayar başında yaptığım en önemli işlerden birisi Derkenar'a bakmak. Sağolsun, Büdütörümüz bazı yazılarımı da yayınladı.

Ama son zamanlarda yazı gönder(e)mez oldum. Niye? İlgim azaldığından mı? Hayır, bilgisayarımda başlanıp yarıda bırakılmış bir dolu yazı var, boynu bükük…

Nasıl olmasın ki? Çocukluk yıllarına ait bir anıyı ateşleyen bir çağrışıma kapılıp yazmaya başlıyorsun; daha giriş bölümündeyken ülke gündemine, insanın içini kapkara eden bir bomba (mecazi anlamda filân değil, bildiğin bomba) düşüyor.

Ya da mesleğinle ilgili bir gelişmenin, yurdum insanına fayda sağlayacak bir yansımasını paylaşayım istiyorsun; ifadesiz suratları, anlamsız konuşmaları ile TV ekranlarını, gazete sayfalarını işgal eden "siyaset erbabı" tarafından enerjin somuruluyor.

Hasılı, benzer hissiyat ile doluyum. Bu filmi gördüm, kitabı okudum, bıkkınım.

Depressifim.

Melih Özel - 16 Ekim 2015 (10:50)

Değerli Melih üstad, biliniz ki yarım bırakılıp bizden esirgenmiş tüm o yazılarınızdan dolayı da bizim boynumuz bükük. Şöyle demli bir çay ve yulaflı püskevit eşliğinde o yazıların son ütüsünü yapsanız ve biz de zihnimiz tatlana tatlana okusak keşke.

Büdütör - 16 Ekim 2015 (22:19)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

93
Derkenar'da     Google'da   ARA