Patronsuz Medya

Nefret Duygusu!

Necdet Şen - 22 Mart 2004  


Gündelik hayatımızı sürdürürken, Diyojen gibi yan yatıp hayatın sırları üzerine derin derin düşünebilme lüksüne sahip olan kaç kişi var? Çok az. Buna meraklı olan kişinin, ilk iş olarak yoksulluğu göze alması gerekiyor.

Bilmediğimiz çok şey var. Ama gündelik hayatımızı sürdürürken, gerçekte olduğumuzdan daha bilge görünmek için poz kesmekten de asla geri kalmıyoruz.

Kaç kişi var aramızda, açık açık "benim o konuya kafam pek basmaz" ya da "ben aslında bu ödülü hak etmedim" diyebilecek dürüstlükte?

Aslında başka birine ait olan bir ödüle el uzatırken de, çapımızdan büyük lâfların altına biz düşünmüşüz gibi imzamızı atarken de, hazmedemediğimiz ünvanlarla ortalıkta kasım kasım kasılarak dolanırken de, alttan alta, suçüstü yakalanma endişesiyle, falsolarımızın, sahtekârlıklarımızın, iki yüzlülüklerimizin yüzümüze çarpılması kaygısıyla yaşayıp gidiyoruz.

Bizler, narsizm, hatta hedonizm illetiyle malûl birkaç yüz binlik bir kabileyiz. Ortak klişelerimiz, konfeksiyondan alınmış ayinlerimiz, ortaklaşa sustuğumuz, adını anmadığımız günahlarımız ve yalanlarımız var.

1980 darbesinden önce proletarya ahlâkı adına mangalda kül bırakmazken, 12 Eylül sabahını müteakiben Selimiye kışlasının kapısında uzun teslim olma kuyruklarına giren de, işkencelerde ruhu ve bedeni onarılması çok güç yaralar alan, çözülen, aşağılanan, arkadaşlarını ele veren ve hayatının geri kalanında bunun utancıyla yaşamayı öğrenmeye çalışan da aynı kişiler, başkaları değil.

Hapisten dipçikten yakayı sıyırabilse de, evdeki kitaplarını yakmak zorunda kalan, her tıkırtıda yüreği ağzına gelen, belâdan sıyırtmak için, otuzundan sonra aslında "kentsoylu" olduğunu hatırlayan, Çevreciliği, Feminizmi, Budizmi, Liberalizmi, İslâmîyeti, Kemalizmi, hatta Reklamcılığı daha güvenli limanlar olarak gören ve sığınan da başkaları değil, bizim kabilenin insanları.

Hem "dönüp", hem de eski yoldaşlarını "dönek" diye damgalayan, aforoz eden, esas meseleyi uğultuyla sarmalayıp duyulmaz hale getirmeye çalışan da biziz, bizim kabile. Çünkü günahkâr olduğumuz saplantısından kurtaramıyoruz yakamızı. 12 Eylül diktası psikolojik hedeflerini büyük ölçüde hayata geçirmiş gibi görünüyor. Lâf kalabalığının arkasına gizlenip, kendi patolojik durumuyla yüzleşmeyi hep erteleyen bu aydın kuşağı, dogma ürettiği kadar fikir üretemiyor.

Gergin bir ruh hali içinde yaşayan, neredeyse topyekûn toplumsal hayatı, ilkokulda kafamıza nakşedilmiş gayrı-sivil modele uymayan her şeyin yorumunu, itham üzerine kurulu bir söyleme indirgeyen de başkaları değil, biziz.

"Hiç sevmem!" ve "nefret ederim!" sözleri neredeyse en popüler klişelerimiz haline geldi. Nihilist falan değiliz, ama yine de neredeyse her şeye karşı ve neredeyse herkese düşmanız. Bütün günahlarımızı üzerine yıkıp, linç ederek arınacağımız cadılar ve şeytanlar arar gibi bir halimiz var.

* * *

Kabilemizin ciğer röntgeni

Galiba bura aydını, 12 Eylül travmasını henüz atlatabilmiş değil.

Egolarımız haddinden fazla şişkin miydi ne, kendimizi dev aynalarında görmüş, boyumuzdan büyük işlere kalkışmış ve boyumuzun ölçüsünü almıştık bir Eylül sabahı. Radyoda bir kez daha Harbiye Marşı çalıyordu. Yenilmiştik.

Aradan 24 uzun yıl geçti, ama yenilgi hâlâ o yenilgi. Rot-balans hâlâ bozuk, yalpalaya zangırdaya devam ediyor bizim kâfîle yola.

Ve şimdi bu "darbeli" egolarımızla ortalıkta incecikten kanaya kanaya dolanırken ve de ruhumuzun gizli bir yerlerinde kendimizi sevememek için yeterince sebebi barındırırken, nefret edilecek birilerini bulmak ve onlara çaldığımız karadan hız alarak kimliğimizi aklamak kolayımıza geliyor.

Daha düz söyleyeyim; sezgilerim bana "suçlayıcı tavırların arkasında suçluluk hissini ara" diyor.

Toplumun her katmanındaki insanları aynı netlikte gözlemlediğimi ve tanıyabildiğimi söyleyemem; ben daha çok yıllarımı içinde geçirdiğim taşralı ve kentli solcu "aydınları" tanırım. O nedenle en çok onları anlattım çizgi romanlarımda. Bir de kendimi, garnitür niyetine.

Hızlı Gazeteci ile çizerini aynı kişi sanan okurlarım, zaman zaman hem kendime karşı hem de anlattığım diğer insanlara karşı çok sivri dilli, hatta acımasız olduğumu söylediler.

Ama bana kalırsa "acımak" sözcüğüyle kastettikleri şey, aslında herkesin bildiği, zaten apaçık ortalıkta olan, ama söylemesi riskli olan "acıtıcı" gerçeklere "susmak" idi.

Belki de doğrusu buydu toplum hayatına uyum sağlayabilmek için. Ama galiba ben mayamdaki zaptedilemez bilme açlığı ve çocuksuluğumdan kaynaklanan gördüğümü pattadanak söyleme illetinden muzdarip biriyim; kabilemin insanlarına batırıp durdum mızrağımın ucunu. Beni, yani şu Hızlı Gazeteci çizgi romanını çizdiği yıllar boyunca neredeyse bütün basın camiasını kendine düşman eden necdet efendiyi, "herkesle kavgalı" ya da "huysuz" gibi damgalarla yaşamak zorunda bırakan da buydu: Çoğunluğun yalan üzerinde mutabakata vardığı bir toplum yaşamında, hasır altı edileni ifşa etmek.

Yok, estağfurullah, kimseyi yalancılıkla suçladığım yok. Gerçekten de kaldırılması zor yükler bindirdi süngü zoruyla kurulmuş ve yine süngü marifetiyle bugüne kadar ayakta tutulmuş olan düzen. Bendeniz necdet efendi, şanslıydım, ne hapis yattım, ne işkence gördüm, ne de kimseyi ele vermek gibi üzücü durumlara maruz kaldım. Kitaplarımı da yakmadım. Cuntanın ilgi alanına girecek kadar dikkat çekmemişim demek ki. Önemsiz -ya da örgütsüz- biri olmak işime yaradı bu bağlamda.

Kimini endamlı albenili, kimini zengin çocuğu, kimini hem yoksul hem yamuk hem de itici yapan kambur felek, bu fakire en azından bitmek bilmeyen bir merak ve az biraz da yetenek falan verdiği için, ekmeğimi kazanmakta da sıkıldığım yerden ceketimi alıp gitmekte de zorluk çekmeme lüksünü bahşetti.

Ama biliyorum ki, birçok eski dostum, aslında hiç mutlu olamadıkları o plaza binalarında belki ekmek parası için, belki de işsiz kaldıklarında ayakta durabilecek moral altyapıdan yoksun oldukları için, duruma katlanmak, içlerine sindiremedikleri buyruklara boyun eğip utanacakları haberlerin yorumların anonsların altına imzalarını atmak, sevmedikleri insanlarla zoraki ahbaplık etmek ve benim belki evimin bahçesinde, ayaklarımın altında dolanan kuyruklu melekler, çıtır sevgilimin getirdiği kek ve kahve eşliğinde John Fante falan okuduğum saatlerde, kıçlarını kollaya kollaya ve sırat köprüsünden aşağıya düşmemeye çalışa çalışa o sevimsiz plaza binalarında kalmaya çalışmak gibi çok zor bir işi beceriyorlar.

Galiba içten içe -ya da alenen- kendilerinden nefret ediyorlar.

Ama kendinden nefret etmenin faturası okka gibi oturur, eğer bu duyguyu bilincine çıkarırsan. Ya alkolik olursun, ya ülser ya kanser ya diabetik ya da gün be gün molozlaştığını görüp de hiç bir şey yapamamanın ezikliğiyle psikiyatristlik.

Bir biçimde algılarını hayatın gerçekliğine ayarlayıp, içinde yaşadığın o durumu akla uygun hale getirmek zorundasın, yoksa çıldırmak, ipin ucunu kaçırmak işten bile değil.

* * *

Seni gidi şanslı kerata!

En son terk ettiğim gazetenin genel yayın müdürü, ben ayrıldıktan bir süre sonra şöyle bir şey yazmış köşesinde, o sıralar Asya yollarında toz yuttuğumdan okuyamadımdı da, döndüğümde kardeşim aktardıydı:

"Bazı arkadaşlarım bu binaları ve içindeki insan ilişkilerini benimseyemedikleri için kapıyı vurup çıkıp gittiler. Düşünüp duruyorum onlar mı daha cesur yoksa ben miyim diye. Sonunda asıl cesaretin benim yaptığım olduğuna karar verdim. Çekip gitmek kolay olanıydı; zor olanıysa burada kalıp mücadele etmek. Ben ikincisini seçtim ve onlardan daha cesurum"

Çok doğru. Gerçekten de cesur olan o. Ben kolay olanı seçtim.

Kolay olan, belki babadan ya da Mısır'daki amcadan kalan mirasa, belki doğuştan getirdiği ruh kimyasına, yeteneğe, kaş göz güzelliğine, aldığı eğitime ya da her neyse sermayesi, o sermayeye güvenip, beğenmediği yerleri terk edebilmek. Ben bunlardanım. İnsanı çürüten o plaza binalarında daha fazla kalmayı ve oradaki darbeli insanlarla itişip durmayı kendi nefsime haksızlık olarak addedip gerekeni yaptım; kırkını devirmiş ve içindeki minik neco'yu o zamana kadar ihmal etmiş bir adamın arzusuna uyup çektim gittim. Zaten bir miktar param birikmişti bankada, bahçe kıvamında ferah bir teras katında oturuyordum ve elimde "altın bileziğim" vardı. Param biter bitmez oturur birkaç gece sabahlar ve beni gene düze çıkaracak beş on sayfa çizgi romanı her an yazıp çizebilirdim.

Dahası, işsizlik, parasızlık, dibe çökmek falan korkutmuyordu beni. Daha önce de denemiştim defalarca; acıktım mı gider denizden midye toplar, olmadı balkondaki kumruları yakalamaya çalışır, ama moralimi bozup hiç bir zaman meyletmediğim sigara alkol şuursuzca tıkınma gibi yollara sapmazdım.

Ne var ki oradaki diğer arkadaşlar ve az yukarıda zikrettiğim yazıyı kaleme alan yönetici/yazar kişi, belki bu şansa sahip olmayabilirlerdi.

Yoo, hemen peşin hükümle davranmayalım. Belki onların bazıları, yedi sülâlemize yetecek kadar dünyalığı toplamış, bir köşeye koymuş olabilirler. Belki bazıları ev, araba, hisse senedi, repo zengini falandır. Ama herkesin iç dinamikleri aynı mıdır? Herkes emekli olmayı, iktidar koltuğundan kalkmayı aynı sükûnetle kabullenebilir mi? Hele o güne kadar işlediği o kadar günah ve ilk fırsatta gırtlağına basmak için pusuda bekleyen o kadar düşmanı varken?

Unutmamak gerekir, en sıradanından bir muhabirlik bile insana iyi kötü bir iktidar bahşeder. Ve iktidar -sahiden de- usul usul çürütür. Sevgisizleştirir. Kendinde aslında var olmayan bir ehemmiyet görmeye, herkesten bunun diyetini beklemeye başlarsın.

Dahası, niçin kabullenmek istemeyiz ki herkesi bağlayabilecek tek bir doğru olmadığını? Farklı insanların farklı öncelik sıralamaları ve farklı geçmişlerden getirilen başka başka yara bere haritalarının bulunabileceğini neden anlayamayız? Belki necdet efendinin öncelik sıralaması iç huzuruyla ya da kendini tanımakla başlar, bir diğerinin benlik duygusuysa ancak şovmen, enkırmen, süpermen, genel yayın müdürü, medya patronu, kar leoparı, başbakan, imparator, büyük üstad falan olmaktan daha aşağısını kabullenemez. Neden kendi seçimimizle çakışmayan her tercihi hemen yargılıyoruz ki? Neden bir kişi hakkında karar vermeden önce, hiç değilse gün doğumundan gün batımına kadar onun mokasenleriyle yürümeyi denemiyoruz?

Nefret ede ede, yargılaya yargılaya, birbirimize çelme taka taka, kuyusunu kaza kaza, çekiştire tekmeleye dolanıyoruz ortalıkta?

O kadar mürekkep yalamış, yaşını başını almış insanlarız, hâlâ nasıl oluyor da gözden kaçırabiliyoruz nefret duygusunun sağlıklı bir insanda olmaması gereken patolojik bir durum olduğunu?

Allahtan dilekte bulunsam dikkate alır mı bilemiyorum, inançlı bir kul sayılmam, ama dileğimi seslendirmem gerekse, derdim ki:

- "Tanrım, benden her şeyimi alabilirsin, ama ne olur içimdeki sevgiyi alma, hatta mümkünse daha da çoğalt."

Şairane lâf olsun diye değil, gerçekten de, mutluluğun koşulsuz sevebilme ve çıyana akrepe bile şefkat duyabilme hasletinden geçtiğini fark edeli epey oldu. Zaten işim yoktu husumetle falan, sözünü esirgemeyen, kin tutmayı beceremeyen biriydim, zamanım da yoktu, çok okuyor, çok yazıp çiziyordum; ama artık "sevmem" sözcüğünü bile kullanmamak için aşırı dikkat harcıyorum.

Yok, öğünmek için değil, öğrendiğimi paylaşmak için söyledim bunları. Eleştirmek başka şey, hep eleştirdim, daha da eleştiririm. Bu benim kişisel meselem değil, vazifem. Kaytaramam. Madem ben bu çizgi filmin "miskin şirin"iyim, madem onlar plaza binalarında çok kötü bir hayata daha fazla para ve daha fazla güç için katlanmak durumundalar, o zaman minik cennetimde (bahçemde) hayatımı ayrıcalıklı bir avare olarak geçirirken, hep söylüyorum, hayata olan borcumu ödemek için, gördüğümü/anladığımı herkesle paylaşmak zorundayım.

O nedenle de övgüyse övgü, yergiyse yergi, web sitesiyse web sitesi, susmamak, dağarcığımdakileri çoğaltıp çoğaltıp yoldan geçene ikram etmek boynumun borcu.

* * *

Canın mı acıyor? Ben mi acıttım?

İki yılı aşkın süredir ay be ay kitap olarak yayınlanıp duruyor Hızlı Gazeteci külliyatı. O kitapları yayına hazırlarken, çoğunluğun tuttuğu yolu boş verip, hasır altı edilmiş olan yalanları ortaya döküp saçtığımı bir kez daha görüyorum. Artık terk ettiğim ve bir daha dönmeyi de pek arzulamadığım o basın camiasında, arkamda, benden (aslında Hızlı Gazeteci'den) nefret eden çok sayıda insan bıraktığımı da biliyorum.

Oysa onların hiç birisiyle ne bir samimiyetim ne de kavgam oldu. Hep mesafeli durdum, aralarına karışmadım. Kişisel olarak benimle bir alıp veremediği olan ya da olduğunu düşünen varsa, şaşarım. Kendinden menkul bir düşmanlık duygusu içini kaplamıştır da konu mankenleri arasına beni de katmıştır diye düşünürüm.

Bir insan türü var oralarda, ki günahkâr Lût kavmi gibi hep birlikte gezip hep birlikte yiyip içip düzüşürler. Öyle bir kördüğümdür ki, hangi ipin ucunu tutsan pek çoğuna teğet geçebileceğin bir "akrabalık" ve "düşmanlık" haritası çıkar ortaya. O ona çelme takmıştır, beriki diğerini ispiyonlamıştır, şu taraftakilerle bu taraftakiler arasında kişisel ve siyasî klikleşmeler, sahada yer tutmalar, bacak arasından gol atmalar, fauller, penaltılar gırla gider.

Gerçek şu ki, o camiada camianın kaldıramayacağı kadar husumet yükü vardır ve bu husumet onları daha kırklı ellili yaşlarındayken patır kütür öteki tarafa postalar, yine de akıllanmamakta inat ederler.

Aralarında kan davası gibi süregiden kangren olmuş düşmanlıklarla yaşarlar, yine de birbirlerine gebedir o insanlar. Dün cilveleştiğin, ertesi gün bozuştuğun, daha sonraki gün mahkemeleştiğin ya da sokak ortasında yumruklaştığın kişi, bir hafta sonra tepene yönetici olarak gelebilir. Bu durumda omurgaların epeyce esnek, suratların da bir hayli köselemsi olması gerekir. Tabi burunların da iyi koku alması ve "dost/düşman" protokolünün dikkatle oluşturulması da mesleğin incelikleri arasındadır.

Diyeceksin ki "hangi iş kolunda yok bunlar?"

Haklısın, insanoğlu üç aşağı beş yukarı böyle bir şey, ne yapacaksın?

Ben buna ne kızıyorum, ne yeriniyorum, ne de kimseye diş bilediğim var. İşim kalmamış ki onlarla, özel hayatımda mutluyum zaten.

Ama o insanların mutsuzluğu, katmer katmer yaraları, şişkin benlik duyguları, güç ve iktidara ve de dünya nimetlerine karşı duydukları bunca açlık duygusu, kızmasam da, yargılamasam da, beni üzüyor. Uzaktan da olsa, az çok tanıdığım kişiler bazıları. Hemhal olma duygumla onlara acıyorum. Cem Karaca gibi bir hazineyi bile "dönek" ve diğerleri gibi gülünç yaftalarla ötekileştirip kendi vicdanlarını susturmaya çalışırken de, benim gibi pek mühim biri sayılamayacak çizer parçasını başlı başına bir nefret objesi olarak algılayıp, orada, plaza binalarında dedikodu konusu yaparken de, aslında düşmanlıklarının kendilerine olduğunu bilmek, içimde onlara karşı acıma duygusu uyandırıyor.

Biliyorum, şimdilik anlayamaz çoğu, edebiyat yapıyorum sanır; ama ben gene de insanlık görevimi ifa edip, meselenin kendimce özünü dillendireyim:

Sevgili arkadaşlar, duyduğum kadarıyla bazılarınız bana pek gıcık oluyor, hatta nefret ediyormuş.

Eğer siz, nefret edenlerden değil de sadece bu nefrete tanıklık edenlerdenseniz, hem kendinize hem de onlara şunu sormalısınız:

- "Nefret, matah bir şey mi? Niçin içinizde sevgi değil de bu berbat, ilkel duygu daha fazla yer kaplıyor? Ve nasıl oluyor da utanmadan sıkılmadan 'ben falancadan nefret ederim' diyebiliyorsunuz?"

Yok eğer o "nefret eden" zavallı bizzat kendinizseniz, aklınıza şunu da getirin derim:

Sizin bu olumsuz ruh kimyanızın ve o negatif auranızın kapsama alanının dışındayım. O radyasyon yine sizin kıçınızı tırmalıyor. Gazetelerinizi on küsur yıldır okumuyorum. Haber bültenlerinizi, yorumlarınızı izlemiyorum. Merakımı mucip değil. Kendi pastoral ortamımda mutlu ve dinginim. Namerde muhtaç olmadan yaşayabilme ve canım neyi isterse o işle meşgul olabilme, içime sindiremeyeceğim durumlardan uzak kalabilme lüksüne sahip, şanslı bir keratayım. Eğer becerebiliyorsanız, dikkatinizi, bir vakitler bilmeden, kötü bir kasıt taşımadan, iki yüzlülüklerinizi yansıtan bir ayna gibi yüzünüze tuttuğum ve bam telinize basmış olduğunu sandığım çizgi romanlarımın yarattığı acımtırak tortulara değil de daha olumlu konulara yönlendirmeye çalışın.

Çünkü o öykülerdeki sizi "darbeli" kılan içerik, aslında benim saldırganlığımın değil, sizin bir fiskede bozulmaya yatkın iç dengelerinizin göstergesi. Hesaplaşmaya ve adını koymaya cüret edemediğiniz başka darbelerin bir eseri. Bu inkârdan, bu kibirden, bu kendine dönüklükten, bu zamana yayılmış müreffeh intihardan vazgeçmediğiniz müddetçe, bugün necdet, yarın bir başkası, işitmek istemediğiniz sözleri dile getirir, olan yine size olur. Her dönemeçte yeni bir "nefret" ürete ürete içinizin kiriyle dolanır durursunuz.

Yorumlar

Nefreti çok güzel tanımlamışsınız. Tekrar tekrar anlattığınız halde en sadık okurlarınızın bile hâlâ "nefret ederim" demesi ne kadar ilginç.

Pakize Tufan - 6 Şubat 2009 (05:40)

Selam.

Yıllar önce yazılmış bu yazı güncelliğini koruyor ve bu tazeliğini gerçeğe, içtenliğe borçlu. Nefret bir duygu olarak yeryüzünden hiç silinmeyecek ve bu duyguya yataklık eden küçük ruhlar hep olacak. Ama Necdetler de hep olacak.

Necdet Şen bize çizgileriyle, düşünceleriyle ve yaşam pratiğiyle başından beri yeryüzünde klas bir duruşu anlatıyor ve sergiliyor.

Teoriden pratiğe geçerken yalpalamadığı ve teoriyi sarsmayıp tersine hayatıyla te'kid ettiği için, yazın hayatımız dışında özellikle çizin dünyamızı, ikibinli yıllarda cangılların ortasında insanî duruş perspektifimizi çiçeklendirdiği için ona müteşekkirim.

Bunları hiç bilmese de müteşekkirim.

Tıpkı Sezai Karakoç'a, Nuri Pakdil'e, Ece Ayhan'a, Cahit Zarifoğlu'na, Oğuz Atay'a müteşekkir olduğum gibi.

Acemler der ki "acizem serhoşem nahoşem."

Bir sürü başka şey de derler. Ama ben Sayın Şen'i okuyabildiğim için hoşem.

Dünyanın bütün balıklarını sonarla tespit edip avlayabilen sisteme rağmen, işte cins ve avlanamayacak balıklar da var. Bu güzel.

Birşeyi saklamadan ve bağırmadan yavaş yavaş anlatan biri var, bu da güzel.

Şimdi "eski gramofonların çaldığı Fatih'te" gecenin bu saatinde yaşasın geceler cemler necdetler karacalar şenler deyu bir kaç kedi bir kaç martıyla salata yapacağım. Hayır onlardan değil, onlarla.

Selam selâm yeniden ve daima ve bilamütereddit.

Kalınız böyle hep inceliklerle efendim.

Zippo - 20 Kasım 2011 (01:10)

Aziz Nesin'e bir gün Gani Müjde'yi tanıştırırlar. Aziz baba uzun uzun yüzüne bakar. "Sen misin o yazıları yazan genç adam" diye sorar. Müjde utanarak "evet efendim" der. Aziz Nesin "daha çok gençsin kendini bu kadar harcarsan ileride kafanda yazacak bir şey kalmaz" der. Sanıyorum doğru tesbit.

Hocam kaç gündür Ekmellettin beyle ilgili bir şeyler yazarsınız diye kullarınız bekler durur. Siz ise eski defterleri kurcalıyorsunuz.

Levent Bozkurt - 21 Haziran 2014 (13:22)

Levent Bey'e saygılarımı sunarak ben de Necdet abiden ne beklediğimi belirtmek isterim. (Sağolsun zaten ziyadesiyle sunuyor, devamının olması için bir temennisadece.) CB adayını yazarsa da elbette dikkatle okurum ama ben, Necdet abinin benim gönlüme dolaysız temas ettiği şu yazıların hastasıyım asıl. Onlar nasıl tarif edilir bilmiyorum ama yine Necdet abinin kendi cümlesiyle tarif edeyim; "gelinciğe bakan o balarısının gözüyle gördüklerini, içerdeki kıyametin sebebini" anlattığı yazılar. CB adayı ile ilgili 1 milyon yazı bulunabilir belki ama sevebilen sanatçı gözüyle nefretin ne kadar boktan bir illet olduğunu anlatan bir yazı mesela; bulmak kolay değil. Hemi de beleş, hemi de okunurken yağ gibi akıveren.

Kerata Kid - 24 Haziran 2014 (10:07)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

83
Derkenar'da     Google'da   ARA