Patronsuz Medya

Çadır Tiyatrosu

Necdet Şen - 13 Ocak 2015  


Televizyon karşısında vakit harcadığım yıllarda, zaman zaman, özellikle de ekranda ilgimi çeken bir şey bulamadığımda, cihazın sesini tamamen kısar ve görüntüye gelen insanların beden dilini okuyarak hikâyeyi anlamaya çalışırdım.

Bunun bir anlatının kodlarını çözmek açısından epeyce faydalı bir yöntem olduğunu düşünürüm. Konuşmaları duymayınca, kadraja, sahnelemeye, tutarlılığa, kurguya, karakter çözümlemelerine kadar bir sürü sinematografik değişkeni algılama fırsatın olabiliyor. Daha da önemlisi, kelimeler duyulmaz olunca yapmacıklık da daha kolay fark edilliyor. Oyuncuların beden ve yüz dili hayatın olağan haline ve insan doğasına uygunsa, film de çoğunlukla iyi çıkıyor. Anlatıcının gözlem yeteneği, incelikli düşünebilme ve elinden gelenin en iyisini yapabilme kalibresini önemli ölçüde yansıtıyor. Yok eğer oyuncular kamera karşısında boş çuval gibi duruyor ya damüsamere kıvamında rol kesiyorlarsa, canlandırma sığ ve boyutsuzsa, filmin çapsız bir anlatıcının elinden çıkmış olduğunu düşünüyorum. Velev ki hikâyesi iyi yazılmış olsa bile pek derin bir etki bırakmaksızın akıp gidiyor.

Televizyonu hayatımdan çıkartalı yıllar oldu. Televizyonlu bir eve misafirliğe gidersem ilk yaptığım, ev sahibinden o aleti kapatmasını rica etmek oluyor.

Çünkü elimde değil, artık otomatikleşmiş olan bu alışkanlığımdan, yani görüş alanıma giren herkesin beden dilini okuyup yorumlamaktan, kendimi alıkoyamıyorum.

Aslında yeryüzündeki tüm primatların yüz binlerce yıllık bir süreçte geliştirdiği ve içselleştirdiği bir özellik bu. Bakma sen şehir ortamlarında yoğun veri bombardımanına maruz kalmaktan algıları kütleşmiş biz kitap kurtlarının her şeye mel mel bakışına, "basit" insanlar -ve hayvanat- hayatı kitaptan değil yoklayarak öğrenir. Genlere işlemiş bir sezgiyle muhatabının beden dilini okur, tavrını ona göre belirler. Bir bakar, "suratında meymenet yok" der meselâ. Ya da "içinin karası suratına vurmuş" der. Ötesine fazla kafa yormaz. İnsanlara dair yargılarında her zaman haklı çıkmasa bile, en azından biz kitap kurtları kadar çok duvara toslamaz. Çünkü zaten süslü cümlelere değil, menfaatine göre pozisyon alır. Ağızlarda sakız olmuş ödünç cümlelere bakarak değerlendirme ve sevelim/sevilelim masallarına inanma sığlığı sadece "aydın" diye bilinen bir primat türüne (bize) özgü bir tür ahmaklaşmadır.

Bu mevzuya durup dururken dalmadım. Memleketin şu an itibariyle yüzde altmışının karabasanı haline dönüşmüş olan dominant bir zat var yahani, onun beden dilinde yolunda gitmeyen bir şeyler gördüm de ona binaen…

Her ne kadar televizyonsuz bir dünyada yaşıyor olsam da günün haberlerine göz attığım internetim var. Zaman zaman haber metni zannederek tıkladığım bazı linklerde kendiliğinden açılan videolar var. Bu kutlu şahsın beden dilinden ve sesinden çağlayan düşmansılığa maruz kalmaktan -ben de herkes gibi- kurtulamıyorum.

Ama gene de insan her gün değil de arada sırada maruz kalınca, farklılaşmayı daha net algılıyor. Görünen manzara -ona bel bağlamışlar açısından- pek iç açıcı değil. Önceki yıllarda alışık olduğumuz dinç duruş gitmiş, ceketinin içinde emanet gibi duran bir beden ve her an ensesine şaplak beklermiş izlenimi veren tedirgin bir yüz görüyorum artık. Fotograflardaki ve videolardaki adamın beden dili pek de öyle "buraların hakimi benim" der gibi görünmüyor. Üzerimize boca ettiği onca bağırtıda, tehditte, hakarette, çoğunlukla bu kaygıyı, kontrol altında tutmaya çalıştığı tek kişilik izdihamı ve taraftarlarına vermeye çalıştığı "daha ölmedik" mesajını gözlemliyorum.

Onun beden diline yansıyan bu taşkınlık ve etrafa yılgınlık salarak tüm olası itirazları kaynağında bastırma çabası, hayra alâmet değil. Zaten bozuk olan ve daha da bozulacağını düşündüren asabının dışa vurumu gibi. Diş bilediklerine zarar verebilme kapasitesi hayli yüksek olan bu "homme fatal" kişinin eskiden "öngörülemez" diye tanımlanan davranış grafiği bugün artık -müessif anlamda- öngörülebilir hale gelmişse, bundan çekinmemek gaflet ve dalâlet olur.

Buraya kadar söylediğim her şeyi daha önce de muhtelif vesilelerle dile getirdiğimden hızlı geçiyorum. Nispeten yeni diyebileceğim şey şu: Artık tüm dünyanın haberdar olduğu ve her ayrıntısına yansıyan savurganlık ve sonradan görmelik yüzünden zaten yergi konusu olan o meşum saray yetmezmiş gibi, şimdi de sarayın -lutfedilip ahaliye gösterilen tek iç noktası olan- merdivenlerinde sahneye konan ve sarayın efendisinin kültürel yoksulluğunu tüm çıplaklığıyla göze sokan çadır defilesi.

Bundan daha can sıkıcı olansa, muhteremin bütün o çalım satma çabalarıyla çelişen beden dili. Yukarıda da zikrettiğim gibi, üzerindeki takım elbiseye ödünç havası veren gergin duruş ve ona eşlik eden her daim düşmansı çehre bu mübalağalı gösteriş çabasıyla birleşince, ortaya ele geçirileni ne pahasına olursa olsun kaybetmemek için verilen bir debelenme ve yorgunluk görüntüsü çıkıyor.

Gelinen bu noktada, ısrarla gözümüze sokulan şeyin "dik durmak" ya da"onurlu bir yalnızlık" değil, bütün o kudret ve azamet gösterilerinin ardından sırıtan bir olmamışlık ve bunu kavramanın mutsuzluğu olduğunu, en yüksek rakımlı zirveye de çıksa, aslında orada iğreti durduğunu, sadece kendi doyumsuz varlığını zirveye taşımış olduğunu gören dar gelirli aile çocuğunun büyük hüsranını, yokuş aşağı inen halet-i ruhiyesinin yansımalarını görüyor, bunun olası sonuçlarından herkes adına endişe duyuyorum.

Anahtarları başkalarında olan ve hep öyle kalacak olan kapıların bir bir kapanmakta olduğunu, muradına erme şansının artık tükendiğini idrak eden keloğlanın dramına benziyor bu. Erilemeyen murat, tarihe "Muhteşem Falanca" diye geçme hayali belli ki. Bu uğurda harcanan enerjiyle, bütün o ihtiras ve abanmayla elden gelen anca bu kadar: Büyüklüğü kütlede, maddiyatta, esip gürlemede, asıp kesmede, hesap sorulamazlıkta arayan, birikim ve estetikten pek nasibini almamış, zaten güdük olan kültürel sermayesini battal gazi tadında çadır gösterileriyle sergileyen ve beşinci sınıf magazin simalarının icazetinden medet uman, elde ettiği sonuçtan da haliyle tatmin olamayan, bu yüzden ahalinin en az yarısına (süreç içinde belli ki çok daha fazlasına) ve dünyanın tamamına hınçlanıp, "efsaneme neden değer vermiyorsunuz" dercesine kızıp köpüren ve dikte ettiğinin hilâfına her söz ve tavrı kendi kırılgan egosuna yönelik bir komplonun parçası gibi gören fırtınalı bir iç alem…

Gökten üç elma düştü, bizim payımıza bu rast geldi. Ne yapalım, kötü şans.

* * *

Bitirirken, bu türden tespitlerimi "dert etmeyin, tökezleyip düşecekler, sorun kendiliğinden çözülecek" gibi algılayan kardeşlerime ne yapsam anlatamadığım öngörümü bir daha tekrarlayayım:

Böyle giderse, bir şekilde gene geçer geçmesine, ama deler de geçer. Bu hal ve gidişle hiç kimse vuslata eremez. Yandaşıyla ve muhalifiyle, hepimiz aynı otobüsteyiz. Yollar virajlı, direksiyondaki adam pek iyi görünmüyor. Ve biz hâlâ birbirimizin yanlışını çıkartma derdindeyiz.

Didişmenin geri kalanına içine edilmiş bir ülkede devam etmeyiz inşallah.

Yorumlar

Vallahi ne desem ki!

Biz, gördüğüm kadarıyla, gözü hep başkasında olan bir millet olduk. Bu her manada böyle galiba. Yani çevremizde iyi bir şeyler gördüğümüzde, gıpta etmek yerine haset ettik. Kötü bir şeyler gördüğümüzde ise bunu hiç de adil olmayan bir şekilde ya kendi lehimize çevirmeye kalktık ya da dedikodusunu yaparak kendimizce eğlendik.

Tabii bu hâli tersine çevirecek bir kişisel ahlâk inkılabı zor, ne var ki, içimizdeki ruh ancak böyle uyanabilir ve insan olduğumuzu tekrar ve bu sefer biraz daha uzun bir süre için hatırlayabiliriz. Selâmla…

Yavuz İnan - 16 Ocak 2015 (15:07)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

96
Derkenar'da     Google'da   ARA