Patronsuz Medya

Fikret Kızılok

Necdet Şen - 23 Eylül 2001  


Dinamik bir süreç içinde anksiyeteyi dışlamış,
Dehümanize davranışlar,
Global Village dediğimiz şu küresel köyümüzde,
her şey zaten ölümsel,
entellektüel…

1985 yılının başlarında, Fikret Kızılok'un Feneryolu'ndaki teras katında bir Pazar gecesi, mutfaktaki tahta masanın bir tarafında ben, diğer yanında Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil, o günlerde üzerinde yoğunlaştıkları ve kısa bir süre sonra Çekirdek Sanat Evi'nde bir avuç meraklısına da dinletecekleri şarkıları art arda çalıp söylüyorlardı.

Tek dinleyicileri bendim o akşam. Bu şarkılar Fikret Kızılok ve partneri Bülent Ortaçgil'in çiçeği burnunda Hızlı Gazeteci'ye ikramıydı.

O sıralarda yeni yayınlanmaya başlayan çizgi bantımdan söz ediyorum. Gazete koridorlarında onların şarkılarını mırıldanarak dolanan Hızlı'yı herkesten önce fark etmişti Fikret Kızılok.

Ve şimdi, mutfak masasının diğer tarafında, elinde gitarı, Hızlı'nın ağzına yakışacağını düşündüğü en yeni şarkılarını seslendiriyordu.

Kararlı bir kişiliği vardı sanırım Fikret Kızılok'un, ne istediğini biliyor ve bunu eveleyip gevelemeden söylüyordu. Şarkılarına da yansıyordu bu tavrı; bir başka şarkıcının asla cesaret edip de ağzına alamayacağı yergileri, yumuşacık bir şanson edasıyla, bağırıp çağırmadan dile getiriyor, kendisinin defterini bir çırpıda dürebilecek kudretteki insanlara gözünü kırpmadan meydan okuyabiliyordu.

* * *

Yaz aylarında Bodrum'daki teknesinde yaşardı. Yine 1985 yılıydı sanırım, bu kez de Bodrum'da Mavi Bar'da karşılaşmıştık. O eski sevgililerinden ikisine birden aynı anda rastlamış, birini sağına oturtmuş, diğerini soluna, kollarını ikisinin de omuzlarına dolamış, yetişkin kızlarını öven bir baba tavrıyla her iki kadının meziyetlerini sayıp dökmüştü. Hanım kızların ikisi de uslu uslu oturuyor, Fikret'in karizmasından olsa gerek, birbirlerine tıslamıyor, tırnak çıkarmıyorlardı.

* * *

Günün birinde teknesine atlamış, Mikis Theodorakis'in adasına yanaşmış. Söylediğine göre, accaip zenginmiş bu Mikis (baksana, adası var, diğer yandan da komünist partisi milletvekili).

"Ben balıkçıyım, fırtına beni bu tarafa sürükledi" demiş. Mikis de onu konuk etmiş üç gün boyunca saray yavrusu evinde. Kış ya da sonbahar olmalı, şömine başında siyasî sohbetler falan, Mikis şaşıp kalıyormuş Türk balıkçısının genel kültürüne, akıcı konuşmasına. Ha babam "işçi kardeşlerim" mavrasıyla bizim "balıkçı" yı pohpohluyormuş.

Sular seller gibi Fransızca konuşan Türk balıkçısı (yani Fikret Kızılok) bir ara şöminenin yanında duran gitarı sanki merakından kurcalarmış gibi eline alıp birkaç tane de şanson patlatınca Mikis iyice apışmış kalmış, işçi sınıfına olan hayranlığı kat be kat artmış.

Ama Fikret Kızılok durur mu, üçüncü gün tartışmalar alevlenmeye başlamış ve sonunda bizim "kültürlü balıkçı" Theodorakis'e "ulan, hem komünist geçiniyorsun, hem de burada padişah hayatı sürüyorsun!" diye şarlayınca misafirlik de sona ermiş.

* * *

Benim kuşak daha onlu yaşlarını sürerken, Fikret Kızılok bu ülkenin en ünlü şarkıcılarından biriydi (diğerleri Cem Karaca, Timur Selçuk, Barış Manço, Selda, Erkin Koray, 3 Hürel falan; haa, bir de Moğollar tabii ki…) Onun yeşil asker parkasına özenip, biz de benzerini bulup geçirmiştik sırtımıza.

Ama Fikret Kızılok şöhretten çabuk sıkıldı. Çok genç yaşında Aşık Veysel'den el almıştı, Anadolu-Pop akımını başlatanlardan birisi de oydu, Veysel ölünce gitti sazını Veysel'in mezarı başında kırdı ve "ben bu işi bıraktım arkadaş" dedi… (Zülfü gibi yirmibeşinci kez, mahsusçuktan değil, hakikaten) bıraktı ve gitti, eğitimini gördüğü diş hekimliği ile iştigal etti ondan sonraki yıllarda.

Bendenizin, İstanbul'da taşra kökenli, çiçeği burnunda, sivilcesi her yerinde bir bunalımlı delikanlı olarak beş parasız ve yapayalnız Bağdat caddesini arşınladığı yıllarda (yetmişli yılların ilk yarısı) şimdi Kadıköy Üçüncü Noteri'nin bulunduğu yerde onun muayenehanesini görürdüm. Kocaman bir tabelâsı vardı: Diş Hekimi Fikret Kızılok.

Sonra hekimlikten de sıkıldı sanırım, Çekirdek Sanatevi'ni kurdu ve bir süre (bilen bilir Çekirdek Sanatevi'nin lezzetini) 12 Eylül sonrasının umutsuzluk atmosferinde yemyeşil bir kültür vahası olarak Bostancı'da soluk aldırdı insanlara. Biz müzikseverler Yeni türkü'yü, Erkan Oğur'u, Yaz Baltacıgil'i ve daha nice değerli müzisyeni ilk kez orada yapılan "Müzik Sergileri"nde dinleme fırsatını bulduk.

Evet, Müzik Sergisi. "Konser" sözcüğünü ısrarla reddederdi Fikret Kızılok, bu dinletiler birer "müzik sergisi" idi ona göre.

Sergiyi izleyenler, bir hafta sonra uğrayıp serginin kâsete kaydedilmiş halini ücretsiz alabiliyorlardı. Kayıt odasında bizzat Fikret Kızılok oturuyordu. Çayları da eşi dağıtıyordu.

* * *

Sonra yıllarca görmedim onu. Derken Hürriyet'te başladığım günlerde bir telefon konuşmamız oldu.

Bir önerisi vardı. Sanırım İzzet Öz, onunla ilgili bir saatlik yarı belgesel bir konser programı yapacaktı TRT'de. Ama Fikret, öyle alışılagelmiş bir şey istemiyordu. Şarkıların arasında o ve bendeniz oturup hayat üzerine, şarkılar üzerine, siyaset üzerine sohbet edecektik ve o ara yere şarkıları serpiştirecekti.

Basiretli mi davrandım, basiretsiz mi, bilemiyorum, ama o gün telefonda ona, "bunlar senin şarkıların Fikret, onları yazan da sensin, besteleyen de, söyleyen de, gitarı çalan da sensin; ben orada kendimi zerre kadar emek harcamadığı başarının rantını yiyen bir leş kargası gibi hissederim, o nedenle bu onuru kabul edemem" dedim.

Beni ikna etmek için "ama biz seninle aynı kafa yapısında insanlarız" dedi, yine de ikna olmadım.

Hâlâ daha çözebilmiş değilim, onca pırıltılı, akıllı uslu insan dururken, Fikret Kızılok'un neden bana böyle bir teveccüh gösterdiğini.

Ama bugün de aynı durumda aynı şeyi yapardım sanıyorum; o şarkılar her şeyiyle onun eserleriydi ve ben o şarkıların arasında olmasa da olabilecek lüzumsuz bir teferruat olurdum.

* * *

Son kez, sanırım iki yıl öncesiydi, bendeniz şu anda okumakta olduğunuz tabakhaneye (web sitenize) halt yetiştirmeye başlamamıştım sanırım, bir yaz günü Moda'da Edip Akbayram'a rastladım.

Havadan sudan sohbet ederken, söz döndü dolaştı Fikret Kızılok'a geldi ve "naapıyor Fikret?" diye sorunca, "naapsın, o da küstü iyicene, inzivaya çekildi, kimseyle görüşmüyor, sanırım bir de kalp krizi geçirmiş geçenlerde" dedi.

İnziva haa, en iyi bildiğim konu; Fikret'in küskünlüğünü bana kalırsa çok iyi anladım. Bendeniz küsüp kabuğuma çekildiğimde, birkaç fire vermez dost dışında ne çalan olmuştu kapımı bâd-ı sabâ'dan gayrı, ne de yanmıştı kimse bana âteş-i dil'den özge; şimdi o da benzer bir yalnızlık duygusu içinde günlerini kendine acımakla geçiriyor olmalıydı.

Bende eski telefonunun numarası vardı, her halde değişmiş olmalıydı, ama belki o telefonun yeni sahipleri onun şimdiki numarasını biliyor olabilirlerdi. Aradım, telefona bir bayan çıktı. Utana sıkıla "bu telefon eskiden Fikret Kızılok'a aitti, sizi rahatsız ediyorum ama, acaba onun yeni numarasını biliyor musunuz?" dedim.

Bayan, "burası zaten onun evi, kim arıyor?" dedi. Gene utana sıkıla kendimi tanıttım (niye utanırım kendimi tanıtmaktan bilemiyorum, mutlaka vardır bir kabahatim), telefonun diğer ucundaki bayan "aaa, merhaba Necdet, ben Dicle" dedi.

A-aaa, meğer bizim Fikret bizim Dicle'yle evliymiş!

Dicle de yıllardır görmediğim bir dost.

O gün meğer son sohbetimizmiş Fikret Kızılok'la. Moralsizdi, sahiden de dünyaya kırgın gibiydi, sabahtan beri konuştuğu ilk kişi olduğumu söyledi, üzüldüm.

Olur ya hani, senin başına gelen ve üzüldüğün bir iş başka bir dostunun da başına gelince kat kat fazla üzülürsün. Onun gibi işte.

O günlerde sanki kendi başıma sürecek melhemim varmış gibi, durup durup "Fikret Kızılok için ne yapabilirim?" diye düşündüm (bizim Ali'nin bugünlerde kendi haline bakmayıp, benim için ne yapabileceğine kafa yorması gibi).

Aklıma gelen hiç bir çözüm önerisi onun "peki" diyebileceği cinsten görünmedi gözüme. Kırık kalbi ikide bir tekleyen adam için ne yapılabilirdi ki?

Fuat Güner'in bir söyleşide de değindiği gibi, "o duyarlı bir adamdı ve her sanatçı gibi pamuklara sarılmak, el üstünde tutulmak" istiyordu.

Duyarlı insanlara göre değildi ki bu dünya; onlar erken ölüyorlardı.

Bu gece, kırk yılın başı, şeytanın bacağını kırıp bilgisayarı kapatmayı başarmış, televizyonun karşısına geçmiştim, Fikret Kızılok'un ölüm haberine rastladım. Gecenin şu saatinde içim içime sığmadı, döndüm bilgisayarın başına yeniden.

Nasıl da çökmüş, ihtiyar gibi olmuş görmeyeli o güzel yüzlü adam.

Geçen Pazar Moda camiinden kadim dostum Muhlis Hasa'nın cenazesini sırtlamış, Nakkaştepe'de manzaralı bir yamaçta üstünü toprakla örtmüştük. O da duyarlı bir insandı, zekiydi, çok kültürlüydü, çok iyi bir fotograf sanatçısı ve iz bırakmış bir kameramandı; o dünyanın alengirli işlerine ayak uyduramamış, uzun zaman önce oyundan çekilmiş, kendisini eve kapatmıştı.

Ve şimdi bir sonraki Pazar oldu. Bu kez de duvarlarıma posterlerini asarak ergenlikten delikanlılığa geçtiğim, sonra (çok az görüşmüş de olsak) arkadaşı olma onurunu tattığım Fikret Kızılok'un tabutunun ardından yürüyeceğiz.

Geride birkaç şarkı, birkaç fotograf, birkaç sözcük kalacak yalnızca.

Sonra onlar da gidecek, çınar kalacak, Nazım'ın şiirindeki gibi.

Sonra çınar da gidecek, su kalacak. Sonra su gidecek, güneş kalacak. Sonra o da gidecek.

Hayat hep burada kalacak, bizim egolarımız gidecek, arkadan gelen başka egolara yer açılsın diye.

Yeni gelen kuşaklar öncekilerin ayak izlerini çoğu zaman göremeyecek. Düşe kalka öğrenecekler hayatı.

Tıpkı bizler gibi.

Sahilde gençler biraları ve gitarlarıyla toplanıp Fikret Kızılok'un şarkılarını söyleyecekler.

"Bu kalp seni unutur mu?" yazacak bir başka genç mendirek taşlarına.

Bizim kuşaktan bazıları onu Ahmed Arif'in "Vurulmuşum" şiirinden ne kadar dokunaklı bir şarkı bestelediğini anımsayacak.

Bazılarımız, "Süleyman Hep Başbakan" şarkısının kâsetini koyacak kâsetçalarına, bazılarımız "Why High One Why!" şarkısını bir daha dinleyip kahkaha atacak.

Bizim kuşağın büyümeye yüz tutmuş çocukları onu Sertab Erener'in meşhur ettiği "Kumsalda" şarkısıyla anacaklar.

Müzik dükkânları onun kâset ve CD'lerini raflarda görünür yerlere koyacak bugünlerde. Fikret Kızılok artık şarkı olacak, şarkılarıyla kalacak.

Bizler, yani tabakhaneye necaset yetiştirme derdindeki benmerkezci kent aydınları onun arkasından "badem gözlüydü" yazıları döşeneceğiz. Sonra başkaları bizim arkamızdan… Kıymeti harbiyemiz kadar; belki biraz daha fazla, belki biraz daha daha az…

* * *

Offff! off ki ne off!

* * *

Arkadaşlar, birine "seni seviyorum" diyecekseniz, bunu ertelemeyin, şimdi söyleyin.

Yalnızca bir tek konuda, sevginizi gösterme konusunda acele edin.

Bu, benden beşerîyete kara cahil öğüdü: Yarın ne olacağı hiç belli olmaz.

Herkes her an kalkıp, "öteki" tarafa gidebilir; arkasından "tüh! keşke!" diyebilirsiniz.

Yorumlar

Sevgili Necdet; biz 1960 doğumlular Fikret Kızılıok'u idol bilirdik ve hâlâ öyledir bizim kuşak için.

Birçok yazınızda yeni bilgiler bulduğum için acaba dedim büyük usta Fikret içinde neler söyleyecek diye açıkçası çok ürktüm ama korktuğum başıma gelmedi. Boşuna sevmemişiz demek ki rahatladım açıkçası…

Adına küreselleşme yada küreselleşme her ne deniliyorsa beraberinde düşmanını da geliştirmekte bilmem farkındalar mı, bu saadet zinciri bir gün mutlaka bir yerden kırılacak.

Benim dedem bilinen yaşı 107 olduğunda kucağımda yenilmişti hayata. Ülkemin ezilen çoğunluğunun er ya da geç yapacağı devrimin belgeselini izlemek en büyük dileğim. Bilmem yetişir mi ömrüm. (Onun için dedemin yaşını yazdım.)

Zamansız giden tüm onurlu insanlara saygılarımla selâm olsun…

Eyüp Umur - 19 Haziran 2009 (23:01)

Oğlum küçücükken, 1, 5 - 2 yaşlarındayken, uyumadan önce bazen yatağının başında ona kitap okurdum. Bazen de - okumaya üşendiğim zamanlarda - şarkılar mırıldanırdım, bet sesimle. En çok sevdiklerinden birisi Fikret Kızılok'un bir şarkısı idi:

"Bir bakarsın oyuncağın kırılmış
Arkadaşın sana küsmüş darılmış
Kavga etmiş; kaşın, gözün yarılmış

Yaşlı gözlerle bana gelip sakın üzülme yavrum
Böyle büyür insanlar; ağlamak çare değil
Zaman değirmenini durdurmak kolay değil

Sendeki sen sana soru sorunca
Bir masalda kurt kuzuyu kapınca
Uçan balon ellerinden kaçınca

Yaşlı gözlerle bana gelip sakın üzülme yavrum
Böyle büyür insanlar; ağlamak çare değil
Zaman değirmenini durdurmak kolay değil…"

Necdet usta, ne kadar güzel ifade etmiş, Kızılok'un çok önemli bir özelliğini: "… Yumuşacık bir şanson edasıyla, bağırıp çağırmadan dile getiriyor…"

Gerçekten en sert eleştiriyi dile getirirken de, ninni söylerken de o yumuşak tavır ve kadife ses hep ön planda.

Şu sıralar, arabada o güzel insanın "Dünden bu güne 1965-2001" albümünü dinliyorum.

Ne trafiğin kalabalığı, ne otomobilli - motorsikletli teröristler, ne de bitmek bilmez yol tadilatları bozabiliyor keyfimi.

"…
Çektiğim acıların demindeyim bu akşam
Pişman desem değilim
Bir harmanım bu akşam

Her gecenin sabahı
Her kışın bir baharı
Her şeyin bir zamanı
Benim dermanım yok"

Melih Özel - 13 Kasım 2012 (23:10)

Ana sayfada yorumlar kısmına göz attım, önce Melih beyin Fikret Kızılok hakkında yazdıklarını okudum, ardından da yazının tamamını. Sonrasında aklıma kısacık da olsa Fikret Kızılok ile ilgili bir anım geldi. Sanırım 1997 yılıydı, konserine gidecektim 2 arkadaşımla birlikte. Konser salonuna gittiğimizde, iptal edildiğini öğrendik. Döndük biz de mecburen, caddede ilerlerken bir baktık ki kaldırımda yürüyor, Kızılok. Durduk, hemen indik arabadan, yanına gittik, heyecanla biz konserinize geliyorduk, iptal edilmiş dedik. Evet, olmadı ne yazık ki dedi, o şarkılarındaki sakinliğiyle. Konseri organize eden firma bir şekilde bir son dakika aymazlığı mı ne yapmış. Ayaküstü konuştuk biraz daha. Aklımda o kısacık andan geride kalan şey, Fikret Kızılok'un sıcacık ve samimi muhabbeti oldu. Bizimle sanki bizi hep tanımış gibi konuşmuştu. Ne bir kibir, ne de bir üstten bakış. Samimi bir adam vardı karşımızda. Hatıramda ise kaldırımda onu öyle sakin sakin yürürken yakaladığımız an asılı kaldı. Bugün Necdet'in bu güzel yazısını okuyunca, açtım rastgele bir Fikret Kızılok şarkısı (Ben Anadoluyum) dinledim onun anısına.

Alper Uzun - 15 Kasım 2012 (05:29)

Önceki gün Fikret Kızılok'un ölüm yıldönümü idi.

Akşam eve geldiğimde hanımla uzunca bir süre Fikret Kızılok dinledik yemeği hazırlarken. Hem dinledik hem de yumuşak sesi, sakin tarzı ile ilgili konuştuk.

Sonra gazetelere baktım, televizyonlardaki akşam haberlerini dinledim. Sanırım bir bir kaç saniyelik bir not ile hatırlayan bir kanal dışında Fikret Kızılok ile ilgili tek bir haber ya da yorum yoktu.

Aklıma sevgili Necdet'in yukarıdaki yazısı geldi. Tekrar okudum yazıyı. Eminim ki bizim gibi onu seven ve hatırlayan pek çok insan var, ama attı mı mangalda kül bırakmayan sanatsever TV programcıları ile habercilerine ne oldu diye üzüldüm doğrusu.

Sonra tekrar döndüm iPod'uma…

"Kimine saz vermiş çalar eğlenir
Kimi zevk içinde güler eylenir
Veysel göz yaşların siler eylenir
Yeter gayrı yumma gözün kör gibi"

Melih Özel - 24 Eylül 2014 (10:34)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

97
Derkenar'da     Google'da   ARA