Patronsuz Medya

Şarta Bağlı Mutluluk

Necdet Şen - 23 Mart 2003  


Eser Hoca bana küstü galiba. Dünden beri suratı bir karış, ne desem ters cevap veriyor. Karısına sordum, evet küsmüş. Hatta küsmek ne demek, defterinden silmiş.

Nedeni, Sezen Aksu'nun şarkılarını kötü bulmadığımı söylemiş olmam. Bu yüzden defterden silinmişim. Yani, nasıl beğenirmişim böyle "yoz" bir müziği? Ve bunu ona nasıl söylermişim?

Karısı hatırlatınca hatırladım, dün değil evvelsi gün konu nereden açıldıysa, onun reddettiği, iğrendiği, yerin dibine batırdığı bazı müzisyenleri, aralarında bayağı baba adamlar da var, severek dinlediğimi söylemiş olmam.

Sevmemeliymişim.

Bu nasıl olacak, bilemiyorum. Çünkü ben çok kolay severim.

Olayın aslı şu:

Eser Hoca eğitimini Royal Jazz School denen caz okulunda yapmış çekirdekten müzisyen. Çoğunuz tanımazsınız ama cazın ustaları ona çok saygı duyar ve o yüzden "Hoca" diye hitap ederler.

Ben cazdan hiç anlamadığım için, yedili akor, kreşendo, senkop, tremolo falan bilmem; armonilerdeki matematiksel ilişkiyi hiç hesaba katmadan kaz gibi dinlerim cazı. Ve mutlaka çıkar içlerinden beğendiğim, coşarak, hüzünlenerek, küfeyi sallayıp gerdanımı kıvırarak dinlediğim bir şeyler.

Hani nasıl derler, ben müziği armonik denklemler olarak değil de şarkı türkü eğlence babından algılar, içindeki yaşanmışlık izine, efkâra, neşeye, sevdaya kulak kabartır, gönül telimi titretirse, detone miymiş pentatonik miymiş takılmam.

Amatörüz ne de olsa. Şarkı ünleme konusunda Cem Karaca'nın tırnağı olamam; gitarda ise Gary Moore nerde ben nerdeeee? Mamafih, onlar kadar süper olsaydım da beğenmezdi beni Eser Hoca; çünkü onları da beğenmiyor, hatta fecî, iğrenç, kepaze buluyor.

Tamam, buraya kadar iyi, "onun beğeni düzeyi çok çok yüksekmiş" der geçeriz. Noolucak, teybe bir kaset atıp neşelenmek, mutluluğumuza dip ses yapmak için illâ ki Royal Jazz School'dan diploma almak gerekmez ya, her kör satıcının bir topal alıcısı vardır, biz de kendi kulağımıza uygun müzikleri dinleriz.

Ama sorunun özü başka. Eser Hoca, dedikodu gibi olmasın ama feci mutsuz.

Kendince haklı sebepleri var tabii. Müziğin teorisini dünyanın en iyi caz okullarından birinde öğren gel, yıllarını bu işe vakfet, memleketin en virtüöz cazcılarını bile çalarken osurtacak kadar karmaşık ve zor armoniler üzerine kurulu besteler yap, sonra sokakta yetişmiş bastıbacak bir kız "oynama şıkıdım şıkıdım" diye bir şarkı yazıp popülaritenin de paranın da şeyine kosun! Olacak iş mi bu?

Tanıdığı bir cazcı Amerika'dan yeni dönmüş. Oradayken Arif Mardin'le de buluşup hasbıhal etmiş. Sormuş Arif Mardin'e "Türkiye'deki müzisyenleri nasıl buluyorsunuz üstad?" diye, Arif Mardin de demiş ki, "hani bir şarkı var ya, Bandıra Bandıra Ye Beni diye, o şarkıya bitiyorum."

Bizim Eser Hoca "kafayı yemiş bu Arif Mardin" diyor. Zaten mutsuz, daha da mutsuz oluyor. Kahroluyor onun yüksek müziğini anlayamayan bir dünyada yaşıyor olduğu için. Kolay mı, ilk caz derslerini Arif Mardin'den almış. O da böyle diyorsa dünyanın çivisi çıkmış demektir, öyle düşünüyor.

Bir türlü içine sindiremiyor müziğin "mü" sünden anlamayan bir sürü velet el üstünde tutulurken kendisi gibilerin esamesinin okunmayışını. Belki de bu yüzden, yaptığı bestelerin notalarını gizliyor, bazı sayfalarını yatak odasına, bazı sayfalarını mutfak dolabına, bazılarını da piyanonun altına falan zulalıyor karmakarışık edip. Herhalde ansızın ölürse virtüöz olmayan kişilerin o besteleri bulup berbat bir şekilde icra edeceğinden korkuyor.

Bir müzisyen düşün ki, belki de dünyada çok az kişinin yazabileceği ve çok az müzisyenin çalabileceği zorlukta kompozisyonlar yazıyor, ama bunları kimse bulmasın, seslendirmesin, dinlemesin istiyor. Belli ki, kendisine karşı cömert davranmayan dünyaya karşı kırgın.

Ama sahiden öyle mi? Cimri mi davranmış dünya ona?

İstanbul'un kalburüstü bir semtinde bir sürü kitap yazmış profesör bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen, hayatı boyunca hiç kimsenin kapısında maaş bokuna çalışmak zorunda kalmayan, sadece müzik yaparak hayatını idame ettirebilme ve en seçkin müzisyenlerden saygı görme ayrıcalığına sahip, yakışıklı, hafif, iyi süvari. Akdeniz sahilinde şerbet gibi bir havası ve dünya güzeli manzarası olan bir tepedeki nefis villada yaşıyor ve sürekli mızmızlanıp halinden şikâyet ediyor. Bestelerinin notalarını karmakarışık edip oraya buraya atıyor bulunamasın, çalınamasın diye.

Asıl arzusu bu olabilir mi Eser Hoca'nın?

Bence hayır. Her sanatçı gibi o da eserleri ona vakıf olabilecek kulaklara ulaşsın ister. Ama o kadar umutsuz ki, o armoniler içinden taşıyor, nota kâğıtlarına yazmadan edemiyor. Diğer yandan öyle çok seviyor ki eserlerini, ehliyetsiz kulaklara ulaşmasından ödü kopuyor.

Bu nasıl trajik bir yazgıdır, imkânı yok bilemezsin. Yapacağı her şeyi cümle alemin gözü önünde yapan benim gibi yarı sanatçı yarı teşhirci zerzevat takımı da bilemez. Bu yalnızlık ve bu harcanmışlık duygusunu ne ben anlayabilirim ne de başkası. Bu, "ödün vermez" sanatçının dramıdır.

Ama Eser Hoca bu dramını da paylaşmaz kimselerle. Bazen bir hafta boyunca patates yiyerek yaşar, ama yine de o trilyoner pop starlarının iş tekliflerini elinin tersiyle iter. Çünkü su katılmadık bir ecnebîdir o. Buradayken buraya, gurbetteyken gurbete yabancıdır. Her yerde ecnebî olmaksa, aslında kaderi değil, bedelini sızlanarak ödediği bir tercihtir.

Ama o bunun kendi tercihi olduğu fikrini kabul etmek istemez. Başına gelmiş talihsiz bir kaza gibi algılar, öyle yaşar.

Bu hayatı beğenmedim, daha cafcaflısı yok mu?

Yeni taşındığım apartmanda bir komşum var.

Gayet iyiniyetli, dost canlısı bir insan. Epeydir ihmal ediyordum, evvelsi gün yavuklum ve ben "hoşbulduk" ziyaretine gittik kahve içmeye.

Onbeş dakikalığına uğramıştık, ama dört saatte çıkabildik evinden.

Dertli insanları dinlememek olmaz, dör saat boyunca o anlattı ben baş salladım.

Altmışlı yaşlarında olduğu halde gençliğinde epeyce alımlı bir bayan olduğu belli oluyor. Bir zamanlar şaşaalı bir hayatı olmuş, gün görmüş, ama kocası öldükten sonra yoksullaşmış eski bir diplomat eşi. Mütemadiyen yalnızlıktan, en yakın dostlarının, hatta kardeşlerinin bile kendisini anlamadığından, kendisine hoyrat davranıldığından, nankörlük edildiğinden, artık hayattan soğuduğundan, muhitini daralttığından falan söz ediyor.

"Bir kedi alın, yalnızlığa iyi gelir" diyecek oluyorum, "kedilerden nefret ederim, nankör hayvanlardır, ben köpekleri severim, ama onlar da eve tüy bırakır" diyor.

"Hâlâ güzelsiniz, bir hayat arkadaşı bulun o halde, yalnız kalmayın" diyecek oluyorum, "bu yaştan sonra zevkime uygun adamı nereden bulayım?" diyor.

Eh, erkekler de yatağa yastığa tüy bırakır.

Üşümekten yakınıyor, "kalorifer peteklerinin sayısını artırın" diyorum, duymuyor bile, kızıyor hatta; "Sen beni iyi dinlemiyorsun, bir saat önce falan falan demiştim, sevgilin senden daha iyi dinleyici!" diyor.

Sık sık bir şeylere tepki gösteriyor ve hemen yeni bir şikâyet konusuna atlıyor.

Anlıyorum ki komşum çözüm değil, yakınmalarını haklı bulacak dinleyiciler arıyor.

Bunu anladıktan sonra ben de çözüm için zihin yormayı bir kenara bırakıyor ve ne söylerse söylesin kafa sallıyor, ilk virgül boşluğunda da izin isteyip kalkıyorum.

Eve gelir gelmez kanepeye uzanıp neden o kadar yorulduğumu sorguluyorum sonra.

Kendime yeni bir ben lâzııım!

Eskiden insanların başlangıçta bana karşı pek bir ilgili hatta hayran davranırken sonradan neden ortadan kaybolduklarını çözemezdim. Zamanla burnum sürtüle sürtüle anladım ki, mutsuz, kendine dönük, müzmin şikâyetçi insanlardan hiç kimse hazzetmiyor.

O zaman kendime döndüm ve dedim ki; "yâ Necdeddin, kes artık sızlanmayı! Bir sorunun varsa çözüm ara; milletin kafasını ütüleyip durma!"

Sonra etrafıma bakındım, durum benimkinden de fecaat. Yakınan yakınana. Öyle insanlar gördüm ki, banka cüzdanında bol sıfırlı rakamlar, altında arabası, kolunda sevgilisi, güzel manzaralı bir evi, boyu posu, sağlığı, fiyakası, her bi şeyi yerli yerinde, ama yine de mutsuz ve mızıl mızıl.

"Niye?" diye düşündüm sonra, aklıma binbir neden geldi. En salakçasından en makul olanına kadar sırayla eleye eleye sonunda olasılıkları tek şıkka indirgeyebildim.

Sonra bunun adına "şarta bağlı mutluluk" dedim.

İnsanlar görüyorum çevremde, her şeyi var da, -diyelim- sol elinde altıncı parmağı eksik. Günlerini "benim neden altıncı parmağım yok?" diye yas tutarak geçirebiliyor. Demiyor ki "ulan teres, şu dünyada kaç kişinin altı parmağı var -spor yazarı Ogün'den başka-, beş parmak neyine yetmiyor?"

Ve diğerleri…

Yıllar önce iri yeşil gözleri olan bir kız tanımıştım. Elini ilk tuttuğumda "senden hoşlanıyorum ama devrim olmadan bana bu işler haram" diyerek geri çekmişti. "Peki o zaman, sen devrimi bekleyedur, o arada ben de kendime elinde keramet aramayan daha apolitik bir kız bulayım" deyip almıştım voltamı. Yıllar sonra gördüm, artık devrim beklemekten vazgeçmişti, ama elini tutmak isteyecek biri de kalmamıştı ortalıkta.

Bir komşu kızı vardı çook eskiden. O da "pilottan başkasıyla evlenmem" triplerindeydi. Tombul memelerini pencerenin pervazında eskitti. Sonunda belediye zabıtasına bile fit oldu ama maalesef bütün zabıtalar evlenip barklanmış, boşta kimse kalmamıştı.

Yine yıllar önce bir adam tanımıştım. Beş yıldan beri evinden dışarı adım atmamakta direniyordu. Gerekçesi de çok ilginçti:

- "İstanbul artık bozuldu, kızlar sokakta mısır yiyerek yürüyor. Ben böyle bir kentin sokaklarında nasıl dolanayım?"

Mutsuz olmak için sürü sepet nedeni ve kıyamet kadar şartı şurtu var tanıdığım birçok insanın. Kimi "dincilerin" seçim kazanmasından, kimi göz kenarlarındaki kırışıklıklardan, kimi yalnızlıktan, kimi kilosundan, kimi İsveç'te değil de Türkiye'de doğmuş olmaktan şikâyetçi.

Bu sorun şu sorun o sorun çözülmedikçe, şunlar şunlar şunlar yerine gelmedikçe, balık kavağa çıkmadıkça mutlu olunur muymuş hiç?

I-ıh, olunmaz. Naapılır? Bulunur bir dinleyici, vıdı vıdı bıdı bıdı, kafası ütülenir.

İyi, üzül, naapalım?

Royal Jazz School'u bitirdiği için nota ve armoni konusunda allâme olan müzisyen Eser Hoca'ya gelince, o artık altmışlı yaşlarında ve bu basit denklemi çözebileceğine dair hiç bir ipucu vermiyor. Müziğin sadece matematiksel dizinlerden ibaret olmadığını, biraz da gönül meselesi olduğunu, dünyanın en berbat sesine sahip olan Bob Dylan'ın bunca sevilmesinin ardında başka türlü bir sihir aramak gerektiğini, Sezen Aksu'nun da, Müslüm Gürses'in de, Nina Simone'un da, Miles Davis'in de kâinattaki milyonlarca farklı sesten ve farklı ruhtan sadece birkaçı olduğunu, müzik dinleyebilmek ve mutlu olabilmek için Royal Jazz School'u bitirmiş eğitimli seçkinlerden biri olmak gerekmediğini, genç yaşlı eğitimli cahil, herkesin bir şarkıya katılma, el çırpma ve "çok eğlendik yahu!" diyebilme hakkının bulunduğunu Eser Hoca'ya anlatamadım.

Peki anlatamadım da ne kaybettim? Hiiiiç! Anlayamadığı için sanırım o zihnini açabilecek bir şeyleri kaçırdı. Yeryüzündeki altı milyar insanın kahir ekseriyetinin kendisiyle aynı düzeyde armoni bilgisine sahip olmamasından bütün hayatına yayılmış bir mutsuzluk icat edebilen bir insana dışarıdan yardım edilebilir mi? Öyle imkânsız bir şart koşmuş ki hayata Eser Hoca, gerçekleşmesi zinhar mümkün değil.

Geriye tek bir seçenek kalıyor o zaman onun için; "dertleri zevk edindim, bende neş'e ne arar?" şarkısının caz yorumunu yapıp, denize bakan tepedeki mutena evinin mutsuzluk kokan pejmürde salonundaki eski piyanoda kendi çalıp kendi dinlemek.

Eh, bendenize gelince, bu hakir epeydir hayata şart koşmamayı, evrendeki kaotik görüntüyü hayranlıkla izlemeyi ve boz bulanık nehirle birlikte güle oynaya akmayı şiar edindi.

Öyle bir gönül ki bu gönül, Eser Hoca da, Cem Karaca da, Jethro Tull da, Zekâi Tunca da, Burhan Çaçan da, Sebastian Bach da titretebiliyor tellerini. Bazılarının sazı birazcık akortsuzmuş, bazısı gereğinden fazla glisando yapıyormuş, bir diğeri bar bar bağırıyor, öteki de fısıldar gibi söylüyormuş, şarkı sözünde "tahtaboş" diye bir kelime olur muymuş olmaz mıymış, hiç takılmıyorum. Amaaaan canım sen de, olur tabii, niye olmasın? Kimisi Şili'deki askerî darbe için şarkı yazar, kimisi tombul tombul memeler için. Kaçırılan ve suyuna pilav pişirilen horozumuz için bile şarkı türkü yazılabilir. Kime ne zararı var?

Ama Eser Hoca'nın, dul komşumun ve bugüne kadar tanıdığım nice müzmin mutsuz insanın kendilerine zararı büyük. Onlar mutluluğu şarta bağlamışlar, kâinatla pazarlık halindeler. İyi bir şeyler isteseler belki kâinat onları işitecek ama onlar sadece suçlamakla yetiniyor.

Olmuyor tabii ki. Olamıyor. Kâinat ne demeye çalıştıklarını anlayamıyor.

Yorumlar

Bilgiyi keyifle harmanladığınız yazılarınız için teşekkürler Necdet hocam. Aklınıza sağlık.

Ahmet Kesgin - 26 Eylül 2009 (04:11)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

87
Derkenar'da     Google'da   ARA