Yirminci yüzyılda entellektüeller ya da entelijansiya -fikirleri karşılığı para alan yöneticiler, profesörler, gazeteciler, bilgisayar ya da hükümet uzmanları, lobiciler, allâmeler, sendikalı köşe yazarları, danışmanlar- adı verilen genel bir gruba ait olan insanların sayısındaki artışla birlikte, insan artık bağımsız bir ses olarak entellektüel birey var olabilir mi diye sormak zorunda kalıyor. Bütün entellektüelleri sadece hayatlarını bir üniversite ya da gazetede çalışarak kazandıkları için satılmış olmakla suçlamak kaba ve son kertede anlamsız bir ithamdır.Edward Said (Entelektüel)
* * *
Hint felsefesine göre samsara, doğum → ölüm → yeniden doğum döngüsü imiş. Biz insanlar bu dünyaya aslında acılar ve sıkıntılar içinde pişip olgunlaşmak, kemale ermek için gönderilirmişiz şu veya bu elbise içinde.
Hani, bu dünya bir imtihan yeridir
der ya kadim göreneğimiz, onun gibi. Bu imtihan yerinde eğer dersimizi alıp da pişemeden geçip gidersek, tekrar gönderilirmişiz başka başka bedenlerde.
Yeniden doğum, bazılarına matah bir şey gibi görünse de, aslında bir nevî cezaymış. Çünkü bu dünyanın bir çile odası olduğuna inanırmış Bunları kitaba falan bakarak değil, karineden yazdım. Yanlışım varsa affola. Zaten amaç, yazının sonunda edeceğim bir kelâma hazırlık olsun diyeydi. Gelelim asıl hikâyeye. Bugün birazcık içimi dökeceğim. * * * Yıllar önce muhterem bir zat tanımıştım. Bilirsiniz, Cumhuriyet kurulup da Hani şu siyah beyaz filmlerdeki Türkçe var ya Bana çok düşkündü nedense bu yaşlı dostum. Haftanın birkaç günü telefon eder, ısrarla oturmaya ya da yemeğe çağrırdı. Gitmemek diye bir seçeneği de asla kabul etmezdi. Kendi anneme babama ona davrandığım kadar hatırnaz davranabildiğimi söyleyemem; bu yaşlı ahbabıma karşı vefada ve saygıda kusur edemez ve iki elim kanda da olsa mutlaka giderdim. Bazen evimde bir konuğum olurdu, konuşacak özel bir mevzumuz olurdu, ama İstanbul Efendisi bunu mazeret olarak kabul etmez, Ne var ki, oraya götürdüğüm hemen hemen hiç bir konuk bir daha o evin semtinden bile geçmek istemezdi. Çünkü İstanbul Efendisi onlarla ne konuşur, ne hal hatır sorar, ne de göz teması kurardı. Adeta Kafasında oluşmuş Epeyce ihtiyarlamış annesi ve kendisinden birkaç yaş küçük -ama gene de yaşlı- kardeşiyle aynı evi paylaşıyordu. Eski İstanbul aristokrasisinden kalan ve artık anılarıyla avunmaya başlamış bu yaşlılar topluluğu, o eve götürüp onlarla tanıştırdığım arkadaşlarımla sınırlı genç bir ahbap grubu edindi bu sayede. Tabii sadece meslekî ya da ailevî referansları uygun bulunduğu için dışlanmayanları kastediyorum. Bu konuda en şanslılar, ünlü sanatçılar ve doktorlardı tabii ki… Ama o gençlerde de irili ufaklı kusurlar bulunuyor, orada olmadıkları zamanlarda bana fitleniyorlardı hafiften parkinsonlu bir artikülasyonla. Kiminde Bu dedikoduları tavanla duvarların kesiştiği noktalara bakarak dinliyor, ilk es verdikleri anda da konuyu değiştiriyordum. Zamanla dedikodular * * * İstanbul Efendisi, insanın üzerine haddinden fazla abanıyordu. Kural dayatıcı bir kişiliği vardı. Yoruluyordum. Yargılamamaya, anlamaya çalışıyordum yaşlı dostumu. Her nasılsa o haliyle kabul etmeye çabalıyordum. Ama onunla ve kardeşiyle yapılan teşriki mesai doğrusu normal üstü bir enerji gerektiriyordu. Kendimiz gibi olmamıza izin yoktu; en ince teferruata kadar onun belirlediği bir formata uygun davranmak ve konuşmak zorundaydık küçümsenmemek için. Sorduğu soruların yanıtlarını bile dinlemeye üşenen bu muhterem kişi ve gün boyu zil zurna sarhoş, kibrit çaksan tutuşacak gibi duran kardeşinin insanı ziyadesiyle geren, pestile çeviren mavrasına neden katlandığımı anlayamazdım. Yine de daha önce anlatıldığı unutulup defalarca yeni baştan anlatılan hatıraları, her cümlemin ortasında kesilen sözümü ve her kelimemde maruz kaldığım zorunlu Türkçe dersini fazla sorun etmemeye bakar, gün batımının, rakının ve eski solculuk anılarını dinlemenin tadını çıkarırdım. Matbuat, sanat ve siyaset dünyasının meşhurlarının adlarının bolca geçtiği entel-magazin muhabbetlerdi anlatılanlar. Alt tabakadan insanların bahsi pek geçmezdi bu anılarda. Onlarla hiç bir teşriki mesaisi yoktu İstanbul Efendisi'nin. Bir zaafım vardı sanırım: Evinde çok kitap olan ya da çok fazla alafranga kelime bilen kişileri kültürlü, hatta derya, hatta ermiş zannetmek gibi naif bir takıntı işte. Bir bakıma söylem kurbanıydım. Avlanıyordum her seferinde. Aklım sezgilerimi susturmuştu, okuduğum köşe yazıları ve o yazarların kakaladığı hempa kitaplarında okuduğum fasaryalar yüzünden. Sanırım yanlış formatlanmıştım. Okuduğum gazeteyi, kitaplığımdaki kiloyla alınmış kitapları, hatta belki bu kafayı topyekûn değiştirmeliydim. Bununla da yetinmeyip, Henüz kafama dank etmemişti sanırım vehbinin kerrakesi. * * * Bir gün yaşlı dostum, Paris'teyken seyrettiği bir piyesi beğenmeyen Fransız gençlerin sahnedeki sanatçıları yuhalamasının Batılıların Cehaletimden utandım, sustum. Ben hiç kimseyi yuhalayamam. Beğenmesem bile, en azından verilen emeğe saygı duyarım. Gösteri ilgimi çekmiyorsa, sırtımda yumurta küfesi yok ya, usulca kalkıp giderim. Yuhalayamam. Ne yapayım, * * * Bir başka gün, yine Paris'te gördüğü bir musluk tamircisinin volkmeninden Jacques Brel dinlediğini anlatıp, bizdeki musluk tamircilerinin Bir kez daha utandım cehaletimden. Ayıptır söylemesi, ben kendimi Parisli gibi değil de buralı gibi hissettiğim için, ola ki musluk tamircisi olsaydım Kayahan falan dinlerdim her halde, zevksiz olduğumun farkına varmadan. * * * Başka bir gün Broşür, daha sonraki bir hatırlatmamda otobüs bileti oldu. * * * Bir diğer gün konu nereden açıldıysa, kadınların rahminin aslında karın boşluğunun kendisi olduğunu, bebeğin bağırsaklar arasında durduğunu sandığının farkına vardım. Saygısızlık etmemeye çabalayarak Dostum hiddetlendi ve Büyüğümü daha fazla kızdırmamak için * * * Asıl matrak ayrıntıyı sona sakladım. Bir başka gün ikide bir sözümün kesilip, Demez olaydım… - Tekrar azarlanmaktan korkuyordum ama gene de geri adım atmak istemedim. - - Kardeşi üşenmedi, iki fırt votka arasında kalktı sözlüğe baktı, - Kardeşi gerilimi algılayınca ayıldı sanırım, gene üşenmedi, tartışma uzamasın diye, gitti bu kez de Meydan Larousse ansiklopedisine baktı… - Bir kez daha Kardeşi hazır ayaktayken tüm duvarları kitap dolu olan odanın bir yerinde üçüncü bir ansiklopedik sözlük daha buldu, ona da baktı, orada da soğan yazıyordu. Ama İstanbul Efendisi'ni Gerçi o gün ikna edemedik ama bir süre sonra yine bir zorunlu diksiyon dersinin ortasında gıcıklığım tutup da bu Çok olgundu, öyle böyle değil. * * * Az buz değil, yetmişli yaşlarını süren bu Ah, bir de sohbeti karşısındakini bunaltmadan sürdürme hasletine sahip olsaydı. Belki o zaman tadından yenmeyebilirdi. Ama ne yazık ki, bu haliyle onunla yapılan ahbaplık, büyük ölçüde ket vurma ve sabır demekti. Az önce de dediğim gibi, sorduğu soruların yanıtlarını bile dinlemiyor, daha ikinci cümlede karşısındaki kişinin sözünü ağzına tıkıp ya artikülasyon dersi veriyor ya da yerli yersiz polemiğe girişiyordu. Sanırım kol bükmek hoşuna gidiyordu. Öyle bir mesleği vardı ki dostumun, işini iyi yapmak için demagoji ustası olmak zorundaydı; kariyerinin püf noktası buydu. Ama * * * Yine de bu muhterem zata ziyadesiyle minnettarım. Niye mi? Çünkü onu bu kadar yakından tanıma ve kişiliği üzerine kafa patlatma şansını yakalayamamış olsaydım, ne Masumsun diye bir yazı yazılırdı, ne Düşmanlığın Kime?, ne Bir Güzellik Yap, Hayatı Kolaylaştır, ne Eleştiriye Kapalıyım, ne Beyaz Türk, ne de Entel=Yabancılaşma… O ve yakın çevresi, daha evvelki bazı yazılarımda Cumhuriyetle birlikte birkaç parçaya bölünen İstanbul sosyetesinin sol kanada düşen kısmı, kendisine İstanbul Efendisi dostum, kişilik itibariyle zorba idi. Gel gör ki, o kendini Bu nedenle muhterem dostumun bir gün Bana göre o cahildi, ona göre o hariç herkes… * * * Ülkedeki Bunu duyduğumda çok kırıldım. İşin gerçeğini aslında en iyi o biliyordu. Ayrılık kararımı en çok o desteklemişti. Ama demek ki gözündeki bütün değerim onu eleştirene kadarmış, o noktadan sonra onun gözünde çamur atılacaklar listesine dahil edilmişim. Sözkonusu jakoben gazetenin lideri olan Aydınlanmanın Cuntacısı'nın o kriz günlerinde beni telefonla arayıp, çizgi romanımda onları eleştirmekten vazgeçmemi teklif ettiğini ve benim cuntacıya Anladım ki hafızayı beşer nisyan ile malûlmüş. Demagoglarla sahiden dost olunamazmış. Aslında çok önceden içime daral gelmeye başlamıştı onun o iddiacı tavrından. Uzatmaları oynuyorduk zaten. Epeydir ziyaretlerimi elimden geldiğince seyrekleştirmeye çabalıyor, ama ısrarlı davetleri karşısında çaresiz kalıp yine karşısında yerimi alıyordum. Elinde rakı kadehi Amaç, beni tartışmaya çekmekti. Kazara bir fikir beyan edecek olsam, daha ikinci cümlemde Her şeyi çarpıtıyordu. Karşısındaki herkesi salak ve kendisini baş edilemez bir tartışma ustası olarak görüyordu besbelli. Artık sinirlenmeye ve sesimi sertleştirmeye başlamıştım ona karşı. Aradaki 30 yaş farka aldırmayıp Her seferinde İstanbul Efendisi ile kalıcı dostluğumuza gölge düşüren asıl sorunun, ondaki kendine dönüklük ve meslekî deformasyon olduğunu, saygısız ve şımarık davrandığını ve eğer ilgi odağı kendisinden başka bir noktaya yönelirse ya da her söylediğine Günün birinde çenemi tutamayıp yüzüne karşı söyleyiverdim bunu. Sıkı bir kavga koptu. Geri adım atmadım, döktüm eteğimdeki taşları. Yaş farkını falan bir tarafa bırakıp, ne düşünüyorsam açıkça söyledim. Sonunda tartışmalar adam akıllı sertleşti ve kalkıp gittim. Bir daha da hiç uğramadım oraya. Sildim defterimden İstanbul Efendisi'ni. Taa ki münzevî kardeşi alkolden ve mutsuzluktan ölene kadar. * * * Geçen yaz bir gün ortak bir tanıdıktan e-posta geldi; Kimin sözüydü unuttum ama Birkaç yıldır ne arıyor ne semtine uğruyordum İstanbul Efendisi'nin. Her davetinde bir bahane uydurmuş ve gitmemiştim. Sonunda o da vazgeçmişti abanmaktan. Kurtulmuştum. Ama ortada bir cenaze vardı o gün, daha fazla katı davranamadım. Telefon ettim, başsağlığı diledim. Ertesi gün de kalktım cenazeye gittim. Yakınları bir bir ölüyordu. Yapayalnız kalmıştı artık. Yaşı seksene dayanmıştı. Onca yıllık dostluğu lüzumsuz bir O semte uğramadığım yıllarda, tanıdığı yazarlardan biri onun 70 küsur yıllık anılarını kitaplaştırmış, görüşlerimi almak için beni de aramıştı. Bir bahane uydurmuş, görüş bildirmekten kaçınmıştım. Ne diyecektim ki? Malum, şimdi entel-magazin biyografiler moda. Dedikodu, her mevsimin turfanda sebzesi. Kitabını peynir ekmek gibi sattırır. Magazin-biyografi yayınlanınca gördüm ki, bendeniz de, hiç değilse üç beş paragraflığına da olsa, çamur atılabilecek kadar meşhur biriymişim. * * * Dedim ya, ömrünün son yıllarında topyekûn dedikodu hulâsası yayınlayıp içinin kirini boşaltmak moda. İstanbul Efendisi, pislik attıkları arasında benim de olduğum biyografisini adıma imzalamış, hediye etti. Bir solukta okudum. Efendim, pek hırçınmışım ve alınganmışım, alttan alta satılmışın teki olduğumu düşünüyor, buluttan nem kapıyor, Onunla aramızda geçen iç daraltan dalaşmaların içeriğinden, meşhurlara ve seçkinlere düşkünlüğünden, ısrarla davet ettiği konuklarına karşı takındığı saygısız şımarık tavrından, hem elâlemin sofra kültürünü küçümseyip hem de yemek masasında Bana gelince… Hayat bu, belki de aynen iddia ettiği gibi biriyimdir. Hatta belki onun zannettiğinden kat be kat sefilimdir. Peki ama muhterem, hani nerede yukarıda zikrettiğim çatışma ve kopma nedenleri? Niçin zatıalînizi defterden sildiğimi ve artık semtinize uğramadığımı anlatmadınız yazara? Niçin kendinizle yüzleşmediniz? Niçin kitabınızı ithaf ettiğiniz o genç arkadaşlarınızın tamamının aslında benim arkadaşlarım olduğunu, sizi özel şoförünüzmüş gibi arabasına atıp gezdiren, saygı gösteren, hastalandığınızda tedavi eden o çocukların hem arkasından konuşup hem de davetlerine icabet ettiğinizi, bencilliğinizi, saygısızlığınızı, iki yüzlülüğünüzü, bu huylarınız yüzünden etrafınızı çölleştirmiş olduğunuzu sakladınız? Onlar yok. Hepsi hasır altı edilmiş. İstanbul Efendisi yalnızca kendini haklı çıkaracağını sandığı malzemelerden bir kolaj hazırlayıp, daha bir sürü tanınmış kişi gibi bendenizi de alafranga cemaatin meyhane masası dedikodularına havale etmiş. Ama ben bu çiğliği yapmamaya özen gösteriyorum. Bu yazıda onun şeceresini değil karakterini anlattım sadece. Bu da benim -cemaat havuzuna değil- tarihin denizine bıraktığım belge. İçinde bir sürü Dilerim bundan sonra dostlarımı daha titizlenerek seçerim. Dilerim bir daha hiç böyle ağzımda metal tadı bırakan bir kopuş yazısı yazmak zorunda kalmam. Bu arada; doğrudur, bendeniz otodidaktım. Bunun ne sakıncası var bilemiyorum ama öyleyim. Ezberden değil el yordamıyla yaşıyorum. Her gün bir şey öğrenmekten ve öğrendiklerimi başkalarına da aktarmaktan haz duyuyorum. Öğrenmenin yaşı yoktur derler, yıllar yılı içime attığım ama bu yaşıma kadar farkına varmadığım birçok Diğer yandan, biliyoruz, diploma çok mühim bir şeydir; onsuz, kalabalıktaki herhangi biri olanlar için. Özellikle de yapay boyaların döküldüğü noktada joker olarak kullanmak, hınç çıkarmak açısından, çok mühimdir. Ama bazen insanlar seksenine merdiven dayadığı halde, hem de pek önemsediği, maarif vekâletinden verilmiş meslek diplomasına rağmen, aslında kadim bir imtihan yeri olan bu dünyada pişemeden gelip geçiverirler. Böyleleri için şöyle der Bu şahsiyetle daha çoook döner o, Samsara çarkında! Gene bekleriz… Eskiden böyle antika insanlarla tanışınca gırgır olsun diye Seyit Balkuv - 27 Mart 2008 (09:54) Yazıyı okurken şunları düşündüm: Acaba sizin en güzel yazılarınızı yazmanıza sebep olan bu Beyaz Türk'ün bu yazılardan haberi var mıdır? Ya da diyelim, tesadüfen birileri ona okutmuş olsaydı kendi üzerine alınır mıydı? Bence o kişiye teşekkür borçlusunuz. Sizin (bir biçimde) mürşidiniz olmuş. Suzan Balıkçıoğlu - 25 Aralık 2008 (17:25) Necdet Şen neler yazdı?
Aile
AKP
Ali Türkan
Amerika
Araba
Aydın
Beslenme
Bilim
Cem Karaca
Cehalet
CHP
Cinsellik
Çevre
Çizgi Roman
Çocuk
Demokrasi
Deprem
Derkenar
Devlet
Dil
Distopya
Edebiyat
Eğitim
Ekonomi
Erkek
Fanatizm
Felsefe
Feminizm
Gençlik
Hayat
Hayvanlar
Hoyratlık
Hukuk
İnternet
İslâm
Kadın
Kapitalizm
Kedi
Kemalizm
Kent
Kitap
Kişilik
Komplo
Konut
Kültür
Kürtler
Mavra
Medya
Mektup
Meslek
Militarizm
Milliyetçilik
Mizah
Modernite
Müzik
Necdet Şen
Nefret
Nostalji
Pazarlama
Polemik
Portreler
Psikoloji
Reklam
Safsata
Sağlık
Sanat
Savaş
Sevgi
Seyahat
Sinema
Siyaset
Spor
Şiir
Tarih
Teknoloji
Telefon
Televizyon
Terör
Toplum
Tutunamayanlar
Vicdan
Yazmak
Yalnızlık
Yaşlılık
Yergi
YoksullukMuhterem insanlar arasında
İstanbul Efendisi
derler ya, onlardandı işte.Türkiye'nin resmî dili ne olsun?
dendiğinde, düşünülüp taşınılıp en melezleşmemiş lehçenin İstanbul kadınlarının lehçesi olduğuna karar verilmiş ve resmî ağız olarak onların konuşma şekli temel alınmış ya, işte bu muhterem dostum öyle konuşurdu.yapıciim, ediciim
diye, onun gibi…konuğunu da al gel
der, peki
yanıtını alana kadar da ısrarından geri adım atmazdı.görünmez adam
muamelesi yapardı arkadaşlarıma. Sadece beni muhatap alır, her sözünü bana bakarak söyler, sanki orada sadece ikimiz varmışız, baş başa sohbet ediyormuşuz gibi davranırdı. Yanımda getirdiğim konuğum çoğu zaman işlemediği bir taksiratın bedelini öder gibi dışlanır, bütün gece azap çekerdi. Bu durumdan pek tedirgin olduğum için, diğerlerini de muhatap alsın diye o konuşurken başka tarafa bakardım bazen.seçkin
ölçütlerine uygun bulmadığı insanlarla teşriki mesai yapmaktan pek hoşlanmıyordu sanırım. Beni her nasılsa mühimsemişti ama diğerlerini bu şerefe lâyık bulmuyordu.taşralılık kokuyor
du, kiminin aksanı bozuk
tu, kimi ham
idi, kimi giyinmesini bilmiyor
du, kiminin nişanlısı çirkin
di. En yakın dostlar bile kapıdan çıkar çıkmaz çekiştiriliyordu.sen dedikoduyu pek sevmezsin ama…
diyerek başlatılmaya, daha sonra da diğerleriyle benim aleyhimde yapılmaya başlandı.Dünyanın merkezinden canlı yayın
dostlarımı
bir bir gözden geçirmeli, bazı hoyratça kullanılmış manevî kredileri de iptal etmeliydim.Seçkin bir insanın birey olarak portresi
birey
oluşundan, bizim toplumun hiç bir şeyi yuhalamamasının da bu milletin sürü
oluşundan kaynaklandığını söylediğinde kendime engel olamayıp ama…
diyecek oldum… Ve hiddetli bir ses tonuyla itirazım ağzıma tıkıldı. Tabii ki beğenilmeyen bir eseri yuhalamak çağdaşlıktı… Ben toydum, bunu öğrenememiştim.naif
im demek ki.zevksizliği
üzerine konuşurken, yine ama
diye itiraz edecek oldum ve yine paylandım.bu barbar millet denizleri kirletiyor!
diye yorum yapıyordu ki, dayanamadım, kendisinin de vapurdan inerken koskoca gazeteyi tutup denize fırlattığını hatırlatıverdim. Önce yok öyle bir şey
dedi, sonra canım, o gazete değildi ki, broşürdü
diye çevirdi.efendim, rahim dediğimiz şey, dölyatağının sonunda bulunan ve dölyatağına açı teşkil eden girişi dar bir keseciktir; döllenmeden sonra bebek onun içinde oluşan plasentada büyür ve doğum anında patlayan plasentadan dölyatağı boyunca dışarı kayar
diye bir şeyler açıklamaya çalıştım.ben kadınım, benden iyi mi bileceksin, rahim denen şey bizzat karın boşluğudur, bebek bağırsakların arasında büyür ve sezaryen sırasında karın yarılıp bebek alınır!
dedi.peki
dedim sustum.oradaki a harfini uzatacaksın, şuradaki e harfini büzeceksin
türü diksiyon derslerinin bir yerinde dayanamayıp, siz de soğana sovan diyorsunuz ve kimse size Türkçe dersi vermeye kalkışmıyor
deyiverdim.Tabii ki öyle derim, ona sovan denir!
diye çıkıştı dostum.Onun doğrusu soğan'dır efendim
dedim.Hayır sovan!
dedi yine.çocuk haklıymış, burada soğan yazıyor
dedi.Hayır sovan, o sözlük yanlış yazmış!
dedi İstanbul Efendisi.Burada da soğan yazıyor, o değil, biz yanlış biliyormuşuz
dedi.hayır sovan, o ansiklopedi de yanlış!
diye inat etti yaşlı dostum.sovan
ın soğan olduğu konusunda ikna etmek mümkün olamadı.sovan
konusunu anımsatınca, ben eskiden beri hep soğan derim, uydurma bakiim!
dedi çıktı işin içinden.Hep
mış gibi
yaparak geçirilen uzun bir hayatgörmüş geçirmiş
dostum, memleketteki neredeyse bütün eski tüfeklerle ahbaplık etmiş, kimileriyle bir şeyler
yaşamış, adlarını gazetelerde kitaplarda falan gördüğümüz büyük sanatçılarla, filozoflarla, siyasetçilerle mâ'aile görüşmüş, efsane gibi dinlediğimiz bazı tarihsel olayların kıyısında köşesinde bulunmuştu. Kısacası anlatacak çok şeyi olan hoş sohbet bir insandı.eve iş getirme
huyu tahammül ötesiydi. Duygusal olarak ergenlik çağında takılıp kalmış olan insanlara özgü didişme illetinden muzdaripti İstanbul Efendisi.Allah
mı? Aaa, ne kadar banal bir sözcük ayol!niyet tavşanı
diye de adlandırdığım entel
prototipini ve bu memleketin karın ağrısı olarak gördüğüm Beyaz Türk'ü idrak ettiğim ve tanımladığım canlı bir laboratuvar ortamı oluşturdular farkında olmadan. Onlarla bir dönem bu kadar sık görüşmüş olmak, ister istemez kendi ezberletilmiş değerlerime de farklı bir açıdan bakmamı ve birer asalet sembolü gibi yanları sıra taşıdıkları çağdaşlık, demokratlık
söyleminin ardında sırıtan maskelenmiş despotizmi keşfetmeme olanak sağladı.kurtarıcı
rolü biçmişti. Ama kurtarmaya kalkıştıkları işçi sınıfını hakir gören bir tavır içindeydiler.devrimci
sayıyordu. Ve yine gel gör ki, eğer hasbelkader onların alafranga aşireti iktidar kavgasını kazanmış olsaydı, her halde Fransız Riviyerasından ya da İsviçre Alplerinden piyano çalan, füg dinleyen, dilimizi Fransız aksanıyla konuşan kültürlü
işçiler ithal etmemiz gerekecekti.bu şeriatçılar seçimi kazanacaksa askerler darbe yapsın daha iyi
dediğini duyduğumda da pek şaşırmadım.Şeriatçı
dediklerinin ne kadar fundamentalist ya da ne kadar ekmek ve hak peşindeki baldırı çıplak olduklarını fazlaca eşelemeye gerek görmüyor, koskoca İslâmî kültürü sadece ilkel
bir eğilip kalkma
mankafalılığı olarak değerlendiriyor, Doğu kültürünü, Çin ve Hint felsefesini, Tasavvufu zerrece merak etmiyor ve uygarlık
dediği şeyi Avrupa (daha doğrusu Hıristiyan) değerleriyle bir tutuyordu.Kuyruk acısı, diploma, eziklik
şeriatçı-lâik
kutuplaşmasının hesaplı yapaylığına değindiğim ve bu yüzden Jakoben-Kemalist gazetenin patron aşığı şirret yazarları tarafından küfür sağanağına tutulduğum günlerde gıyabımda necdet'in o gazeteden kovulduğu için kuyruk acısı var, ondan eleştiriyor
dediğini duydum bir gün…emir kulu değilim; bir karikatürist olarak yanlış bulduğum şeyi hicvederim, gazete yönetimine şirin gözükeyim diye yazıp çizdiklerimi değiştirmem
dediğimi ve o gazetedeki köşemi korumak adına kendi kalemimi frenlemeyi reddettiğimi en yakından bilen kişi olduğu halde bu kadar kolay yalan söyleyebilen kişi gönlümden siliniverdi.eee söyle bakalım, en son siyasî gelişmeler hakkında ne düşünüyorsun?
diye konuyu açıyordu.hayır yanılıyorsun, öyle değil böyle
diye zıtlaşmaya başlıyor ve ne desem tersinin doğru olduğunda diretiyordu. O nedenle valla bilmem ki, zaten gazete okumuyorum
falan diye soruyu geçiştirmeye çalışıyor, ama yine de tuzağa düşüyordum. Bir biçimde polemiğe dönüştürebileceği bir cümlecik kaçırıveriyordum ağzımdan.siz karşınızdaki kişiyi hiç dinlemiyor ve anlamak için değil haklı çıkmak için konuşuyorsunuz, bu artık sizin huyunuz olmuş!
diye çıkışıyordum.bir daha bu evden içeri adımımı atmayacağım, bu insanla bir daha asla görüşmeyeceğim!
diye öfkeden köpürerek orayı terk ediyor, günlerce sinirimden hop oturup hop kalkıyor, sonra yine ısrarlı davetler karşısında yumuşuyor, giderek seyrekleşerek de olsa kendimi yine o Sarayburnu'na bakan manzaralı balkonda iddiacı ihtiyarın karşısında sinir bozucu bir tartışmanın içinde buluyordum.peki
diye baş sallamayan birisine rastlarsa, sohbeti tartışmaya dönüştürüp, muhatabının sözünü ağzına tıkmak gibi bir çocukluk yaptığını ve bu hatasını asla görmek istemediğini düşünüyordum.Eski tas eski hamam
dostumuz M…'yı kaybettik, cenazesi yarın şu camiden kalkıyor
diye.ölümün olduğu bir dünyada daha ciddi ne olabilir?
gibi veciz bir cümle kalmış aklımda.şeriat-lâiklik
tartışması ve bundan sonra değişmesi imkânsız çarpıtma huyu yüzünden bitirmeye kıyamamıştım sanırım. Konaklarda dadılarla halayıklarla büyütülmüş, ilerlemiş yaşına rağmen şımarık paşa torunu tavırlarını aşamamış, buluğ çağının kendine dönüklüğünde takılıp kalmış şu yaşlı insana böylesine bir defterden silme cezasının biraz acımasız olduğunu düşündüm belki. Cenaze töreninden sonra kendimi gene aynı balkonda, aynı sandalyede, ama neyse ki siyaset tartışmadan ve kan beynime sıçramadan otururken buldum.Hayatını yazdığınız kişiyi biraz çiğ buluyorum; şu yaşına gelmiş ama durulamamış, hâlâ ergenlik çağındaki gençler gibi didişerek tatmin arayan sıkıcı biri
mi deseydim? Kim kendi biyografisinde böyle bir yorum okumak ister?Ben bütün meşhurları tanırım, onların gizli sırlarını bilirim
cümlesinden yola çıkıp, ne kadar meyhane dedikodusu varsa ortaya döker, herkesi çekiştirir, ama kendi ayıplarından tek kelime söz etmezsin.Bizim evin bilgili, yetenekli, hırçın çocuğu…
vay, sen bana ördek mi dedin?
diye maraza çıkarıyormuşum. Dahası, belli etmiyormuşum ama diplomasızlığın ezikliği içinde kıvranıyormuşum. Biz oto-didakt
lar böyle olurmuşuz. Eylülist dönem başka seçenek tanımadığı için o işleri
yapan ama gizlice suçluluk duyan biriymişim…horrrk!
diye burun sümkürmesinden, en samimi arkadaşı bile evden çıkar çıkmaz arkasından çekiştirmesinden, bağnazlığından, cehaletinden, bilmediği şeyleri biliyormuş gibi yapmasından, demokrasiye inançsızlığından, hakir gördüğü halkın değerlerine karşı beslediği düşmanca duygulardan ve bütün bunlara karşı bende oluşan ikrah duygusu nedeniyle artık davetlerini reddedip semtine uğramadığımdan, onu arkadaşlıktan sildiğimden hiç söz etmemiş. Bunun yerine biyografinin yazarının da fark ettiği gibi, kendisini kıran kişilere kara çalma
huyunun gereğini yapmış.meşhur
adı geçmediği için magazin değeri pek yok. Ama belki karınca kararınca bir insan portresi çizmeyi başarmışımdır.ezikliğim
de olabilir. Niye olmasın ki? Varsa henüz keşfedemediğim bir şeyler, onları da er geç öğrenirim. Ertesi gün de okurlarım öğrenir.diplomasız
Hint:Yorumlar
gelecek hayatında dünyaya bamya olarak gelecek
derdik. O belki soğan olarak gelir:)
Necdet Şenin Bacısı gibi
(14 Ağustos 2015)
Çatlak
hayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
mal
mı can
mı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…
(28 Ağustos 2008)gıcık olduğunu
söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!
(14 Temmuz 2008)Dünyadan bîhaber kabileler
ve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş Al
Holding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötü
nün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman
(21 Temmuz 2003)yazar
haaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım
(29 Eylül 2002)çatlak
mı? (18 Ağustos 2002)huysuz
geliyor! (30 Temmuz 2002)Ofis basması
yıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)halk anlamaz
safsatası (28 Mart 2002)Şişman
lar ve şişmanlara düşman
lar (23 Mart 2002)Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene
(11 Şubat 2002)Film Gibi
(1 Şubat 2002)
yobaz
a karşı (5 Kasım 2001)Bana onun kellesini getirin!
(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz
(7 Ekim 1989)
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.