Patronsuz Medya

Kara Ütopya: Mutluluk Adası'nın tanrı insanları

Necdet Şen - 13 Ekim 2001  


Uykuyla uyanıklık arasındaki o ince, kırılgan sınırda, bilincimin alacakaranlık kuşağında, düş mü hakikat mi olduğunu anlayamadığım bir dünya gördüm. Kime benzediğini tam olarak seçemediğim biri, karşımda dikilmiş, sakin bir ses tonuyla bir öykü anlatıyordu.

Ben de öykünün içindeydim.

Ne zamanın dünyasıydı bilemiyorum, yakın ya da uzak gelecekteydik, artık insanlık birbirinden kopuk iki yabancı adada yaşıyordu.

Yaşadığımız dünyada daha şimdiden var olan ve toz duman arasında açıkça seçemediğimiz dev bir çatlak daha da büyümüş, yer kabuğu ikiye ayrılmış, iki ayrı ada halinde okyanuslarda yüzmeye başlamıştı.

İnsanlığın sayıca az ama şanslı bir bölümü bu kopan ve birbirinden hızla uzaklaşan adalardan birinde, talihsiz yoksul çoğunluk ise daha geniş bir alana yayılmış olan ana karada kalakalmıştı.

Küçük bir azınlığın yaşadığı Mutluluk Adası'ndaki insanlar ne çok şeye sahipti: Barış, demokrasi, ileri teknoloji, herkes için sınırsız zenginlik, ada halkının hayatını kolaylaştırmak için işe koşulmuş irili ufaklı robotlar, güzel sanatlarla iştigal edilerek geçirilen bol bol boş vakit, halka açık alanlarda bedava konserler veren filarmoni orkestraları, yaşamın gustosunu ıskalamayacak kalitedeki toplum ortalaması, incelmiş zevk, fransızca yemek adları, filozoflardan alıntılar, önündeki tüm ahlâkî engeller kaldırılmış özgür seks, kentlerin üstünde oluşturulmuş görünmez kubbelerin içinde solunabilir -olabilecek atmosferlerin en güzeli olan- temiz hava karışımı, her dem bahar ve her dem çiçek kokuları, kuş cıvıltıları, bacasız, temiz sanayi, sokaklarda karşılaştıkları tanıdık tanımadık herkese "bonjur, iyi günler, bay bay" diyen zarif insanlar, pırıl pırıl sular, robot işçiler tarafından temiz tutulan kentler, hormonsuz, sağlıklı yiyecekler; kısacası tüm dünyevî ve ruhanî zevkler ve bu zevklere ve refaha sınırsız ulaşma olanağı…

* * *

Diğer adada (yani ana karada) bunların hiç biri yoktu:

O adada, tepesindeki atmosferde incele incele sucuk zarına dönüşmüş olan ozon tabakası nedeniyle güneşin zararlı mor ötesi ışınlarından korunamayan, kirlenmiş sularını arıtamayan, asit yağmurlarıyla çölleşmiş toprağından verimli hasat elde edebilecek olanaklara sahip olmayan, kabile savaşları ve hastalıklar yüzünden kitleler halinde telef olan, yoksul, eğitimsiz, yarı aç, yarı vahşi, nüfusta bir kaydı olduğu bile şüpheli, sayılamayacak kadar çok insan gördüm.

Yoksulluk Adası diye bilinen bu uçsuz bucaksız ana karanın sakinleri, mutlu insanların adasındaki müreffeh ve soylu azınlığın nasıl yaşadığını, filmlerde, televizyonda, gazetelerin magazin eklerinde, hatta haber sayfalarında görüyor, ama o adaya ne yüzerek, ne uçarak, ne de ışınlanarak ulaşma olanağını bulabiliyorlardı.

Mutsuz çoğunluğun adasında hüküm süren ve gün geçtikçe ağırlığını daha da hissettiren derin sefalet, zaten sınırlı olan doğal kaynakların oradaki herkese yetmemesine ve bunun sonucunda gün be gün azalan oksijen için, bir yudum temiz su için, bir lokma ekmek için birbirini gırtlaklayan insan öbeklerinin arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen çatışmalar o cehennemî ortamı daha da beter bir cehenneme dönüştürüyordu.

Yoksulluk Adası sakinleri erdem kelimesinin anlamını biliyor ama bu zengin idealine ulaşacak koşullara sahip olamadıkları için suçluluk duygusuyla yaşıyor ve suçluluk duygusuyla ölüyorlardı.

Hayatta kalabilme şansını artırabilmek için, gençler mevcut çetelerden birine yamanmaya çalışıyor, çetelere giremeyecek kadar kibar ve kırılgan olanlar, kısa zamanda alta düşüyor, hayatta kalma şansını hepten yitiriyorlardı.

Adına Devlet denen antikalaşmış hükmetme aygıtları varlıklarını fiilen sürdürse bile, onların içini de kısa zamanda bu çetelerden biri ele geçiriyor, bazen çeteler arasında bölgeler paylaşılıyor, bazen de bölge savaşları yüzünden çeteler birbirini kırıyor, boşalan alanı hemen yeni bir çete dolduruyordu.

Ama ne çeteler, ne de hiç bir çeteye yamanamayan sıradan insanlar, yakalarına yapışmış olan açlık, hastalık, terör belâsından tam anlamıyla paçayı sıyırma şansına sahip olabiliyordu. Yoksulluk Adası, denizin diğer tarafında geceleri pırıl pırıl yansıyan ışıklarını izledikleri Mutluluk Adası'ndaki üst insanların sahip oldukları gelişmiş bilgi teknolojisi sayesinde, artık ihtiyaç duyulmayan kol gücü ve el emeğinden başka hiç bir sermayesi olmayan -ve bu sebeple modern zamanlar münevverinin pembe ütopyasında yer alma şansını yakalayamamış- vasıfsız insanlardan oluşan nüfusuyla, gayrı resmî kayıtlarda "İşsizler Adası" olarak da anılıyordu.

Onlar, yoksul ailelerin çocukları oldukları için kolejlerde okuyamamış, iyi beslenemedikleri için zeki ve güzel olma fırsatını yakalayamamış, bu fırsatı yakalayamadıkları için, iki adanın arasındaki derin çatlağın henüz tümüyle aşılmaz olmadığı zamanlarda o adadan diğerine atlama becerisini ve azmini gösterememiş, eleğin altında kalmış insanların ikinci üçüncü kuşaktan çocukları ve torunlarıydılar. Yoksulluk onları daha da çirkinleştirmiş, daha da aptal -en azından cahil ve dar görüşlü- yapmıştı.

Dişleri çürüdüğünde dişçiye, saçları döküldüğünde perukçuya, çükleri pörsüdüğünde viagracıya gidebilecek parasal olanaklardan yoksun olanlar, zekâ ve güzelliğin temel seçilme kodlarına dönüştüğü fetişist toplumda daha ilk turda elenmekten kurtulamamışlardı.

Yoksulluk Adası'nın talihsiz halkları arasında dünün yönetici ve aristokratlarının torunlarına, hatta emekli generallere, profesörlere, eski milletvekillerine bile rastlanabiliyordu az da olsa. Onlar, ekonomik yönden pek rantabl sayılamayacak vicdan denen zaaf ile malûl oldukları için, ne olduğunu bile anlamaya fırsat bulamadan Yoksullar Adası'nda almışlardı soluğu.

Gayrı resmî tarihçiler, 21. yüzyılın uzlaşmaz çelişkisinin artık Marx'ın iddia ettiği gibi Burjuvazi ile Proletarya arasında değil, Çalışanlar ile İşsizler arasında, bir başka deyişle, Ayrıcalıklılar ile Tutunamayanlar arasında yaşandığını, insandan -ve insanî değerlerden- bağımsız gelişen teknolojinin, dünün burjuvaları olan üretim araçlarının sahiplerine, artık işçisiz -ya da minimum düzeyde işçili- bir "steril" toplumda yaşama fırsatını tanıdığına işaret ediyor.

Aynı tarihçiler, Toplum Mühendisleri'nin önceleri bu atık değeri (ekonomik kıymeti harbiyeden yoksun işsiz sürülerini) sadece fabrikalardan, ofislerden, tarlalardan, kısacası, üretim alanlarından dışarı sürmekle yetinirken, daha sonraları bu "faydasız" kuru kalabalığın kısıtlı doğal kaynakları boşu boşuna tüketmekten başka bir halta yaramadığı kanaatine varıp, nüfuslarını azaltma kararı aldıklarını ve bunu açıktan açığa ilân edip bu ahmak kalabalığın öfkesini üzerlerine çekmektense, dahice olmasa bile uzun vadede epeyce etkili sayılabilecek bir nüfus planlama yöntemine başvurduklarını anlatırlar.

Bu yöntem "bırakınız gebersinler, bırakınız birbirlerini yesinler" veciz cümlesiyle özetlenebilir.

Yani, Yoksullar (diğer adıyla Vasıfsızlar) adasının sakinleri arasındaki savaş ve çatışmalara bazen onlara silâh satıp son kuruşlarını da "ekonomik dolaşıma sokarak", bazen bir tarafın lehine olaya müdahil olarak, bazen "adalet" adına bir cemaati ya da milleti toptan kırarak, bazen birbirine kırdırarak, bazen salgın hastalıkları, açlıktan telef olmaları görmezlikten gelerek, çoğu zaman doğal afetlerden büyük zarar görmelerine seyirci kalarak, hatta bazen -bir rivayete göre- başlarına bizzat salgın hastalıklar musallat ederek, dünyayı lüzumsuz yoksullardan hızla arındırma projesini uygulamaya koydular.

Eski bilgelerden kalan ve her nasılsa onca kıyımdan kurtulmayı başarıp bugüne ulaşabilmiş anıtlar, yazıtlar ve nasihatnamelerle binlerce yıl uzaktan bugünün insanına söylenen kadim sözlerde neden ısrarla tufan ve kıyamet temalarının işlendiğini sorgulamasın diye, aydınların önüne tüm enerjileriyle odaklanacakları yapay gündemler icat eden kurnaz "gündem yapıcılar" yetiştirdi üst sınıf, der bu aykırı tarihçiler.

* * *

Mutluluk Adası ile Yoksulluk Adası, birbirinden bir günde kopmadı. Daha iki adanın tek bir kara parçası olduğu günlerde bile, yoksul semtlerin ve kentlerin ortalarında ya da kenarlarında, yüksek duvarlarla ve dikenli tellerle, elektronik gözlerle korunmaya alınmış, kapısında silâhlı nöbetçiler bekleyen zengin gettoları oluşmuştu. Toplumun ezici çoğunluğu yoksulluğa doğru hızla kayarken, küçük bir azınlığın herkesin gözüne baka baka tüm toplumsal kaynakların üzerine oturduğu o günlerde her kepazeliğe bir kılıf bulup, her talanı toplumsal akla uyduran zihin kirleticiler vardı. Onları zihniyet önderi olarak benimseyen, bu paraya boğulmuş akıl danelerine kulak kabartarak ve onların yalanlarını papağan gibi tekrarlayan ve kendi yaklaşan felâketlerini hızlandıran dünün ahmak kalabalığı, bugünün Yoksulluk Adası sakinlerinin ataları oldular.

İki kara parçası birbirinden çatırtıyla ayrılırken, onlar bu kulak tırmalayan sesi işitmek yerine "öteki dünya" diye bir şeyin olup olmadığını tartışıyorlardı.

Köleler hangi dine inanırsa inansınlar, Beyaz Adam'ın gözünde her zaman kâfir ve putperest olarak kaldıklarını anlayamamıştılar. Günde beş vakit kendilerine "Batılıyım" diye tekrarlaya tekrarlaya buna sahiden de inanmışlardı. Oysa bilgi toplumu güzellemesinin ardında yatan kakofoniyi ve teknoloji fetişizmini sezinleyebilseler, kendi yokoluş fermanlarına bu kadar hararetle alkış tutmayabilirlerdi.

Bilginin software ve hardware terimlerine indirgenmeyecek kadar köklü bir gelenek olduğunu, 46 yaşındaki Bill Gates'in 2600 yaşındaki Buda, 3600 yaşındaki Homeros ve 5000 yaşındaki Gılgamış'la yarışamayacağını, illâ aşağılık kompleksine kapılması gereken birileri varsa, onların günümüzün putperestleri, yani paraya tapanlar olması gerektiğini, sağduyulu emekçilerin bu firavunun (Kapitalizm'in) sfenksine taş taşımayı, bu piramidin tabanına moloz niyetine serilmeyi reddetmesi gerektiğini bilemediler.

Pangloss'dan yüzyıllar sonra onun koruk felsefesinin yeni bir sürümünü güncel bir söylemle bir kez daha gözümüze sokan Fukuyama'ya "ağır ol bakalım" diyebilen aklı başında düşünce akımı çıkamadığı için, bugün Yoksulluk Adası'nın halkı atalarının ahmaklığının bedelini, açlık, hastalık, savaşlar ve kitlesel ölümlerle ödüyor.

* * *

Mutluluk Adası sakinlerine gelince; onlar sahiden de pek mutlu… Yiyor, içiyor, sevişiyor, güzel besteler, harika tablolar, muazzam heykeller yapıyor, her gün yeni icatlarla uygarlıklarını daha da üst düzeylere yükseltiyorlar. İçlerinde en akıllı ve saygın olanları, artık uzayın talan edilmesi yarışında da ön saflarda yer alıyor. Ay Üssü Alfa'dan yola çıkan inter-galaktik gemiler, Jüpiter ve Satürn'den ganimet taşıyor.

O adada hüküm süren barış ve demokrasi parmak ısırtacak güzellikte. Beyaz eldivenli robotlar efendilerine martini ve havyar sunuyor.

Sanmayın ki, Mutluluk Adası sakinleri, ana karada tutsak kalmış, kitleler halinde kırılan eski türdeşleri için vicdan azabı çekiyor. Böyle olduğunu zanneden varsa, fena halde yanılır. Onların umurunda bile değilsiniz ey yoksul çoğunluk. Onlar sizin APTAL ve KÖTÜ olduğunuza yürekten inanmış bir kez. Bunun için çok sayıda akla yatkın kuramları var.

En azından kendi akıllarına yatan kuramlar.

Artık sizi ikna etmek gibi bir sorunları yok.

Sanmayın ki uykuları kaçıyor. Hayır, uykuları kaçan sizsiniz, kulağınızda vızıldayan sivrisineklerden ya da sinekler gibi tepenizde uçuşan bombalar ve roketler yüzünden.

Bu roketler Mutluluk Adası'ndan gönderiliyor.

Yok, hayır, sizinle hiç bir şahsî meseleleri yok. Dünyaya yeni bir düzen veriyorlar.

Sizi bu dünyanın kahrından kurtarmak istediklerine, melekler kadar İYİ ve tanrılar kadar HAKLI olduklarına yürekten inanıyorlar.

Sizin şeytan olduğunuza kanaat getirmişler bir kere. Siz kabul edin etmeyin, onlar bunu iyilik ve adalet adına yapıyorlar.

Sahiden inanıyorlar mı?

Ee, şey… Neden olmasın? Dedim ya, artık sizi ikna etmek gibi bir sorunları yok; sadece kendilerini ikna etseler yeter.

Ah, bir kulak verebilseniz onların seçkin toplantılardaki düzeyli sohbetlerine: Siz açlık ve hastalıkla pençeleşen, bir lokma için toprağı tırmalayan insanların nasıl ilkel ve nasıl tahılla beslenip kol kalınlığında dışkılayan, kendi padişahlarını boğazlayan, yaşamın gustosunu ıskalayan, değersiz, lüzumsuz, barbar insan müsveddeleri, nakıs ipsilonlar olduğunuz konusundaki yerleşmiş kanaatlerini, bir öğrenebilseniz, kâinattaki tek hakikatin onlar gibi düşünmek ve kendi hayatınıza onların penceresinden bakmak olduğunu; sizin bu dünyada fuzulî yer işgal ettiğinizi anlar, kendinizi gidip uçurumlardan aşağı atasınız gelirdi.

Bir bilseydiniz inancınızın aslında afyon ve onların inançsızlığının bilinç olduğunu, bir bilseydiniz çaresizliğinizin görgüsüzlük açlığınızın aç gözlülük, binlerce yılda oluşmuş kültürünüzün ilkellik olduğunu, o saat kendinizden iğrenir, ineğinizi, kamyonetinizi, gecekondunuzu elden çıkarır, ne yapar eder evlerinize birer kuyruklu piyano alır ve açlığınızı konçerto ve füg besteleyerek dindirmeye çalışırdınız.

Siz, kara kafalı yoksul çoğunluk, tebdili kıyafet gezinen emperyalizmin indirdiği ayetlere kulaklarınızı tıkadığınız ve çocuklarınıza birinci sperm olmayı öğretemediğiniz için eleğin altına döküldünüz. Sizler geleceğin allâme-i cihan'larını yetiştirme yarışında diğer anne ve babalardan geri kaldığınız, çocuklarınıza rekabetin erdemini değil, modası geçmiş dayanışmayı öğrettiğiniz için, evlâtlarınızı yarının mutlu vicdansızlarını barındıran ayrıcalıklı adaya gönderemediniz.

Gelecek kuşakları, evlât ve torunlarınızı, her şeyi, yani evrendeki herkese ait olan her şeyi, sadece kendisi için isteyen zıvanadan çıkmış dev bir mideye dönüştüremediğiniz için suçlusunuz!

Suçlu? Suç?

* * *

Söylevin tam burasında, dışarıda vikviklemeye başlayan bir otomobil alarmının sesiyle uykuyla uyanıklık arasındaki alacakaranlık kuşağından sıyrıldım.

Suçluluk hissediyordum.

Hep öyle hissederim zaten.

Yukarıdaki uzun söylevi kulağıma fısıldayan ses kime aitti, bilemiyorum.

Mutluluk Adası ve Yoksulluk Adası diye bir şey hiç olmuş muydu? Ya da olacak mıydı? Onu da bilemiyorum.

Kalktım, yüzümü yıkadım. Kendime sert bir kahve yaptım.

Galiba bu günlerde bilgisayar ekranına fazla gözümü dikmiş, biraz fazla radyasyona maruz kalmış olmalıyım.

* * *

Pencereye gidip dışarı baktım. Toprakta çatlak filân yoktu. Apartmanın otoparkı hava atmak için satın alınan ama kullanılmayan otomobillerle doluydu, güzelim pazar gününü kursta geçiren ilkokul çağındaki çocuklar, ellerinde devasa poşetlerle grosmarketlerden gelen anne ve babalarına parayla öpücük satıyorlardı.

Üst katlardaki açık bir televizyonun sesini duydum; "daha fazlasını iste" diyordu bir reklam sloganı ve karşı apartmandaki Bonusgiller yine bir yerlere seğirtiyordu.

Her şey olağandı yani… Her şey yolundaydı.

Sanırım otururken içim geçmiş, sonra soluğum tıkanmış olmalı; güpe gündüz bu tatsız karabasanı görmüşüm.

Yorumlar

Yazının yerinde ve gerçekçi içeriğine halel gelsin hiç istemiyorum. Çapım elverdiğince de arkasındayım ama şu sürekli gözden kaçıyor: "İnsan madde ve anlamıyla, mutluluğun adasının koşullarıyla mutlu olabilecek bir varlık değil. Ayrıca talihsiz adanın ortamı da, kesinlikle iğrenç değil."

Keşke sözlerim Necdet Şen kalıbına yaklaşacak şekilde olsa da anlatabilsem. Bırakın yoksulları mutsuzlukla lânetleyip durmayı! Bu anlatım oradan temel alıyor bir bakıma. Oysa bu derece maddeci kökenli bir mutluluk/iyi anlayışı ne yoksulların durumunu açıklıyor ne elitlerin. Elitler şu an dünyada "mutlu" olan kesim falan değildir, aksine dünyanın anlamsızlığıyla en çok boğuşan, manevî ihtiyaçları en yanlış şekillerde karşılanan, bu boşluk, mutsuzluk ve "YALAN"lığı sürekli olmadık maddî çözümlerle köreltmeye çalışan sefil bir insan grubudur. Tam da bu yüzden "düzen" baştan aşağı yanlış ya zaten; seçilmişlerine bile hiç bir şey sağlayamıyor. Sahip olunan geniş olanaklar kandırılmışlığın, yönlendirilmişliğin (reklamın) etkisiyle cazip algılanıyor, oysa kandırılamayacak olan "ihtiyaç"ın kendisini karşılıyor değiller.

Benzer durum, ters bir açıdan alttaki tabaka için de söylenebilir kesinlikle. Umarım çenesi kuvvetli bir arkadaş çıkar da bu durumu benden iyi analiz edip, açıklar…

Munip Tahsin Muntazam - 28 Mart 2010 (11:16)

Necdet Şen'in birazcık da olsa ironiyi devamlı olarak kullandığını da dikkate almamamız gerekiyor Munip Bey. Zaten kendisi de mutluluk adasındakilerin kendilerince mutlu olduklarını ve yoksullar adasındakilerin durumlarını duymak bile istemedikleri manasında yazmış. Böyle bir tavır da, Necdet Şen'in, mutluluk adasındakilerin mutluluğuna alkış tuttuğunu ya da yoksullar adasındakilerin durumunu kötülediğini göstermiyor… Saygılarımla…

Saim Yardımcı - 27 Temmuz 2012 (18:21)

Bir çok serzeniş, hayıflanma, cevapsız soru var… Abur cubur yemekler bedenimizi çarpıtıyor, abur cubur değerler de zihnimizi… Bedenimiz de aklımız da toksinlerle dolu. Sistem mi insanı kontrolümüz dışındaki bir dünya karşısında sürekli savunmasız bırakıyor?

Züleyha Ekici - 5 Nisan 2020 (09:31)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

93
Derkenar'da     Google'da   ARA