Patronsuz Medya

Plazanın penceresinden görünen dünya

Necdet Şen - 9 Ekim 2001  


Otobanda yapılan gidiş dönüş 70-80 kilometreden sonra, kentten yalıtılmış bir arazinin orta yerinde sıkı güvenlik önlemlerinin, istinat duvarlarının, lastik yırtan bıçakların, eli otomatik silâhlı periferi rambolarının barajını aşarak ulaşırsın plaza binasının giriş kapısına.

Öyle bir paranoya ve öyle bir ezici kast sistemi yönetir ki plazanın manevî protokolünü, sadece senin değil, otomobilinin de yaka kartı olmak zorundadır.

O yaka kartını torpidonun üzerine, dışarıdan arabana suçlarcasına bakan kapı görevlilerinin görebileceği bir şekilde koyman gerekir.

Eğer arabanın markası yeterince gösterişli değilse, ayaklarında boyalı siyah pabuçlar yerine çamurlu yürüyüş botları varsa, kravatlı değil de -örneğin- tişörtlü, montlu isen, kasım kasım kasılmıyor da herhangi biri gibi davranıyorsan, aynı koridoru, bitişik odayı ve yapışık sütunları paylaştığın kalem erbabının karşısında neredeyse hazırola geçen kapı kâhyası, sana terörist muamelesi çekebilir.

Binanın kapısında da haddini bilmek ve ecirlerin kapısından girmek zorundasın, eğer kast sisteminin bahşettiği "ayrıcalığı" kullanmayı onurunuzla bağdaştıramıyorsan.

O andan itibaren danışmadaki memureden kapının yanında bekleyen silâhlı korumaya ve getir-götürcüden zır cahil sekretere kadar tüm ara katmanlar tarafından "saygı gösterilmeyecekler" kategorisine dahil edilirsin.

Birçoğu birbiriyle dargın ya da ihtilâflıdır plaza ahalisinin; yine de aynı mekânlarda sırt sırta oturarak çalışırlar.

Anormal yüksek tavanları, her biri neredeyse asgarî ücret fiyatındaki granit yer karoları, her adımda -belki işerken bile- gözetleyen güvenlik kameraları, füme camlar, lüks asansörler, ama en utanç vericisi, bilmem nerenle iterek içinden geçmek zorunda olduğun aşağılayıcı turnikeler, her metrekaresinde aslında kavruk bir kasabadan geldiğini ve burjuvalaşamadan kompradorlaştığını unutturmaya çalışan bir para babasının ve gecekonduda büyüdüğünü unutmaya çalışan bir emekli sosyologun sınıf atlama tutkularını yansıtan post modern bir saray bozuntusunun karnına doğru çekildiğini, paranın hükümranlığı tarafından yutulduğunu, canavarın midesine doğru kaymakta olduğunu hissedersin.

O binalar ki, gazeteden başka her şeye benzer.

Asansörde karşılaştığın insanlarla göz teması kurmamaya özen göstererek kendi katına çıkmak seni geriyorsa, merdivenlere yönelirsin. Üst katlara çıkmak için senden başka merdiven kullanan olmayacağı için, tırmanma süresince yalnızca inen insanlarla karşılaşacaksın demektir. Onlar senden sen onlardan gözlerinizi kaçırırsınız.

Enerjin şimdiden bitmiştir.

Seni yutan binaya meydan okumayı düşünemezsin bile.

Pencerelerinden baktığında karşıdaki yoksul semtleri, fabrikaları ve hava alanına doğru inişe gökyüzüne doğru kalkışa geçmiş uçakları görürsün.

Camları açılmaz plaza binalarının, pencerelerinde ağaç, çiçek, kuş, insan görüntüsü yoktur.

Ayaklarının altında bir yerlerde, kesilmiş fabrika halısının ortasında ızgaralar ve o ızgaralardan yukarı püskürtülen yapay hava vardır; alt kattakilerin kıçlarının fosforunu, miadı dolmuş nefeslerden arta kalan karbon dioksit fazlasını, üst kattakilerin saç kepeklerini, yan taraftakilerin nezlesini, koridorlarda içilen sigaraların dumanını evirip çevirip yine geri üfleyen merkezi havalandırma sistemi, ucuza gelsin diye, aynı kirli havanın içine bir lokma da temiz hava katarak tekrar tekrar püskürtür odalara; nefes alasınız gelmez, yenilenemezsin.

İç mekânlarda sigara içmek yasaklandığı için koridorlarda pinekler tiryakiler.

Medeniyetten, insan sevgisinden değil, elektronik aygıtlar zarar görmesin diye tabii ki. Tıpkı tüm o güvenlik önlemleri gibi. İnsanlar kolayca gözden çıkarılabilir; patronun servetidir aslında o güvenlik çemberlerinin içine hapsedilen.

Bina, sonradan görmeliğin yarattığı ezikliği ve köksüzlük duygusunu telâfî etmek için olsa gerek, her ne kadar gazete binası olarak kullanılır -mış gibi- görünse de, aslında yılın belli günlerinde devlet ricalinin ya da reklam verenlerin ağırlandığı şaşaalı kokteyllere mekân oluştursun diye alabildiğine cafcaflı, alabildiğine kasıntı, alabildiğine üstüne para sıvanmış, içinde fikir ve bilgi üretmesi gereken insanların kişiliğini ezsin diye mi bilinmez, alabildiğine lüks ve boşluklarla, engellerle, korkutucu koridorlarla doludur.

Ne kadar özgüven sahibi olursan ol, o tarz binaların koridorlarında dolanan sinsi bir fısıltı ense kökünde yapışıktır hep:

- "Sen bir hiçsin, bir gölgesin yalnızca; ilk tenkisatta kapının önüne konacak olanlardan; bir gün turnikelerde takılacaklardan, içeri giremeyeceklerden birisin; ayaklarının çamurlarıyla kirletme benim pahalı granit yer karolarımı; kaybol ortalıktan!"

Öğlenleri tavanından yapma çiçekler, plastik papağanlar sarkan yemekhanede, "ayrıcalıklı" olmayı içine sindirebilenlerin önünden geçerek kuyruğa girer, her an herhangi bir taraftan gelecek bir ayıplanma ya da azara maruz kalmaktan ödün koparak krom tabağını uzatırsın kepçeli adama.

Bitişiğindeki odayı paylaşan "fikir insanı" senin gibi kuyruğa girmez, kasım kasım kasılarak geçer önünden, gider ayrıcalıklılar bölümündeki masaya kurulur ve diğerlerinden esirgenen özel menünün masasına getirilmesini bekler.

Belki de karşı tepelerdeki gecekondudan ya da elektriği kesik izbe bir evden gelen düşük ücretli emekçilerle, füme camlı zırhlı, şoförlü otolarla işe gidip gelen astronomik maaşlı plaza aristokrasisi koridorlarda göz göze bakışmadan geçip gider birbirinin yanından.

Binaya girmeden önce maruz kalınan güvenlik ağları, gözetleme sistemi, barikatlar, tekerlek deşen bıçaklar, silâhlı rambolar yetmez, bina içinde de adım başı herkese açılmayan elektronik barikatlar, şifreli camlı kapılar, yasak levhaları, sert uyarılar, kimlik kontrolleri, metal dedektörleri keser yolunu. Plaza içinde elini kolunu sallayarak dolaşamazsın.

Herkesi ve her şeyi ısırmayı en doğal hakkı olarak gören kudret sarhoşu plaza gazetecisi, yazarı ve çizeri, kendisine maaş ödeyen, arada bir sırtını şaplaklayıp "nassın bakalım?" diye soran patronu ve onun bu utanç verici sarayını asla sorgulayamaz.

Korku dağları bekler plaza binalarında; düşük maaşlı emekçi ilk toplu işten çıkarmada kapının önüne konmaktan, astronomik maaşlı medya fedaisi de koltuğunu daha hırslı bir fedai adayına kaptırmaktan korkar.

Yetenekli ve gelecek vaad eden gençler herkesten evvel elenenlerdir plaza binalarında; daha ilk günden başlayarak karşılarında kararlı bir çapsızlar koalisyonu bulur, ne olduğunu, neden dışlandığını bile anlayamadan dışarıda bulurlar kendilerini.

Gergedanlaşmakla un ufak olmak arasında seçim yapmaya zorlar plaza binaları kapısından içeriye adım atan herkesi. Yüksek maaşlarla satın alınmış ve gideceği başka durak kalmamış fason kalem efendileri patron hesabına kelle koparırlar.

Bunu yapmayanların pek fazla iş güvencesi olduğu söylenemez. Topun ağzındadır kararsızlık gösteren. Kifayetsiz muhterislerin bir bir depara kalkıp sağından solundan geçtiğini görür. Koridorlarda onlarla selâmlaşmak, en çok da onlara karşı arkasını kollamak durumundadır.

Bordrolarda görünen maaşıyla cebine giren para arasında karlı dağlar kadar fark vardır plaza gazetecisinin. Orada işler öyle yürür.

Plazanın penceresinden dışarıya bakarken, plaza gazetecisi, kendi derin korkularını, güvencesizliğini, teslim olmuşluğunu düşünür. Diğerleri gibi unutulmuş, işsiz, peş parasız kalmakla, o anki astronomik maaşlı kral hayatı arasındaki tüm ara tonların silinişini, kendi gençliğinin medya starlarının bir bir buruşturulup kapının önüne konuşunu görmüştür. Ve aynı şeyin bir gün kendi başına da geleceğini, artık zenginlikle yoksulluğun, içerisiyle dışarısının arasındaki sınırın zar gibi ince ve plaza lordunun iki dudağının arasında olduğunu bal gibi bilmektedir.

Ne meslekî birikimi, ne şöhreti, ne karizması, hatta ne de o güne kadarki köpekçe itaati, ona aynı odayı yarın da işgal edeceği, aynı dolgun ücreti yarın da alacağı konusunda kendini rahat hissetme lüksünü tanımaz.

Bilir ki, ertesi gün o turnikeleri orasıyla iterek geçmeyi denediği an, turnike mıh gibi direnip kımıldamayabilir. Bilir ki, turnikenin kımıldamadığını gören eli silâhlı muhafız, gözlerindeki birikmiş kıskançlık ve nefretin pırıltısıyla, "işten kovulduğunu ve binayı terk etmesi gerektiğini" tebliğ edebilir.

Bilgisayarının başına geçtiğinde gözetmek zorunda olduğu dengelerin çokluğu elini kolunu bağlar, parmaklarını ağırlaştırır. Çok şey fısıldaşılır kapalı kapılar ardında, o çok azını yazıp çizebilir.

Meslek etiği değildir her zaman bunun nedeni, bazen de malûm mıntıkanın korkusu engeller bildiklerini kaleme almayı.

Ben "bazen" diyeyim, sen bunu "çoğu zaman", hatta "her zaman" anla.

Sıkıldığında, için daraldığında sokaklara atamazsın kendini. O lüks ve şaşaanın iki adım ötesi çamur çorak, sanayi mahallesi, grosmarket silsilesi, vesaire… Otobanda yürüyecek halin yok; zaten yürümek ayıp kaçar oralarda, araban yok sanırlar. Kilometrelerce uzaktadır en yakın kahvehane. Oralarda pek esnaf lokantası, köfteci dükkânı falan da bulunmaz.

Çevresi olmayan kuşatılmış bir esir kampında çalışır plaza gazetecisi. Komşusu, ahbabı, parkı, çay bahçesi, kırtasiyecisi, balıkçısı, bakkalı, uğranacak ayak altı bir meyhanesi de yoktur. Toplumsal hayatla arasına koyduğu mesafenin hem sebebi hikmeti hem de sonucudur gazetelerin kuş uçmaz kervan geçmez semte taşınmış olması.

Akşam olunca, dizi dizi otomobiller çıkar plazanın kapısından, otobandaki trafik selinin içine karışır. Her biri farklı adreslere dağılırlar. Her otomobilin direksiyonunda ya da arka koltuğunda bir yorgun insan, kaçarcasına uzaklaşır işyerinden.

Cep telefonları zırıldayıp durur gün boyunca, ziyan olan bir hayatın ardı sıra seğirtir durur, ama yetişemez plaza gazetecisi. Yorgun ve yalnızdır, gününü kurtarmaya çalışmaktadır.

Hızla dönen bir çarkın içinde savrulup dururken, belli mi olur, belki Babıali günlerini anımsar bazen. Yirmili, otuzlu yaşlarını düşünür. Yaşlandığı için yılkıya ayrılan eski ustaları, yol arkadaşları, artık görüşmediği, "yok" dedirttiği "tutunamamış" ahbapları gelir aklına, korkusu daha da artar. Boyanmış saçlarının yanında kusur gibi duran beyaz favorileri, göz altlarındaki torbacıklar, makyajla kapatamadığı kırışıklıklar ele verir yine de yaşını. Pop starı gibi genç görünmeye çabalar.

Daha genç ve enerjik görünmek adına, onca yıllık bıyık sakal kesilir, kırlaşan ya da dökülen saçlar kabak kafa modasına uydurularak kamufle edilmeye çalışılır.

Plaza binalarının penceresinden baktığında, muhtemelen içeriyi loşlaştıran füme camdaki kendi yansımasını görür plaza gazetecisi… Ve pencerenin dışındaki ürkütücü yoksulluğu. Ne kendinden hoşnuttur, ne de bir umut besler geleceğe dair. En çok da yoksulluktan ve yoksullardan korkar.

İstihbarat örgütleri, kudret simsarları, holding patronları, devlet ricali, paşalar, silâh lobileri, borsa spekülatörleri, bakanlar, batık bankalar, yurt dışına kaçmış karanlık kişiler, mafya babaları, metresler, metresten dönme köşe yazarları, yalakalar, ispiyoncular, suç ortakları, hempalar bir telefon mesafesindedir plaza gazetecisine; yoksul çoğunluk ise okyanus aşırı bir düşman kadar uzak ve tehditkâr.

En son görmek istediği, kendi halkıdır onun. Sokağın gerçeğini ne bilmek ister, ne de tartışmak. Plaza gazetecisi kalemini satalı çook uzun zaman olmuştur. O kara para yüklü gemiyle birlikte batacağını çok iyi bilse de inecek cesareti kendinde bulamaz.

Kötü bir insan değildir aslında plaza gazetecisi, kurnazlıkla ahmaklığın ilginç bir karışımı, frenleri boşalmış bir kamyondan atlayacak refleksi gösterememiş, donup kalmış korkak ve çapsız bir kişidir olsa olsa. Bütün o paralar-pullar, yalılar-köşkler, bakan-patron-general sofrasından ziftlenmeler, o lüks o ihtişam, bu acıklı yazgının diyeti olarak algılansa yeridir.

Beni dinleyeceklerini bilsem, onlara kızarak harcadığınız enerjinizi ne kadar şanslı insanlar olduğunuza sevinerek çoğaltın derdim işsiz gazeteci arkadaşlarıma. Çürümenin tam ortasında olmadığınız için sevinin derdim.

Ve "nasıl para kazanırım?" diye düşündüğünüz kadar, "masraflarımı nasıl kısarım, telkin edilmiş yapay harcama kalemlerinin beni ve kalemimi köleleştirmesinin önüne nasıl geçerim?" diye düşünmeyi öğrenin, derdim.

Böyle bir dönemde plazaların dışında kalmak, aslında gazeteci kalmak anlamına geliyor derdim onlara.

Yorumlar

Bu anlattıklarınızın hemen hemen hepsini, hatta daha fazlasını her gün yaşıyoruz. Ama gelin görün ki, "yıkılası hanede evlâdü iyal var".

Herkes Necdet Bey gibi kapıyı çarpıp gidemiyor. Onca yıl eğitim gördüm, gazetecilik tahsili yaptım. Peki çekip gideyim de ne iş yapayım?

Mecburen, ağlaya sızlana katlanıyor ve mesleğimizi yapmaya çalışıyoruz. Keşke İsmet Paşa'nın da dediği gibi, "başka bir dünya kurulsa da biz de orada yerimizi alsak" ama olmuyor, kurulamıyor işte.

Gazeteci - 10 Mayıs 2007

Ertuğrul Özkök sizinle ilgili yazdığı bir yazıda: " Nasıl oluyor da sosyolog olmadığı halde bu gözlemleri ve tasvirleri yapabiliyor, anlayamıyorum" mealinde bir şeyler söylemişti. Bu yazıyı okuyup gene hayret etti mi bilmem ama. Bu yazı plazalara dair yazılmış ve bizim insanımızı anlatan en güzel yazı.

İlker Gökçen - 7 Ocak 2009 (03:19)

Zaten her zaman şükrettim bu çarkın içine hiç bir zaman girmediğim, sistemin dışında kalıp, düşüncemin özgürlüğünü (olabildiğince) koruduğum için. Yazıyı okurken içim daraldı, daha tasvirinden bu kadar daralıyorsam içinde olsam kim bilir ne olurdu, her halde çok kısa bir süre içinde camı çerçeveyi indirecek noktaya gelirdim. Zaten o binların camlarına bakarken içimden hep "bunlar kolay kırılır mı acaba" diye geçiriyorum. Öyle bir iş yerine, o koşullara mecbur olsaydım bir gün mutlaka denerdim sanırım:)

Yazık, o ortamlara mecbur olan insanlara. Ve gerçekten binlerce kez şükürler olsun halimize.

Dilek Y. - 25 Nisan 2009 (22:41)

"Hayatım boyunca işimi kaybedebileceğim korkusuyla yaşadım. Özellikle 2001 ekonomik krizinde bu yüzden uykusuz gecelerim oldu. Çünkü, 1929'daki Amerikan krizi hakkında çok kitap okudum, film seyrettim. O yüzden Tansu, uzun yıllar Ankara'daki küçük bodrum katı evimizi satmadı. Bir gün oraya dönebiliriz diye. Ben de bazen kendimi 'Etlik-Çinçin Bağları' dolmuşunda görürüm. Ankara'nın sisleri içinde, o dolmuşların donuk sarı istikamet levhalarını hatırlarım. 'Abartıyorsun' diyebilirsin ama insan insandır ve herkesin korkuları vardır. Benimki de bu."

'En çok 'Çinçin Bağları' dolmuşundan korkarım' →

Böyle diyor Ertuğrul Özkök, hayattaki en büyük "başarısı", vitrin süsü, göz bebeği Ayşe Arman'a.

Gecikmiş bir itiraf.

Alttaki paragraf da yukarıdaki yazıdan alındı. Yoksulluktan onun kadar korkmayan biri, 9 yıl önce şunları söylemiş:

"Plaza binalarının penceresinden baktığında, muhtemelen içeriyi loşlaştıran füme camdaki kendi yansımasını görür plaza gazetecisi… Ve pencerenin dışındaki ürkütücü yoksulluğu. Ne kendinden hoşnuttur, ne de bir umut besler geleceğe ilişkin. En çok da yoksulluktan ve yoksullardan korkar."

Ah, o korkudur ki, umut vaad eden genç bir sosyologu yoğurur yoğurur Ertuğrul Özkök yapar.

Allah, bu tür korkuları her er kişinin yüreğinden uzak tutsun.

Amin.

Durmuş Düşünür - 3 Mart 2010 (14:17)

Tüm bunları bile bile bu paradoksun içinde yer almayı istemek tuhaf değil mi? Ben de gazeteci olmak için az çaba sarf etmedim. Nitekim kısa bir dönem olsa yaptım da. Fakat davulun sesi misali gerçeklerle karşılaşmak hakikaten çok yıkıcı. Ve tanıdığın olmadan bu medya sofrasında yeralmanın imkânsızlığı, emek sömürüsünün yapılmamasının mümkünatsızlığı gibi bir şey aslında.

"İşsiz gazeteci" diye aratırken yazınızı okuma fırsatı buldum. Çok güzeldi. Teşekkürler…

Yasemin S. - 8 Mayıs 2010 (23:04)

Yine derinlikli ve detayları oya gibi işlenen bir yazı.
Daha da önemlisi 15 yıl önceden yazılmış olması.
Biz bu yazıları tek bir tuşla özellikle twitter'da paylaşamıyor muyuz?
Yoksa ben mi teknolojinin çok gerisinde kalarak bunu başaramayanlardanım.
Selam saygı ve merhabayla…

Murat Örem - 9 Eylül 2016 (01:15)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

70
Derkenar'da     Google'da   ARA