Patronsuz Medya

İlk kundurayı günahsız olanlar atsın

Necdet Şen - 19 Aralık 2008  


Dabılyu Bush'a fırlatılan ayakkabı ve medyanın zırt dediği yer

Vay be, ne çok güldük, ne eğlendik! Yüreğimizin yağları eridi. Oooooh! Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydî, basın toplantısında soru sormak yerine ayaklarındaki pabuçları çıkarıp o menhus herifin kafasına fırlattı.

Bütün dünyada "olay" oldu. Gerçi protestocu gazeteci derdest edilişinin üçüncü günü başbakan Malikî'den özür diledi ama gene de salıverilmesine yetmedi bu. Muhtemelen "vatana ihanetten" yargılanacak bîçare.

İnkâr edecek halim yok, bu ayakkabı fırlatma işi bütün dünyada olduğu gibi benim içimde de minik bir haz patlaması yarattı. Her ne kadar sembolik olsa da bu protesto ile yüreğimde küçük adamların büyük muktedirlere kafa tutabilme cüretinin hâlâ ölmediğine dair umut kıvılcımı çaktı. Bir anlığına da olsa, El Zeydî'nin yerinde olmayı ve o ebleh bakışlı yüzsüz herifin kafasına ağır ökçeli dağ bayır botlarımı fırlatmayı hayal ettim.

Sıradan bir insanım nihayetinde. Kafamda böyle şeyler kurabilirim. Kahraman olmayı kim hayal etmemiştir arada sırada da olsa? Ağır bedeller ödeyerek, "aziz" payesine erişerek, su gibi hava gibi gereksindiği sevgiyi kendinden esirgeyen yakın çevrenin bıraktığı boşluğu tanımadığı kitlelerin sevgisiyle ikame etmeyi, kim istememiştir?

Ama öte yandan, unutmayalım ki, bir misafirin kafasına ayakkabı fırlatılıyor. Biz işte bunu alkışlıyoruz. Diplomatik açıdan pek o kadar kibar bir hareket değil yani. Hatta biraz sakil.

Öyleyse neden hayranlık duyuyorum ben bu El Zeydî'ye?

O hakareti Bush'a yaptığı için mi?

Sanırım…

Biz sıradan insanların, yani gazete okuyan, televizyona bakan, elinden vahlanmaktan ya da ohlanmaktan fazlası gelmeyen sessiz çoğunluğun, böyle çadır tiyatrosu kıvamında olayları eğlenerek izlemesinde pek acaiplik yok aslında.

Çünkü bizim ciddiyet diye bir sorunumuz yok. Pijamamızla ve sehpanın üzerine uzattığımız terlikli ayaklarımızla televizyon seyrediyoruz alt tarafı. Çekirdek çıtlatıyoruz. Yellensek bile en fazla odadaki diğer kişi etkilenir bundan.

Ama örneğin Ayşe Arman ve türdeşleri, konu kıtlığında kendi aybaşı kanını yazdıklarında bütün Türkiye aybaşı kanı kokar.

(Yeri gelmişken minik bir dipnot: Vaktiyle, Hürriyet'te yazıp çizdiğim Değişim Rüzgârı tefrikasında regl olurken iç çamaşırını sık değiştirmeyen bazı kadınlardan yayılan ağır kokuyla ilgili bir şeyler karalamıştım. Bu muhterem hanımefendi dünyadaki regl olan tek kadın kendisiymiş gibi bunu kendi şahsiyetine yönelik bir iftira gibi algılayıp gazetedeki köşesinde hakaretamiz bir "cevabî yazı" döşenmişti. Yıl 1995. Buralar hep dutluk. Oradan geldi aklıma "aybaşı kanı" örneği. Ama tabii şimdi bu başka bir hikâye. Bir ara gene hatırlarsam ayrıntısına girebilirim.)

Bizimkiler:1, Sizinkiler:0

Tekrar şu pabuç fırlatma babına dönersek, sözüm aslında gazetecinin kamusal alanla şahsî his arasındaki ayrımı sık sık gözden kaçırıyor oluşuna dair.

Bunu sadece ayşearmangiller değil, ciddiye aldığımız etikçi gazeteciler ve akademisyenler de yapabiliyor.

Geçen akşam geçgeç (zapping) yaparken rastladım; bunlardan biri -saygın bir gazeteci arkadaşım- bir televizyon kanalının kendisiyle yaptığı canlı telefon bağlantısında gevrek gevrek gülerek ayakkabı olayından aldığı zevki kamuoyuyla paylaşıyordu sosyal içerik niyetine.

Ama bunu sıradan bir vatandaş olarak değil, bir gazeteci bir hoca ve bir bilirkişi sıfatıyla yapıyordu.

İnsandır, vakit akşamdır, iki kadeh parlatılmıştır, kafa kıyaktır, normaldir yani, onun da dili sürçebilir. Ama bu ayrıntı vesileyle bir kez daha oturup "gazeteci nedir" diye düşünmek de bu hakirin temel ihtiyacıdır.

Nitekim, biraz düşününce, şöyle basit bir tanım çıktı ortaya:

Gazetecilik; haber kaynağıyla kamuoyu arasındaki tampon bölgede duran ve haberin alıcısını yanıltmamaya, yönlendirmemeye, istismar etmemeye özen göstererek, olabildiğince saydam ve art niyetsiz bir biçimde haberi aktarma mesleğidir. Gazeteci'den beklenen, haberi bize sunarken -ayıklamak, kısaltmak, netleştirmek gibi profesyonel müdahaleleri saymazsak- içeriğe ve üsluba hiç bir kişisel kanaat, yargı, ideoloji, aidiyet, tepki, husumet, taraftarlık, güdü, alt anlam, reklam, pazarlama katmamasıdır. Aksi takdirde, yaptığı iş habercilik olmaktan çıkar ve propaganda -ya da yönlendirme- niteliğini alır.

Muntazar El Zeydî de aslında bir gazetecidir. Basın toplantısında soru sormak yerine ayağındaki iskarpinleri çıkarıp kürsüdeki nefretengiz herifin kafasına fırlatmayı seçmiştir. Seçebilir. Eyvallah. Sonuçlarına katlanacak -ve zaten şu an itibariyle katlanmakta olan- bizzat kendisidir. Herhalde vatansever damarı, mağdur yanı, öfkesi, hıncı, intikam arzusu gazetecilik vasfının önüne geçmiştir, ondan böyle yapmıştır.

Sonuç itibariyle, bu protestonun hiç işe yaramadığı söylenemez. Televizyon haber bültenlerinde ve gazetelerde önemiyle orantılı yer bulamayan Irak konulu haberler bu vesileyle de olsa gündemde kendine biraz yer edinmiş oldu.

Ama aynı zamanda sulandırılmış ve rotasından sapmış da oldu.

Bakın neler yazmış Yıldız Ramazanoğlu aylık "Doğudan" dergisinin Ekim 2008 sayısında:

"İki milyon Iraklı saldırılarda hayatını kaybetti. Bir milyon kadın dul ve beş milyon çocuk yetim kaldı. Altı milyon insan açlık çekiyor, elektrik yokluğundan on beş milyon insan karanlıkta. İki bin doktor öldürüldü, yirmi bini de ülkeyi terk etti. Bugün Irak, altı milyonu aşkın göçmenle dünyada en çok mültecisi olan ikinci ülke."

Demek ki neymiş? Bu mesele iki kişinin arasında geçen bir "kafanı yararım" kavgasından öte bir şeymiş.

Kötülüğün inanılmaz boyutlara ulaştığı bir saldırıyı bizim sadece hafiften terbiyesizlik kokan -ama muhatabı corc dabılyu buşt olduğu için bağrımıza bastığımız- bir hakaret vasıtasıyla hatırlıyor olmamız acıklı aslında. Ne var ki, dediğim gibi, sıradan insanlarız. Sınır komşumuzun yıkımı bize "Beyaz Show" ya da "Var Mısın Yok Musun?" programı kadar ilgi çekici gelmiyorsa, "sıradan" olduğumuz mazeretine sığınabiliriz. Ama gazeteci sığınamaz. Bu gibi konulara akıl süzgecinden geçirmeden bakanlardansa, zaten gazeteci de sayılmaz.

Gazeteci de evinde televizyon seyrederken ya da meyhanede demlenirken bizim gibi gevrek gevrek gülme hakkına sahip tabii ki. Ama "üstad" sıfatıyla kamuoyunun önüne çıktığı zamanlarda da kendi kişisel sempati/antipati duygularını dayanak noktası olarak almaya başlıyorsa, ileride daha vahim tespit hatalara düşmesine neden olabilecek bir algı sapmasının da eşiğine gelmiş olur.

Diyelim ki bir başka zaman faşistin teki kendine göre gerekçelerle Nelson Mandela'ya postal fırlattı… Ya da esnafın teki yardımsız yürümekten acizken bile kendini "Karaoğlan" zanneden Bülent Bey'e yazar kasa fırlattı… Ya da sarhoşun teki gittiği barda Highway Star'ı çalamayan orkestranın üzerine el bombası fırlattı (oldu valla bu olay Güney Kore'de)… Ya da cumhurbağnazının biri gıcık kaptığı siyasilere anayasa kitapçığı fırlattı…

Ne olacak? Biz bunları değerlendirirken de kendi kafamızdaki "iyi/kötü" listesine göre kimine "oh ne iyi" kimine de "ah ne ayıp" mı diyeceğiz?

Doğrunun/yanlışın ölçüsü onu değerlendiren meslek erbabının şahsî hisleri midir?

Sayfanın altına "ne yani, şimdi de Bush'u mu savunuyorsun" diye "görüş" yumurtlayabilecek lâforizmacılar için daha net açıklayayım.

Bir: Gazeteci ya da akademisyen ya da bir nedenle kamuoyunun karşısına "bilirkişi" sıfatıyla çıkan ve "ne diyecek" diye dikkatle dudak hareketleri okunan kişiler, meyhane mavrasıyla "yorum"u birbirine karıştırmayacak.

İki: Normal koşullarda terbiyesizlik sayılabilecek bir hareket kendi nefret ettiği kişiye yapıldığında bunu "aferin" sosuna bulayarak yorumlamayacak.

Üç: Kendisinin bizim için o an bir amigo değil bir "düşünür" işlevi gördüğünü iyi bilecek ve ağzından çıkan sözlerle mümkünse ufkumuzu açmaya çalışacak.

Yoksa nedir ki, Leman dergisi bu haftanın -ya da tüm zamanların- lâlesi olarak bu kez de George -mahdum- Bush'u seçer, biz de Pazar sabahı çayımızı yudumlarken hep birlikte gevrek gevrek güleriz. Ya da aybaşı kanını, molpedini, donunu, kılını, tüyünü, cımbızını, sutyen kopçasını yazmayı yazarlık zanneden "gece-kondu" eLeman Hanım'lar bahşedilmiş sütunlarında bizim zihinlerimizi de kendi zihinlerine benzetecek sümüksü ibret vesikaları döktürürler, meraklısı okur.

"Önce gazeteci, sonra kelle avcısı, daha sonra -belki- insan"

Yoktur umarım ama gene de anlama zorluğu çekenler varsa diye geçmişten bir örnek vererek konuyu pekiştireyim.

Seksenli yılların çok satan kitaplarından biri olan "Önce İnsanım Sonra Gazeteci"de Emin Çölaşan bir meslek anısını anlatır.

12 Eylül darbesinden sonra cezaevlerine girip röportaj yapmasına cunta tarafından izin verilen ilk gazeteci -nedense- Emin Çölaşan'dır. Kendisi fotograf çekemediği için, o zamanlar çalışmakta olduğu Milliyet gazetesi yanına foto muhabiri olarak genç Savaş Ay'ı verir. İki gazeteci ziyaret etmelerine izin verilen (sanırım Ankara'daki Ulucanlar) cezaevinde koğuşları gezerek mahkûmlarla konuşmaya başlarlar.

Birer kişilik koğuşlarda tutulan idamlık mahkûmlar gazeteciler de dahil, hücreye giren herkese tekmil vermek, "komutanım" diye hitap etmek, yüzlerine değil tavanla duvarın birleştiği çizgiye bakmak ve hazırolda durmak zorundadırlar. Görüşmeler bu koşullar altında geçer.

Hücrelerden birinde de idam cezasına mahkûm edilmiş ve infazını beklemekte olan Erdal Eren vardır. Onun hücresine girdiklerinde Çölaşan -kendi ifadesiyle- pek duygulanır ve suçsuz olduğuna inandığı bu 17 yaşındaki gençle konuşamaz. Yani donup kalır, dili tutulur.

O zaman, görevi aslında sadece fotograf çekmek olan Savaş Ay öne çıkar ve Erdal Eren'e onun yerine sorular sorar.

Çölaşan kitabında Savaş'ın yaptığının "duygusuzluk" olduğunu ima ederek zamanla deyime dönüşecek olan o meşhur cümlesini not düşer: "Ben, önce insanım sonra gazeteci."

Bu tarife göre, kendisi kadar "duygusal" olmayan gazeteciler, biraz insanlığı kıt kimselerdir.

Eh, insanlığın ölçüsü kişinin kendi hissiyatı olunca da köşeler bir anda Robespiérre bozuntularından geçilmez olur.

Yıllar evvel (1991 falan) kendisiyle tanıştığımızda Savaş Ay'a bu cümleyi hatırlatıp fikrini sordum.

O da o gün yaşanan olayı özetledi ve ekledi:

"Erdal Eren yaşı büyütülerek idama mahkûm edilmişti. Muhtemelen suçsuzdu. Ve darağacına gitmeden önce konuşabileceği son sivil insanlar bizlerdik. Emin Abi dondu kaldı. O an bunun Erdal Eren'in dış dünyaya son sözlerini iletebilmek için tek şansı olduğunu düşündüm ve onun yapamadığı gazeteciliği ben yaptım."

"Ne yaptın?"

"Önce hal hatır sordum. Geçmiş olsun dedim. Mahkûmiyetine neden olan hadisenin aslını astarını anlatmasını istedim. Erdal, 'o gün bir korsan mitingimiz vardı ve ben kitleyi korumakla görevli birkaç kişiden biriydim, jandarma ateş açınca mecburen ben de silâhıma davrandım, ama ölen asker benim mermimle mi öldü başkasınınkiyle mi, onu bilemiyorum' diye anlattı. Sonra dışarıya bir mesajının olup olmadığını sordum. Ailesinin metin olmasını, ölümden korkmadığını söyledi. Gerçekten de çok sakindi. Bu gadre uğramış o delikanlı için önemli bir fırsattı. Bizim için de. Onurlu ve cesur olduğunu bu sayede dış dünyaya iletebilme şansı bulduk. Kötü mü oldu?"

(Not: Daha sonra vurulan jandarma erinin Erdal Eren'in ateş ettiği yönden değil de tam ters yönden gelen bir mermiyle vurulduğu yazıldı. Demek ki ölen asker, muhtemelen olay sırasında heyecana kapılıp rastgele ateş açan bir başka askerin kör kurşunuyla sırtından vurulmuştu. Ama olay aydınlatılamadı, çünkü aydınlatılabilmesi için yapılan tüm talepler devlet tarafından ilgisizlikle karşılandı. Deliller karartıldı. Ya da dibi tuttu, karardı.)

Önce haklıyım, sonra saygısız

Bu veciz örnekte de görülebileceği gibi, aynı olay iki farklı zaviyeden iki farklı şekilde algılanabilir. Bazen gazeteci kendi kimliğini, aidiyetini, duygularını haberin -hatta gerçeğin- önüne koyabilir. Bunu yaparken de kendince yüce bir amaca hizmet ettiğini düşünür ve bu sayede aslında meslekî kuralları ayaklar altında çiğnediğinin farkına ya varmaz ya da buna aldırmaz.

Bu düşünme matematiğine göre, örneğin gâvur kanı akıtmanın her durumda öğünülecek bir iş olduğuna iman etmiş bir Türk gazetecisi de haber için gittiği Bosna'da dürbünlü tüfekle Sırp vurup, bir de bu kahramanlığını gazetede haber yaparken hiç bir ahlâkî ve vicdanî rahatsızlık duymamış olabilir.

Herhalde anlattığımız ayakkabı fırlatma olayında Iraklı gazeteci Zeydî de meslekdaşı Çölaşan gibi "önce insanım sonra gazeteci" demiş olmalı. Ya da "önce vatanseverim sonra gazeteci". Ya da "önce müslümanım sonra gazeteci". Ya da her neyse. Bu onun hakkıdır. Ama olayı yorumlayan bizler -bilhassa gazeteciler- kim olduğumuzu unutup da kendimizi bu hikâyenin kahramanının yerine koymaya başlayınca, ortaya destansı ama kof bir anlatı çıkıyor.

Herhalde İzmir'de işgalcilere silâh çeken ve vurularak ölen Hasan Tahsin de bu saiklerle sarılmıştır silâhına:

- "Savulun! Önce komitacıyım, sonra gazeteci!"

Her ne kadar bu "önce şuyum sonra buyum" deyimi bana vaktiyle çok kıymetli ressam paşamızın Gülhane Askerî Tıp Akademisi'ndeki rütbeli doktorlara hitaben sarf ettiği "önce askersiniz sonra doktor" sözünü anımsatsa da… Ve kulağa fiyakalı gelmesine rağmen pek sağduyu çağrışımı yapmasa da… Yine de Çölaşan'ın, Hasan Tahsin'in, Muntazar El Zeydî'nin ve bu kafadaki diğer meslek erbabının o şekilde düşünmesini, duygularıyla akılları arasında sağlam bir sınır çizememelerini ve bunu "marifet" diye tarif etmelerini insanî açıdan anlayabiliyorum.

Ama onları anlayabiliyor olmam, onların etrafında oluşturulan şişirilmiş efsaneye hayran kalmama yetmiyor. Bu tür destan kahramanı özentisi davranışlardan hareketle, gazetecilik mesleğinin gitgide "ben neye inanıyorsam hakikat odur; ahali de sorgulamaksızın benim izimden gelmelidir" klişesine dönüşmesine ve bunun meslekî norm haline gelmesine itirazım var.

Çünkü bu tarz bir yanılgı, gazetecileri ve giderek tüm aydınları, gerçeğin araçsallaştırılmasına götürebilir. Ve götürmektedir.

Aslında akıl ve izan sahibi herkesi, ama özellikle de gazetecileri bağlar böyle konularda dikkatli olma mecburiyeti. Çoğu olay bizim için "tartışılmaz" olan gerçeklerle o kadar yakından ilişkilidir ki, ister istemez kategorik düşünme, kategorik yargılama, kategorik cezalandırma ve bu keyfî tutumu kendimize hak olarak görme tuzağına düşeriz.

"Bizim gibi düşünen, bizim inandığımız doğruları savunan, lâfını ve kundurasını esirgemeyen" cengâver gazete yazarlarının "öteki" taraftakilere en pespaye iftiraları ve küfürleri savurdukları zamanlarda bile bu kişileri halk kahramanı gibi görme eğilimimiz, aslında bir davayı değil, vehmedilmiş bir haklılığı dayanak yapan vandallığı savunduğumuzu gösterir.

Yarın bizimkiyle ters yönde saplantıları olan ve bizi vıcırt diye ezebilecek güçteki birileri çıkıp aynı keyfî söylemle parmağını üzerimize uzattığında halimiz ne olacak; işte onu düşünemeyiz.

Daha da acısı, bunun aslında bir tür "kollektif psikopati" olarak da adlandırılabileceğini fark edemeyiz.

Konu Bush ve benzeri yüz karası porteler ise meslekî açıdan bu hassas ayarı tutturmanın zor olduğunun farkındayım. Ama marifet, işte bu zorun üstesinden gelebilmek, değer yargılarımızın kişilere bağımlı olarak eğilip bükülemeyeceğini hatırda tutmak ve eğriyle doğruyu yerli yerine oturtabilmek.

Yani -son söz olarak- demek istiyorum ki sevgili Boğaçhan, sevgili Pınarsu, sevgili Billurtuz, sevgili Çıtırcan sevgili Fıttırcan, hangi davaya inanmak istiyorsanız, buyurun inanın. İnancınız bol imanınız sarsılmaz olsun. Belki o dava benim de davamdır. Belki sizinle omuz omuza aynı haklı kavgaya soyunmuşuzdur. Belki "düşmanlarımız" kâinatın en aşağılık yaratıklarıdır. Belki biz hayatın sırrına vahiy yoluyla varabilen bir tür ümmî bilgelerizdir.

Ama yine de, ne kadar haklı olursak olalım, diyelim ben, bir gün öfkeyle ayağa kalkıp ortak düşmanımıza ayağımdaki terliği fırlattığımda, alkışlamadan önce bir an dur, neyi alkışladığını iyi düşün; sonra ister alkışla ister alkışlama. Orasını kendin bilirsin.

Yorumlar

Biz faniler olarak icimizden geldigi gibi gulebilme ya da mantik yurutmeme hakkini kullandik. Cok ta eglendik. Biz de farkindayiz bu hareketi hos karsilamamamiz gerektiginin. Sagduyulu gazeteci yaklasiminiza da tekrar saygi duydum. Bu arada lâforizma kardesimize verdigniz son cevap harikaydi.

Sheman - 19 Aralık 2008 (23:04)

Evet! Gazetecilik etiği açısından değerlendirdiğimde Necdet Bey'i sonuna kadar haklı buluyorum. Ne olursa olsun Muntazar El Zeydi kendine hakim olmalıydı.

Ancak hepimizin atladığı bir nokta var bence. O hareketi yaparken bence gazeteciliği, yaşamayı ve dünyayı boş veripmişti zaten. Bunca yıldır işgal altında neler yaşadığını, neler çektiğini biliyor muyuz?

Sevdiği insanların, gezip dolaşmaktan oturup bir bardak çay içmekten büyük keyif aldığı sokakların, parkların, bahçelerin şimdi ne halde olduğunu biliyor muyuz? Her sabah cıvıltılarını duyduğu kuşların, başını okşadığı sokak köpeklerinin, bağıra çağıra sokak aralarında neşeyle top oynayan çocukların şimdi ne halde olduklarını biliyor muyuz? Ya ekmek almaya gittiği küçük bakkal dükkânının; beraber iki çift lâfın belini kırdığı, içerken tükürüğüyle filtresini ıslattığı sigarayı paylaştığı dostlarının şimdi ne halde olduklarını biliyor muyuz?

Halet-i ruhiyesi hakkında en ufak bir fikrimiz olmamasına rağmen ne kadar da kolay yargılayıp da suçlu bulabiliyoruz.

Evet yaptığı meslek etiği açısından doğru değildi! Evet objektif ve soğukkanlı olmalıydı bir gazeteci olarak her daim. Ancak söyler misiniz Allah aşkına; kaçımız o insan suretindeki şebeğe bunun bin mislini yapmak istemedik ki? Elimize böyle bir fırsat geçseydi kaçımız buna cesaret ederdi?

Varsın gazeteci olmasın bundan sonra. Gazeteci mevcudu bir azalsa da insan nüfusu binler kadar artmıştır benim gözümde!

Serdar Demirdirek - 22 Aralık 2008 (14:10)

Serdar Bey, aslında çok farklı şeyler söylemiyoruz. Ama bir ayrıntıyı atlamışsınız sanırım.

Bu yazıda eleştirilen, Bush'a ayakkabı atan gazeteci değil, bu olayı destan anlatır gibi yorumlayan Medya.

Dikkat çekmeye çalıştığım şey ise, Basın'ın "haber"i değerlendirirken kişisel duygularını gerçeğin üzerine koyması ve Haber ile temenni arasındaki çizgiyi iyi çekememesi.

Irak işgali bilgisayar oyunu mu ki, ayakkabıyı atan bir sıfır öne geçsin? Neyin sevinci bu? Irak'ta ölenler ayakkabı atılınca dirildi mi? Yıkıntılar eski haline mi döndü? Bu tarz sembolik davranışlar sorun çözebiliyorsa, gelin biz de el ele tutuşup koro halinde ilenelim ve sövelim. Bir yandan da Bush ve Cheney'nin kuklalarını yakalım. ABD bayrağının üstünde tepinelim.

Neden illâ semboller ve kategoriler üstünden ak/kara netliğinde algılama eğiliminde bizim "eğitilmiş" insanımız? Hayat Tom ve Jerry dizisi mi?

"Muntazar El Zeydi kendine hakim olmalıydı" bile demiyorum bu yazıda. Sadece "aydınlarımız ve gazetecilerimiz azıcık daha analitik düşünse, toplumsal olaylara çizgi film mantığıyla değil sosyolojik bakabilse daha iyi olur" demeye çalışıyorum.

Bu vesileyle yapmaktan özenle kaçındığım bir şeyi yaptım ve "bu yazımda şunu demek istemiştim" diye ek açıklama yazmak zorunda kaldım. Üzüldüm biraz. Demek ki meramımı anlatmakta pek başarılı olamamışım.

Necdet Şen - 22 Aralık 2008 (14:44)

Üzülmenize gerek yok Necdet Bey! Kusuruma bakmayın ne olur! Bu yorumları şu anda çalışmakta olduğum devlet dairesinde fırsat bulduğum aralarda yazabiliyorum. Aslında suç benim, çünkü asıl ben meramımı 1500 cümle içerisine sığdıramadım. Fırsat bulduğum zaman ilk yorumun ardından onu tamamlayacak ikinci bir yorum daha gönderecektim. Ancak sizin yorumuma cevabınız geldikten sonra anlatmak istediğimi anlatamayarak yanlış anlaşılmanın dayanılmaz ezikliğini ben de yaşamaktayım.

Tabi ki (Bu cümlenin doğru yazılışı böyle midir? Hep karıştırırım tabi mi, tabii mi diye!) söylemek istediklerinizi anladım. Hatta bana göre meramınızı son derece iyi anlattınız.

Ancak dediğim gibi herhangi bir konu olduğunda benim gibi destansı yorumlar şeklinde derdini anlatabilenler için 1500 harflik bir sınır bazen yetersiz kalabiliyor.

Şu anda bile yazınıza katıldığımı çeşitli örneklerle anlatmak istememe rağmen yeterli alan kalmadığını üzülerek görmekteyim.

Yorumunuzda "Basın'ın "haberi" değerlendirirken kişisel duygularını gerçeğin üzerine koyması ve Haber ile temenni arasındaki çizgiyi iyi çekememesi" ne dikkat çekmişsiniz.

Bana göre tiraj, reklam geliri, popülarite gibi kaygılarla yola çıkan birçok matbuat kendilerinin değil halkın görmekten memnunu olacağını düşündüklerini sütunlarına taşıyorlar.

Bu yolda her şey mübah nasıl olsa!

Örneğin bu sabah sizin en son çalıştığınız gazetede çıkan bir haberin başlığı şöyleydi: "Flaş! Cami Bombacısı Yakalandı!"

Oysa haberin içeriğine göz attığınızda bu olayla ilgili şüphe duyulan bir şahsın gözaltına alındığı yazıyordu. Ancak gazete yargılamayı bitirip onu suçlu ilân etmişti bile! O şahıs gerçekten suçlu olsa bile bu henüz ispatlanmış mıydı? Yoksa bu sadece ilgili haber daha çok tıklansın diye (bu arada söylemeyi unuttum, evet bu gazetenin internet sayfasındaki haberdi) atılmış balon başlıklardan biri daha mıydı?

Matbuatın güvenilirliği biraz da bu gibi ufak detaylarla sınanmıyor mu zaten? Bahsetmiş olduğunuz "gazetecinin kamusal alanla şahsî his arasındaki ayırımı sık sık gözden kaçırması" durumu özellikle ülkemiz için bir rutin halini aldı artık. Acaba ekranlarda "ayakkabı fırlatma olayı" ile ilgili ahkâm kesip "Fırlatıcı"yı sonuna kadar haklı bulan şahıslar, ben olsam daha da beterini yapardım diye racon kesenler bağcıklarını bile çözebilirler miydi?

Velhasıl yazınızı son derece beğendim ve görüşlerinize sonuna kadar katılıyorum Azizim!(Daha fazla uzatmayayım, çünkü amirlerim msn'ye falan takıldığımı sanacaklar artık.)

Bu yanlış anlaşılma nedeniyle gerçekten "özür dilerim".

Serdar Demirdirek - 22 Aralık 2008 (17:08)

Teşekkürler Serdar Demirdirek, hem açıklamalarınız hem de fikren yaptığınız katkılar için.

Bu 1500 vuruşluk sınırı bana mantıklı gelen bir nedenle koymuştum. Bazen bir tek yorumun yazının kendisinden uzun olduğu oluyordu. Bunun üzerine o yorumu yazan kişinin söyleyecek çok sözü olduğunu ve bu görüşlerini bir yazının altına yorum olarak iliştirmek yerine Yazar Formu'nu kullanarak kendi adıyla siteye eklemesinin daha doğru olduğunu düşünerek, bu harf sınırlaması koydum.

Ama galiba bu durum, kalemi işlek Derkenar okurları için giderek kısıtlayıcı bir duruma dönüşüyor. Buna bir çözüm bulmaya çalışacağım.

Sevgiyle…

Büdütör - 22 Aralık 2008 (18:20)

Bu konuda benim takıldığım ve güldüğüm nokta çok farklı: Adı geçince dahi çoğu insanın defi hacetini tutamadığı "secret service" nasıl da ayakta uyumuş diyorum.

Atılan ayakkabıdır tamam da, bir şekilde oraya sokulmuş bir çakı, bir demir parçası veya bir kesici alet de olabilirdi. Başkanın atılan bir cisimden korunabilmesinin sadece kendi reflekslerine bağlı olduğunu görmek bu hakir-i pür taksiri pek eğlendirdi. Hayallerimde başkanın etrafında görünmez bir kalkan olduğu ve ona yönelen bir minik bir cismin dahi havada un ufak olduğu gibi sahneler vardı. Hatta Red Kit ten mülhem havada uçan cismin delik deşik olduğunu falan düşünürdüm.

Gazetecilerimiz üzerine yazdıklarınızdan dolayı samimi teşekkürlerimi ifade etmek isterim. Evet yıllar önce "sırp vurdum" diye ortaya çıkan bir gazeteci vardı. Heyhat tanışırdık. Sonra "yok ya, vurdum gibi zannettim de aslında vurmamış mıydım ki ne bilemedim" falan demişti hatırladığım. Yanlışım varsa düzeltiniz.

Son olarak gazeteci denen insanların bir çoğunun kendi mesleklerinin tanımını dahi bilmekten habersiz olduklarını söylemek isterim. Onlar "herbirşey" olma yollarında kendilerini harab eden duygulu babalar, sevecen anneler, psikopat sevgililer, kodu mu oturtan lâf ebeleri olabilirler ama mesleklerini bilmezler. O kadar da olur.

Ahmet Faruk Yağcı - 27 Aralık 2008 (13:49)

Hürriyet gazetesinde çıkan haberin başlığı şu: Toplu kampanyalara katılmak gazeteciyi bozar mı?

Sizin bu yazıda ve "Ermeni'den özür dilemek Türk'ü bozar mı?" yazınızda yazdıklarınızın devamı gibi.

Galiba Türk basınında sizin yazılarınızı dikkatle okuyan ama sonra nerede okuduğunu unutan birileri var. Ne yapalım, buna sevinelim mi?

Sanem Temel - 31 Aralık 2008 (12:18)

Böyle şeylere ne sevinin ne de üzülün. Bırakın dağınık kalsın.

Necdettin Kulakarkası - 31 Aralık 2008 (12:46)

Benim gördüğüm, yazılı basın internetteki içeriği "yemeyen domuz" mantığıyla kullanıyor. Ben bugüne kadar "bu yazdıklarımı şu sitede okudum" diyen bir köşe yazarına rastlamadım. Hepsi de az önce internette okudukları (hatta copy-paste ettikleri) bilgileri sanki 30 seneden beri biliyorlarmış havasında. Ben yemiyorum. Yiyene mani olmayayım.

Doğan Er - 2 Ocak 2009 (11:07)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA