Patronsuz Medya

Birkaç iyi adam ve işkembeden bombardıman

Necdet Şen - 11 Mayıs 2012  


Şöhret, şeker gibi tatlı, şeker gibi zararlı, yahu ne zararlısı, ölümcül bir şey. Mümkünse hiç bir biçimde yanından geçilmemesi, tadılmaması, ola ki alışılmışsa yol yakınken kaçıp kurtulunması gereken, dışı seni içi beni yakan cinsten mendabur bir şey.

Baktım ki, sabah uyanır uyanmaz kafatasımdan garıl garıl sesler çıkararak bu konuyu düşünüyorum, düşünmek şöyle dursun verip veriştiriyorum, dedim, yok, böyle olmaz, kalkıp azıcık kalem oynatayım da gazım boşalsın. Yüzümü bile yıkamadan açtım bilgisayarı, geçtim çöreklendim başına.

Baştan söyleyeyim yalnız, bu afyonu patlamamış sabah vıdı vıdısı, şöhret ve onun insan evlâdına ettikleri üzerinedir. Başlıkta zikredilen isimlere hiç bir bir garezim yok; konuyla ilgili güncel birer örnek oldukları için konu mankeni olarak seçildiler.

Yılmaz Erdoğan

Bir seyircisi olarak, Yılmaz Erdoğan'ı severim. Çocukluk yıllarımızda Sadri Alışık'ta gördüğümüz sıcaklık ve vasatın doğallığını yansıtan oyunculuğu bugün onda bulurum. Yazıp yönettiği filmleri bence ortalamanın üstünde, hatta iyidir. Organize İşler filminde Erdal Tosun'a "abi sen neden hiç konuşmuyorsun" sorusuna cevaben söylettiği "zamanında çok konuştum, faydasını görmedim, bıraktım" repliğine hastayım meselâ. Zekâ dolu, ince, mizahi açıdan lezzetli bir repliktir.

Bu son günlerde Yılmaz Erdoğan, yazdığı senaryolar veya çektiği filmlerle değil de bir mülâkatta sarf ettiği "Türk sinemasında ezan sesi duyamazsınız" mealinde sözle ve onun yarattığı tartışmayla gündemde.

Böyle dediği için, husumet bağımlısı bir kesimden "yalaka" damgasını yedi bile. Kimi arka çıktı kimi "sen hak ettin bunu" dedi.

"YILMAZ Erdoğan arkadaşımız, meselâ 28 Şubat döneminde…
- Sinemada ezana yer verilmiyor.
- Köklerimizden koptuk, alfabeyi değiştirdik.
- Bizde materyalist bir kampın ağırlığı söz konusu…
- Materyalizmin karşılığı lâikliktir…
- Bağnaz bir batıcılık kafası var bizde…
Deseydi…
Hiç kimse ona "yalaka" demezdi. Diyemezdi."

…diyor Ahmet Hakan Coşkun "Sana neden mi 'yalaka' diyorlar Yılmaz Erdoğan?" yazısında.

Her tespitine değilse de bu tespitine katılıyorum Ahmet Hakan'ın. Yine de Yılmaz Erdoğan'ı mazur görüyorum. Hafızam beni yanıltmıyorsa, (yanılttığını pek görmedim), 28 Şubat sürecinin pişirilip önümüze konduğu o yıllarda üstadın pek mühim işleri vardı.

O sıralarda televizyonda büyük sükse ve tomarla balya yapan "Bir Demet Tiyatro" dizisindeki Lütfiye tipinin Atilla Atalay'ın öykülerindeki Sıdıka tipinden arak olduğunu söyleyenlere o dönemin pek "nezih" ve işlevsel kontrgerilla yayını olan Kuvva-yı Medya dergisinin sayfalarında küfür etmekle meşguldü.

Ben gene de sevilesi bulurum Yılmaz Erdoğan'ı. Ne var ki, bu kez hem zamanlaması falsolu, hem de deve yüküyle para kazandığı sinema sanatı konusunda dersini iyi çalışmamış.

Biraz ansiklopedik bilgi vereyim sevabına:

Günümüze kadar "Türk Sineması" diye adlandırılan yerel sinemanın (melodram sinemasının) yaratıcısı, ilk ve ticarî açıdan en başarılı örneklerini üreten kişi, 1999 yılında kaybettiğimiz yazar, senarist, yönetmen, oyuncu Muharrem Gürses'tir. (Komedyen Atilla Arcan ve reklamcı Kemal Gökhan'ın babasıdır aynı zamanda.)

Rahmetli Erman Şener'in yazdığı -şu an kütüphanemde bulunmayan, 30 yıl önce okuduğum ve bildiğim kadarıyla satmamış, yeni baskısı da yapılmamış olan- Sinema Seyircisinin El Kitabı eserinden aklımda kaldığı kadarıyla, mealen aktarıyorum:

"Muharrem Gürses'in filmleri, geleneksel melodram sinemamızın bütün klişelerinin yaratıldığı, ilk kez uygulandığı ve popülerleştirildiği filmlerdir. Dağa kız kaldırma, rakı sofrasında dansöz oynatma, zengin kız fakir oğlan ya da fakir kız zengin oğlan arasında geçen ve trajediyle biten ümitsiz aşk, asalet takıntılı kötü kaynana, robdöşambr giyen püro içen fabrikatör kaynata, kenarın dilberi, katıksız iyilik, katıksız kötülük, bitip tükenmez yanlış anlaşılmalar, söylense bütün sorunu çözecek olan basit bir gerçeği ölene kadar saklama, üzüntüsünden verem olup ölen aşık vesaire…"

Yine aynı kitaptan, yine aklımda kaldığı kadarıyla, mealen aktarıyorum:

"Muharrem Gürses'in filmlerinde en sık rastlanan sahnelerden biri de, filmin sonunda kahrından ölen kahramanımızın cenazesi ağır ağır mezarlığa doğru götürülürken, ufukta sabah ezanı okunmaya başlar ve filmin üzerinde "SON" yazısını görürüz."

Belleklerimizi bir parça yoklarsak, hepimiz yetmişli, seksenli, doksanlı filmlerden de birçok ezanlı namazlı sahne hatırlayabiliriz. Dahası, formel anlamda "Türk Sineması" demek, geleneklere bağlılık, modernizmin yarattığı özentili züppe tiplerle alay etme, sokaktaki insanlara, ezilenlere karşı derin -hatta ağdalı- bir şefkat demektir. Ne materyalizmiymiş bu böyle? Türk Sineması köküne kadar skolastik bir sinemadır. Naiftir ve halkın sinemasıdır. Sermayesi, şu ya dabu şirket değil, seyircinin ödediği bilet parasıdır.

Koç ailesinin bir ferdîne özel bir sohbette sorduğum "neden sinemaya maddî destek vermiyorsunuz?" sorusunun bu kişi tarafından "batsın Türk sineması, bugüne kadar hep zenginleri kötü insanlar olarak gösterdiler" diye yanıtlandığını da daha önce bir iki kez yazdığımı hatırlıyorum. Başka kanıt lâzım mı?

Demek ki kıymetli Yılmaz Erdoğan kardeşimiz, sırf eyyama ayak uydurabilme kaygısıyla, fazla düşünüp taşınmadan, belki "bunu da yerler" diyerek, işkembeden sallamış. Pek hoş olmamış.

Haa, bir de sormak lâzım (tabii henüz sorulmamışsa), sen bakkal değilsin ki kardeşim, popüler -ve önünde bütün kilit bahirler açık- bir sinemacısın. Eğer yok idiyse, sen kullansaydın ya ezanı, abdesti, namazı ve hayatımızın "materyalist" olmayan diğer taraflarını filmlerinde. Sırtında yumurta küfesi mi vardı?

Dahası, şunu da ekleyeyim de bu sevimsiz konu fazla uzamasın: Yılmaz Erdoğan'ın filmlerine baktığımda, gelenekselmiş gibi görünen bir sürü motif barındırsa da, bildiğimiz, hakikaten geleneksel olan Türk Sineması'na nazaran, odağına dalavereyi, çıkarcılığı, riyayı, kolay kazanılan parayı koyan, hikâyesini, batılılaşmayı en çiğ biçimiyle algılamış, arada kalmış, yozlaşmış lumpen insanların zaviyesinden anlatan, gayet materyalist bir sinemadır.

Yani, Yılmaz Erdoğan, aslında kendi sineması için söylenebilecek şeyleri döndürüp kendisinden öncesi için söylüyor ve vebal altına giriyor.

Ahmet Altan

Ahmet Altan'ı da çok severim. Hakikaten. Küçük de olsa bir tanışıklığımız, iki çift lâf etmişliğimiz de vardır geçmişten.

Zarif bir insan olarak bilirim Ahmet Altan'ı. Üstelik korkak değildir; 28 Şubat sürecinde de, öncesinde de, bildiğini, inandığını, postaldan, mapus damından, dışlanmaktan, itilip kakılmaktan falan çekinmeden, olanca dobralığıyla ve istikrarlı bir aydın namusuyla yazmış adamdır. Hak edilmiş bir karizmaya sahiptir bu bağlamda.

Ne var ki, (bundan sonraki cümlelerde eski tanışıklığa binaen, sadece Ahmet diyeceğim), Ahmet'te, liberalizmin insanlığa vaad ettikleri konusunda, babasından tevarüs edilmiş, derme çatma, iç bağlantıları iğreti, gıcırdayan bir ütopik zihinsel kurgu gözlemliyorum. Tüm iyi niyetine ve içtenlikle teslim ettiğim aydın namusuna rağmen, ek yerleri çakışmayan alel usul bir eklektizm var vaazlarında.

Daha önceki yıllarda da değinmiştim buna bazı yazılarımda isim zikretmeden. (Merak eden için: Alkış ve Yumurta + Yıl 2108: İnsanoğlu dünya cennetini yarattı… Didiklenirse başkaları da bulunabilir.) Siyasi yolculuğuna sosyalist olarak başlayıp, sonraki duraklarda makas değiştirip, arzuladığı konfora daha uygun olan liberalizm hattına geçen kıymetli pederinin, her biri birer mizahi hazine sayılabilecek klişelerinin bir kısmını Ahmet'in yazılarında da sık sık görüyorum.

Bendeniz hakir, şurada kıçı kırık bir web sitesinin büdütörlüğünü yapıyorum diye yağlama yıkamadan başımı alamaz, kendimi "necdetullah hocaefendi hazretleri" gibi görme raddelerine gelip gelip giderken, yayınlarıyla memleketi çalkalayan, hem de bayilerde ve internette parayla satılan bir matbu ceridenin genel yayın müdürü olmak, her halde çok daha zordur ego denen habis kitleyi kontrol altında tutmak açısından. Herhalde oralarda da "bugünkü yazınız her zamankinin de fevkinde, harikulade ötesi Ahmet Bey" diyen yıldıraylarla falan çevrilir etrafı insanın.

Herhalde oralarda da, nasıl ben her yağlamadan sonra kendi sesime aşık olma raddelerine geliyorsam, hem genel yayın müdürü hem de best-seller-roman yazarı olmak, insanı kendi sesine, cümlelerine aşık bir insana dönüştürüyordur.

Ahmet'te ben bunu görüyorum.

Belki o nedenle, yazılarını yarıya kadar okumak bana yetiyor. Zira, yazının yarısından sonrası, bilmem kaç bin vuruşu tamamlamak için yazılmış ve zaten üst tarafta anlatılmış olan şeyleri, metaforlarla zenginleştirilmiş, daha da cilalanmış romantik cümlelerle tekrarlamaktan öteye gitmiyor.

Bir de, dediğim gibi, üslûptaki efendiliğin bile örtemediği, gün geçtikçe artan bir narsizm görüyorum Ahmet'in yazılarında. Türkiye'nin tüm solcularını birkaç çocuksu klişeye indirgerken, tutup bir de haşarı yeğenlerini paylayan bir ağır abi tavrıyla ayar verirken, büyüklüğünden ve akil adamlığından çok emin görünüyor.

Bunları uzun zamandan beri düşünüyordum da yazmıyordum. Gönül kırıcı olmayayım diye.

Şimdi neden yazdım, onu anlatayım.

Hani Taraf yazarı ve tarihçi Halil Berktay bu yakınlarda "1 Mayıs 1977'deki can pazarı derin devletin kışkırtması değil, solun kendi rezilliğinin eseriydi" gibi bir lâf etti ve ortalık savaş yerine döndü ya… Hani gazete yönetimi de -adı "Taraf" olduğu için olsa gerek- bu kavgada tarafını seçip, solun, solculuğun ne boktan bir şey olduğu konusundaki şahsî ezberlerini manşetlere döktürdü… Hani gazetenin yazarlarından bazıları bu kadarını kaldıramayıp "daha da yazmam" deyip bıraktı ya köşelerini…

İşte bu -inşallah hayırlara vesile olacak olan- gecikmiş, anlamsızlaşmış tartışmaya edebi tadından yenmeyen yazılarından biriyle müdahil olan Ahmet, mantık hatalarını bir yana bırakıyorum, ciddi bir bilgi hatası üzerine "teori" inşa ediyor.

"Greta Garbo sendromu" diyor bizim Ahmet, kendisinin "sol" dediği küsürat kabilinden şeyin geçmişin efsanelerine sıkı sıkıya bağlı kalmaktaki inadına.

Önce şu Greta Garbo mevzuuna açıklık getirelim:

Greta Hanım, en son oynadığı film olan Two-Faced Woman 1941 yılında vizyona girmiş. Peki, sesli sinemaya hangi yıl geçilmiş? 1928'de, The Lights of New York adlı filmle… Aslında, sinemada görüntüye ses ekleme işi, ilk kez 1910 yılında Edison tarafından yapılmış bile, ama ticarî sinemaya istimal edilişi 18 yıllık bir gecikmeyle (tereddütle) olmuş.

Peki Greta Garbo? O arada hiç konuşmamış mı?

Niye konuşmasın ki? 1931 yılında oynadığı Anna Christie filmi "Garbo konuşuyor" reklam sloganıyla piyasaya sürülmüş. Aslen İsveçli olan ve İngilizce'yi bilâhare öğrendiği için biraz aksanlı konuşan (belki biraz da bir kadın için gereğinden fazla kalın olan sesi nedeniyle) "bakalım Garbo konuşunca eskisi kadar beğenilecek mi" diye merak edilmiş. Ve konuşan Garbo eskisinden de fazla seyirci ilgisine mazhar olunca, ortada korkulacak hiç bir şey kalmamış.

Garbo, sinema oyunculuğuna gençlikten orta yaşa geçerken, bildiğim kadarıyla "insanlar beni güzel halimle hatırlasın" diyerek veda etmiş. Tabii bu da bir efsane. Belki kadın, artık teklif almamaya başladığı için mesleği bırakmıştır.

Sanırım sevgili Ahmet, bu yılın Oscar ödüllerini silip süpüren The Artist filmini seyretmiş ve onu Garbo'nun hikâyesiyle harmanlamış kafasında.

Ama şekerim, o ailecek övgüler düzdüğünüz "bilgi çağı"nda yaşamıyor muyuz? Hani "dünyada proletarya diye bir şey kalmamıştı" (güleyim bari)… Hani "işçiler bütün gün yan gelip yatacak, keman konçertosu dinleyecek, çetin altan okuyacak" (tabii tabii, kapitalizm dediğin, zaten işçilerin sanatla uğraşması için patron ianesiyle kör besler gibi doyurulduğu sistemin adıdır)… Hani "gün gelecek, taharetlenme işimizi bile robotlara yaptıracağız" (meselâ)… Hani kuşlar ağaçlar, bin bir renkli çiçekler…

Konuyu dağıttım galiba. Şunu demek istiyorum:

Ahmet, gözümün nuru kardeşim, (Yılmaz, sen de dinle bunu), bilgi çağında yaşıyoruz. Artık Google denen bir şey var. Olmadı Yahoo var. Vikipedia var. IMDB var. Derkenar var. Var oğlu var. İnsan bir "Greta Garbo" yazar arama motoruna, beş on dakikasını araştırmaya ayırır. Olmadı, gazetenin dayı torpiliyle işe alınmış "sanat-kültür" editörünü ya da sinemacı tanıdıklarını falan arar, bir sorar. Benim ezberimden çıkarıp yazdığım şu şeyleri oralardan çek eder. Sen yoksa işçilerin kol kalınlığında ve dört lüle sıçıp, Taksim meydanında birbirlerini vurdukları ve sonra da zavallı kontrgerillaya iftira attıkları tipo baskı yıllarında mı kaldın?

Bir de Roni

Geçenlerde de -belli ki küresel sermayeden yana Taraf olan- gazetenin bir başka değerli (mecaz değil, hakikaten değerli) yazarı Roni Margulies, hem de yazısının başlığında, tutmuş, Enkidu ile Nibiru'yu birbirine karıştırmış. Hiç adetim olmadığı halde, sırf yazılarını sevdiğimden, bir mail atıp "Roni Bey, durum böyleyken böyle, o Sümer tanrısının adı Nibiru, yani Marduk. Enkidu ise, Gılgamış'ın kavga -ve flört- partnerinin adıdır. Hatta derler ki, Enkidu, Gılgamış'ın alter egosudur, falan filân" türünden bir sufle verdim.

Kibar adammış, hatasını kabul eden bir cevap gönderdi. (Gerçekten kibar; çünkü köşe yazarları, eğer sen de onun kadar popüler ve gündemde değilsen, lûtfedip iki satır cevap bile yazmazlar. Zannederler ki, hayat boyu hep öyle kalacaklar. Hatta öldükten sonra da gazetedeki odaları türbeye dönüşecek.)

Sonraki günlerde bekledim ki, üstad yazının başlığında yaptığı bu yanlıştan dolayı minik bir özür notu ile okurlarını aydınlatır.

Aylar geçti. Hâlâ bekliyorum…

Netice…

Bunun gibi daha onlarca işkembeden sallamaca, hadi insaflı olayım, hafızanın azizliğine uğrama öyküsü anlatabilirim bizim matbuata dair. Ama sıkmak istemiyorum. Hem, ben bu tür "şahsa özel" eleştiri yazıları yazmak da istemiyorum. Birileriyle uğraşıyormuşum gibi algılanmak istemem. Zaten tarzım değil. Üstelik, ünlülere sataşıp gündeme gelmek, meşhur olmaya çalışmak türünden ince saptamalara maruz kalmak da var işin ucunda.

Fakat, şunu da belirtmeden -daha doğrusu, hatırlatmadan- geçmek istemem:

Yukarıda da değindiğim gibi, şöhret, pohpohlanmak, insanı şaşırtan, algısını bulandıran, zehirli bir maddedir. Hayatının bir döneminde, öyle ya da böyle, kamuoyunun ilgisine mazhar olan, peşinden koşmamış olsa bile şöhret kazanan insanların çok dikkat etmesi, hep aklının köşesinde tutması gereken bir şey var: Kendisine atfedilen kerametin, aslında "şeyh uçmaz mürit uçurur" kabilinden bir keramet olduğu, gölgelerde, kuytularda kendisinden daha pırıltılı milyonlarcasının iddiasızca yaşayıp gittiği, kendisine bu şöhreti (yanı sıra serveti) bahşeden şeyin kendi eşsizliği değil, öne geçme konusundaki azmi ve kararlılığı olduğu…

Budur, pırıltı gördüğüm insanları ısrarla bir şeyler yazmaya zorlayışımın esbabı mucibesi. Yazarlık, sadece seçkin ailelerin çocuklarına bahşedilmiş ilâhî bir ayrıcalık değil, her insanın elinden geldiği kadarıyla da olsa yapması, en azından denemesi gereken bir şeydir. Yazmak, hayatla ödeşmek, kambur felekle helâlleşmektir. Yazmak, zekâyı çapaklarından arındırır. Buna inanıyor ve yazarlık ressamlık gibi işlerin asalet ünvanı olmaktan çıkmasını, gündelikleşmesini, hayata karışmasını arzuluyorum. Bunun için de asla ve kat'a küresel sermayenin nihaî zaferi gibi takoz bir ideale bel bağlamıyor, işe bu günden koyuluyorum.

Aksi takdirde, "ben geğirsem hikmet değerindedir" kuruntusundan kendini alamayan ve sözüne itiraz geldiğinde de dinine imanına sövülmüş gibi alınan, tafra yapan medya starlarıyla -ve onların pervaneleriyle- doluyor ortalık. Şık olmuyor. Şu dipsiz internette okuyacak şey bulmakta zorlanır hale geliyorum.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

90
Derkenar'da     Google'da   ARA