Patronsuz Medya

Gerilimin G noktası

Necdet Şen - 15 Şubat 2000  


Basının gerçek yaşamdaki konu yelpazesi

Gazete için günlük olan nabız atışları, dergi için haftalıktır. Dergicinin hedefi 'haber atlatmak' olamaz; dergi, haberin derinliğine iner, otopsisini yapar. Derginin konusu ile gazetenin ve televizyonun konusu ayrıdır.

Örneğin televizyon, Hizbullah operasyonunu başladıktan yarım saat sonra canlı yayına yansıtır ve dakika dakika anlatır, heyecanlı ses tonuyla olayın dramatik etkisini artırmaya ve diğer kanalların seyircisini çalmaya çalışır.

Gazete ise, bir gün geriden kovaladığı olaylar hakkında, "size televizyondan öğrenemediğiniz perde arkası sırlarını ve de dünyanın en akıllı (nah akıllı) yazarlarının bu konuda kestikleri ahkâmları veriyoruz, bu konuda ne düşüneceğinizi televizyon seyrederek öğrenememiştiniz, şimdi bizim yazarımız fişmekân'ın yazısını okuyunca on paragraflık dünya görüşünüz olacak" der.

Dergi, olayı en az bir hafta gecikmeli olarak izlediği için, haberdar etme konusunda rekabetin çok gerisindedir. O nedenle, var olan gündeme şöyle bir değinip, kendi gündemini yaratmak zorundadır: "Haftalardır konuşulan xxx konusunu biz iki buçuk yıl önce şu şu şu ayrıntılarıyla size yansıtmıştık; o sümsükler şimdi bizim eski haberimizi size yeni diye kakaladılar. Ayrıca biliyor musunuz ki, bugünlerde Tüsiad bir rapor hazırlatıyormuş ve henüz yazılmamış, hatta mevzu bile edilmemiş bu raporun taslaklarını dergimiz ele geçirdi… Ayrıca orgazm konusundaki dev anketimiz sonuçlandı… En seksî erkek Fatih Ürek'in sünnet fotograflarını yayınlıyoruz… Newsweek'le aynı anda, Figaro'nun düğün fotografları… Yaşar Nuri Öztürk gizlice Hindu mu oldu?"

Dergi gazeteciliği çarpıcı konu bulma ve baştan çıkarma gazeteciliğidir. Dergici, o parayı o dergiye vermeye niyeti olmayan 'kerizi 'ayartmak ve her hafta o dergiyi almazsa çok şey kaçıracağına, ayrıca da bu dergiyi okumakla seçkin bir azınlığın mensubu olacağına inandırmak üzerine uzmanlaşır. Yani dergicilik bir bakıma reklâmcılığın gazetecilik postuna bürünmüş olanıdır.

Dergilerde çalışanların bir bölümü gazetelerin haber bölümlerinde yetişip gelmiş insanlardır; onlar dergilerin ciddi bölümünü hazırlar. (Hızlı, bu gruptandır; aslında çok yukarılara çıkabilecekken, sivri dilinin ve adalet saplantısının gadrine uğramış, çavuşluktan yukarıya terfi edememiş, hatta rütbeleri sökülmüş sürgün gazetecilerden biridir.)

Diğer bir bölüm de mesleğe dergilerde başlar ve sonradan gazetelere geçtiklerinde de yine böyle içi boş, sadece göz boyamaya yönelik işlerle uğraşır, magazinci olarak kalırlar.

* * *

Peki merak duygusu nasıl şey edilir?

Çiçeği burnunda gazetecilere haber yazma tekniğini anlatan deneyimli gazeteciler, işin püf noktasını şöyle özetler:

"İlk cümle haberin içeriğini yansıtmalı; ilk cümleyi de içeren ilk paragraf, bu özeti biraz daha açmalıdır. Bu, okurun, haberin kendisini ilgilendirip ilgilendirmediğini hemen anlamasını ve geri kalanını okuyup okumayacağına ilk paragrafta karar vermesini ve dahası, okuduğu haberi anlamasını kolaylaştırır.

Çizgi romanlarımda bu düsturu elimden geldiğince göz önünde tuttum. Birinci gün yayınlanan bant -ya da sayfada- o öyküde anlatacaklarımın ne olduğunu özetleyen birkaç cümlelik bir konuşma -ya da eylem- olurdu. Onu izleyen birkaç gün boyunca, ilk gün açıklanan tema, biraz daha etraflıca tekrarlanır, -varsa- yan tipler devreye girerdi.

Onbeş yirmi günde bir, okuyucunun konunun ucunu kaçırmış olma olasılığını hesaba katarak, öyküyü duraklatmadan, özet sayılabilecek (bağlaç mahiyetindeki) bir konuşma -ya da eylem- ile bir sonraki aşamaya atlardım.

Alfred Hitchcock da filmlerinde, sinema salonuna geç girmiş -dolayısıyla filmin başını kaçırmış- olan seyirci için, filmin onbeşinci dakikası cıvarına özet yerine geçen bir diyalog yerleştirirmiş.

Çizgi romanımda, her günkü bölümü hem bir öncekinin devamı, ama hem de kendi başına bir bütün gibi tasarlardım. Ola ki bazı günler romanımı okumayı atlamış olan ya da o güne kadar okumayıp, o gün 'öylesine' takılmış olan kişiler, okudukları bölümde ne olduğunu anlasınlar ve üç dört gün sonra yeniden göz attıklarında, hem önceki okuduklarıyla aynı bütün içine sokabilecekleri, hem de -yine- kendi başına bir anlam oluşturan yeni bir parçayla karşılaşsınlar. Öykü, olabildiğince net, fazla dallanıp budaklanmadan, ama sürekli tekrarlara hapsolup sıkmadan, yavaşça akardı (biraz caz müziği gibi, sağlam bir altyapı ve bilinen bir tema üzerinde sonsuz çeşitlemeler).

Dergide yayınlanacak çizgi romanın formatı ve grameri farklı, kitap olarak basılacak olanınki farklı, gazetede tefrika edilecek olanınki farklıdır. Eğer sinema, kitap olarak yayınlanan çizgi romana benzetilebilirse, televizyon dizisi de gazete çizgi romanına benzetilebilir.

Bir dergi, eğer çizgi roman dergisiyse, bu bir parfümeri ya da kasetçi dükkânı gibi, birbirleriyle kategorik olarak benzeşen şeyleri bulunduran bir bütündür ve kapıdan giren kişi tercihi kısmen netleşmiş olan bir müşteridir; karısı için bir parfüm ya da kızı için bir pop kaseti alacaktır. Tek konuda yayın yapan Tv kanalları, buna örnektir (müzik kanalı, haber kanalı ve benzerleri).

Gazetede yayınlanan çizgi roman, tabir caizse, süpermarket koridorlarında kaybolmuş olan kafası karışık müşteriye kendini fark ettirmek, sonra aklını çelmek, sonra da onun ihtiyaç listesinin ilk kalemi olmak gibi bir mucizeyi gerçekleştirmeye soyunur. Rakip çok fazladır ve hedefin dikkati son derece dağınık, iştahı son derece kabarıktır.

Televizyonda yayınlanan her şey, ister haber olsun, ister dizi, ister reklam, o ekranın karşısına amaçsız oturmuş olan yorgun insanı ayartmak ve dağınık olan dikkatini kendi üzerinde sabitlemek için uğraştığı için, gazete çizgi romanıyla bazı benzerlikler taşır.

Market çok karmakarışık ve müşterinin düşünceleri bulamaç gibidir. O bulamacın içinde biraz aşk, biraz makarna sosu, biraz katliam, biraz iştah, biraz abazanlık ve eser miktarda merak bulunur.

İşte tam bu noktada, "bir diziyi sürükleyen şey, aksiyondur" düşüncesi bende biraz hurafe izlenimi uyandırıyor. Sorum şu: Madem işi bitiren aksiyon, o halde niçin seyirci, elinde çok seçenekli ışın tabancası (uzaktan kumanda) olduğu halde, "Ceviz Kabuğu'nu mu seyretsem, Yalan Rüzgârı'nı mı seyretsem?" diye kararsızlık geçiriyor? Birinde sabaha kadar kıpırdamadan oturup çoğunlukla boş boş konuşan sevimsiz, gıdılı, göbekli adamlar, diğerinde etkileyici bir öykü, ilik gibi kızlar ve daha neler var.

O halde yukarıda tırnak içine aldığım ve altını çizdiğim hurafenin tökezleyen yanı neresi?

Önüne gelen senaryo yazıyor! Ama…

Bildiğim kadarıyla senaryonun altın kuralı, 'gerilim'dir. Gerilim ne peki? Yazarak düşünelim: Örneğin şu açık oturumlara tartışmacı olarak katılan tiplerin artık bıktığımız konularda, hep aynı yaveleri tekrarlayarak ve birbirlerini asla dinlemeyerek çene yarıştırmalarının, gerilim neresinde? Niçin bu sıkıcı adamlar dünyanın masrafı yapılarak çekilmiş bazı dizilerden daha fazla 'iç gerilim' taşıyor?

Sakın, üzerinde kafa şişirdikleri konunun ekseni, tam da hayatımızın -gerçek ya da sanal ekseniyle- üst üste oturuyor olmasın? Orada konuşurkenki beden dillerine yansıyan düşmansılık veya riya, sakın bizim sahici dünyamızın aynası olmasın? İçinde mobilya olan daracık odalarda geçen hayatımız, şu kalabalığa rağmen kimsesizlik içinde tükenmekte olduğu için, sözümüzü kesmeyen ve küfürlerimize alınmayan -sanal bile olsa- sohbet arkadaşlarına ölesiye ihtiyaç duyuyor olabilir miyiz? Acaba 'konuşan kafaların' televizyonu çekirge sürüleri gibi işgal etmiş olması, birbirimizle konuşamayışımızın yarattığı iç gerilimi topraklıyor olabilir mi?

Hızlı Gazeteci'ye başlarken, 'çizgi romanda asla yapılamaz 'denen bir şeyi becermek ve bir hurafeyi kafalardan silmek gibi bir amacım vardı.

Hurafe şuydu: "Çizgi roman aksiyon demektir. Çizgi roman okuyucusu boş kafalıdır ve kavrayış yeteneği zayıftır; incelikli ayrıntılar onun ilgisini çekmez. Her karede yumruk, silâh, atletik beden, çıplak kadın, ayrıntılı çizimler vs olmak zorundadır. Entellektüeller çizgi roman okumaz. Çizgi romanda felsefe olamaz. Yaparsan okuyan olmaz."

Olur muymuş, olmaz mıymış, hep birlikte gördük. İnadına konuşan kafalar çizdim. Yeteneğim mi eksikti, inadına mekân, aksiyon, silâh ve yumruk çizimlerinden uzak durdum. Siyasi öyküm (Bacı) beğenilince, içinde hiç siyaset olmayan aşk öyküsü (Mimoza) yaptım. O da beğenilince, içinde her ikisi de olmayan başka şeyler yaptım. Hızlı çok sevilince, içinde Hızlı olmayan öyküler anlattım.

Herhalde artık anlayan anlamıştır, Çizgi Roman'da da başka formatlarda da gramer dediğimiz şeyin "ezber"in ötesine taşınabileceğini ve yoktan var edilebileceğini.

Daha önceki çizgi romancılar "ben kitap okumaktan hoşlanmam, kafam sinemaya, roman kuramına, sosyolojik çözümlemelere, felsefeye filân basmaz; ben rüyamda dayak yediğimi, kulamparalar tarafından düdüklendiğimi görürüm, sabah uyanınca da dayak atan, kulamparalık yapan adamın hikâyesini anlatırım" deseydi, daha dürüstçe konuşmuş olurdu.

* * *

Ben bu boku bilirim!

Bir var sayımım var; kırk beş dakika boyunca, bir metro vagonunda, karşısında oturan meçhul dinleyiciyi esir almış geveze bir adamın yüzüne kadrajladığım kamerayla, onun zırva gibi görünen uzun monologunu aktaran bir bölüm çekip, izlenme oranı (reyting) konusundaki önyargıları yıkabilirim.

Belki 'kuruntular' içindeyimdir; yirmi küsur yıldır taşımakta olduğum, "sokaktan geçen rastgele birini çevirip, onu yarım saat içinde benden daha fazla para kazanan bir karikatüriste dönüştürebileceğim" kuruntum gibi (bu cümleyi okuyan kişi 'yok deve! 'demesin diye yarım saat dedim; bu süre gerçekte 15 dakika).

Niçin peki, ben sihirbaz mıyım? Hayır. Gerçek çok yalın, bunu gören var, göremeyen var, gramer öğrenilebilir, veya gramer yanlış öğretilebilir. Berbat bir karikatüristi ülkenin en çok satan gazetesinin logosunun yanına yerleştirir ve yıllarca oradan kıpırdatmazsan, hemen hemen herkes, onun bu ülkenin en iyi karikatüristi olduğuna iman eder. O çapta bir karikatüristi formatlamak için 10 dakika yeter. Berbat bir diziyi en büyük kanalın en çok seyredilen saatine koyarsan, doğaldır ki, gece yarısından sonra ufak bir kanalda yayınlanan şaheserden kat kat fazla izlenme oranı tutturur.

Televizyon, ne kadar bakılmak içindir, ne kadar dip gürültüsü ve sembiyotik alan yaratmak için, tartışılabilir.

Gerilim (yani iç gerilim) kıpırtıyla, teşhircilikle, göz boyamayla, klişelerin sonsuz tekrarıyla değil, insan ruhunun temel çatışma noktalarına nüfuz edebilmekle sağlanabilir. Örnek vermek gerekirse, bilinç dışında "ben o biçim miyim?" endişesini barındıran bir erkek (barındırmayan var mıdır, bilemem) birbirine alenen yumulan erkek homoların görüntüsünü iğrenç bulur ve sert tepki gösterir. Seyretmez ve seyrettirmez. Oysa aynı kişi, maço görünümlü iki erkeğin erkeksi itişmesinin ardında alttan alta kendini sezdiren eşcinsel gerilimi, adını hiç koymadan bir kahramanlık destanı anlatır gibi anlattığında, o eser yüksek izlenme payı da tutturur, hatta klâsik bile olur. (İki örnek: Top Gun filmi ve beş bin yıllık Gılgamış Destanı).

* * *

Konuşmak, eylemdir

Konuşmak -hangi biçimiyle olursa olsun- saldırgan bir öz taşır. Ve konuşmak, aslında, inceltilmiş bir yumruklaşma biçimidir. Ama konuşmak, kumrular gibi sevişmenin giyinik bir biçimi de olabilir istenirse. Aynı kişiler, aynı cümleleri kullanarak, birinci sahnede kumrular kadar sevecen, ikinci sahnede dövüş horozları gibi düşmansı bir gerilimi yansıtabilirler. Aradaki zıtlığı belirleyen şey, küçük bir farktan ibarettir. Senaryo ve öykü yazarının çapı ne kadarsa, o fark o kadardır.

* * *

İkinci bölüm: Kahraman nedir?

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

75
Derkenar'da     Google'da   ARA