Patronsuz Medya

Yazsam ne yazar?

Seyit Balkuv - 24 Mayıs 2008  


Bir süre önce çocukluktan beri görmediğim ve çok sevdiğim bir ilkokul arkadaşımla karşılaştım. Aradan onca zaman geçmiş olmasına rağmen birbirimizi hemen tanıdık. Meğer her sabah aynı vapura biniyormuşuz da haberimiz yokmuş. Böylece uzun uzun sohbet etme imkânı bulduk.

Lâf döndü dolaştı arkadaşımın babasının film makinası merakına geldi. 70'li yıllardan bahsediyoruz, o zamanlar fotograf makinası görmek bile istisnaî bir durumdu. Arkadaşımın babası o zamanlar yurt dışından portatif bir kamera getirmiş ve ilkokula başladığımız ilk günü de filme almış.

Bir gün buluştuk, ilkokula başladığımız ilk günün filmini seyrettik. Ve evet, 3 saniyelik bir süre için merakla beklediğimiz şeyi de gördük: Rahmetli annem ve dizinin dibinde siyah önlüklü, ürkek bakışlı küçük oğlu Seyit.

Bugün annem de babam da yaşamıyor. İnsan ölümü kimseye yakıştıramıyor ama onların öldüğü yıllarda ben artık koca bir adamdım. Birbirimizden ayrılırken onların nasıl insanlar olduğunu sevinçlerini, kaygılarını, korkularını, zaaflarını az çok biliyordum. Onlar da beni görmüş, tanımıştı kuşkusuz.

Tabii hayat herkese bu kadar verimkâr davranmayabiliyor. Başka bir arkadaşım üç kızkardeşi ile daha bebek denecek yaşta anne ve babasının peşpeşe gelen ölümleri ile yapayalnız kalmıştı. Kardeşlerin hepsi akraba, konu komşu desteğiyle ve bin bir güçlükle iyi okulları bitirmişler, iş sahibi olmuşlar, aile kurmuşlardı.

Anne babasını hatırlayamayacak kadar genç yaşta kaybeden arkadaşım, "aslında onları hiç tanımamış olmasının ehveni şer olduğunu, zira onları tanıdıktan sonra kaybetmenin acısına katlanmanın çok daha zor olacağını" gözleri dolarak söylemişti.

Kendine böyle bir çıkış noktası bulmuştu. Daha çok sorup onu üzmek istemedim.

Şimdi devran döndü. Bu dünyadan göçen anne babalarımızın koltuğuna kurulup bizden sonra gelen nesil hakkında endişelenme ve onların hayata tutunduğunu görecek kadar yaşamayı niyaz etme sırası şimdi bize geldi

"Ben ateistim, dua etmem" demeyin. Öyle anlar vardır ki ateistlik falan sökmez. İkinci Dünya Savaşında cephede bulunan bir komutan şuna benzer bir şey söylemiş: "Dört yanımızda bombaların patladığı, ölümün kol gezdiği bu siperlerde hiç ateist bulunmazdı."

Kaldı ki, bu tür kaygıları duymak için mutlaka çoluk çocuk sahibi olmanız gerekmiyor. Hayatın zorluklarının üstesinden gelmeye çalışırken benzer zorlukları yaşamış insanların bıraktığı izler, zor günlerinizde size uzanan bir dost eli vazifesi görmedi mi? Şimdi o sıkıntıları çekme arifesinde olan yeni nesile, öğüt vermek anlamında değil, yol göstermek anlamında değil, ama hiç olmazsa "ben bunları gördüm, bu sıkıntıları yaşadım, bu güzellikleri deneyimledim, şimdi ise bu haldeyim" diye bir bilgi kırıntısı iletmek, bereketiyle beslendiğimiz bu topraklara vefa borcumuz değil midir?

Arkanızdan gelen nesile "filan işi yapan, falan takımı tutan, dört oda bir salon ev alan, çocuklarını iyi okullarda okutan, bir zamanlar iki kiloluk bir balık tutan, musluk contası değiştirebilen, tek elle gazoz kapağı bükebilen" biri olduğunuz dışında bırakacağınız başka bir mesajınız yok mu?

Var tabii, işte fırsat buldukça küçük notlar almanızın, içinizdekileri yazıya dökmenizin esbab-ı mucibesinin biri de bu.

Diğeri ise kendinizle ilgili.

İş dünyasında son dönemlerini yaşayan bazı büyüklerimizi izliyorum. Bunların çoğu "bulundukları mevkilere kendi çabalarıyla, tırnaklarıyla kazıyarak geldiklerini" söylüyorlar. Aynı zamanda müthiş bir sorumluluk duygusu taşıyorlar.

Çalıştıkları işe karşı sorumluluk bilincine sahipler; en küçük bir aksaklıkta bile hemen müdahale ediyorlar, sorunun çözüldüğüne emin olmadan eve gitmiyorlar. Çocuklarına karşı sorumluluk taşıyorlar; onları yurt dışında okutuyorlar, onları evlendiriyorlar, onlara ev araba almaya çalışıyorlar, iş kurmaya çalışıyorlar, borçlarını ödüyorlar. Eşlerine karşı sorumlular; aldıkları evleri arabaları eşlerinin üstüne yapıyorlar, onların tüm ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Gelgelelim kendilerine karşı olan sorumluluklarının hiç birini yapmıyorlar. Yediklerine içtiklerine dikkat etmiyorlar, sağlıklarına dikkat etmiyorlar, spor yapmıyorlar, dünyayı ve kendilerini anlamakla ilgili en küçük bir zahmet bile göstermiyorlar. Adeta bir makina gibi, bir robot gibi yapmakla yükümlü olduklarını hissettikleri şeyleri durmadan yapıyorlar.

Bir arkadaşım eşi ile beraber yaşadığı büyük müstakil bir ev yapmıştı. Ev o kadar büyüktü ki tamamlandıktan sonra bile bakımı bütün zamanlarını alıyordu. Arkadaşım "bu evde üçüncü bir kişi daha var, o da evin kendisi; biz kendimizi evin sahibi değil, o üçüncü kişinin hizmetkârı olarak görüyoruz" diyordu.

İşte onun gibi bir şey, bu adamlar bütün enerjilerini çevresindekilere hizmet etmekte harcıyorlar. Hayatın ona verebileceği güzellikleri, heyecanı ve fırsatı ıskalıyorlar. Daha tuhafı, belli etmemeye çalışıyorlar ama bu tutumlarıyla adeta öğünüyorlar.

Şöyle basit bir soru soralım: "Tam bir sene öncesine baktığınızda kendinizle ilgili bir fark görüyor musunuz?" Tabii manevî anlamda soruyoruz, kırdığınız fındıklar, fırına verdiğiniz mercimekler konumuz dışında.

Örneğin, hayata bakışınızda yumuşama veya sertleşme hissediyor musunuz? Bir sebepten intikam duygunuzun alevlendiğini hissediyor musunuz? Size benzemeyenlere karşı içinizdeki hınçta bir yumuşama var mı? Hayvanlara karşı daha merhametli olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Kıskançlığınız azaldı mı? Ne bileyim, zeytinyağlı lâhana dolması sarmayı öğrendiniz mi?

Bu sorulara cevabınız "kayda değecek bir fark olmadığı" yolunda ise, "zaten ununuzu eleyip eleğinizi astığınızı" söylüyorsanız siz aslında sadece geçmişte yaşıyorsunuz, şu anda ise düpedüz ölüsünüz demektir.

Burada kelime oyunu yok, anlamak için de filozof olmak gerekmiyor. Son bir yıldır kendinizde kayda değer bir değişim gözlemlemiyorsanız, tüm davranışlarınızı son bir yıl öncesine kadar yaşadığınız deneyimlerle belirliyorsunuz demektir. Yani son bir yıldır hiç bir dış etken kabuğunuzu geçip gerçek "size" ulaşamamış demektir. Ağzınızdan her çıkanı bundan yıllar önce beyninizin bir yerine yapışmış, küflenmiş ve her danışıldığında aynı cevabı döndüren kemikleşmiş imgeler belirliyor demektir.

Dolayısıyla tıpkı gerçek anlamda ölmüş yakınlarımızın, zihnimizde sadece geçmişte yaşıyor olması gibi, siz de geçmişte yaşıyor fakat şu anda yaşamıyorsunuz demektir. Hiç olmazsa dikkat edin de "bozuk plak" durumuna düşen yaşlılar gibi etrafınızdakileri bunaltmayın. Paslanmış durumda bulunan muhakeme sisteminizin aczini idrak etmek bir yana, onun değişmezliğiyle böbürlenip arş-ı âlâya erdiğinize hükmederek, arayış içinde olan körpe beyinleri sevgisizlik ve nefret çukuruna çekmeyin.

İşte bir şeyler çiziktirmemizi gerektiren diğer sebep, o hep ihmal ettiğimiz "kendimize karşı olan sorumluluğumuz"dur. Arada bir resminizi çekin ki, daha sonra dönüp neye benzediğinize bakın. Eski resimlerinizi yan yana koyup karşılaştırın. Ne olduğunuzun, ne olmadığınızın farkına varın. Sadece yazmakla bile kendinizde olan değişimlerin, iç dünyanızdaki hareketlenmenin farkına varmak mümkün. Bunun keyfini yaşayın.

Arada zülfüyâre dokunursanız, okuyanlar ne der diye endişelenmeyin. Etrafınızdakilerin çoğu, yalvarsanız bile yazdıklarınızı okumayacak, görmezden gelecektir. Siz yeter ki oltanızı atın. Gün olur, hem size ihtiyaç duyan, hem de sizin ihtiyacını duyduğunuz kişiler birbirini bulur, dertleşir. Hani eskilerin dediği gibi: "Hem susamış suyu ararmış, hem de su susamışı."

Yaptığınız şeyi "işi gücü olmayanların avuntusu" olarak görmeyin. Tam tersi, belki de dünyanın en kutsal vazifelerinden birini yapıyorsunuz. Hepimiz binlerce yıllık şiddetin, korkuların, zulmün, savaşların, acıların mirasçılarıyız ve farkında olmadan bu mirası bizden sonra gelen nesile taşıyoruz ve etrafta bu gidişatı durduracak, hatta tersine çevirecek bizden başka kimse yok.

Yorumlar

Yazma kişisel ihtiyaçlar üçgeninin en tepesinde yer alan bir ihtiyaç. Bir varoluş meselesi. Keşke herkes üçgenin en tepesinde düşünüyorum, öyleyse varım ve yazıp aktarmalıyım dese. Çok güzel bir yazı. Teşekkürler.

Selim Özdeş - 30 Mayıs 2008 (11:52)

Öncelikle yazdığınız ve anlatmaya çalıştığınız konu için teşekkür ederim.

İhmal ettiğimiz biz ve boşa tükettiğimiz bir ömür. Bir çok şey bize geçmişten miras, haklısınız. Çoğumuz halimizden şikâyetçiyiz doğru ama bunu değiştirmek için pek bir şey yaptığımız da yok. Sevgiden uzak, anlayıştan uzak sadece kendi dünyamızda yaşayan insanlarız. Genelleme yapmıyorum belki istisnalar vardır.

Peki çocuklarımıza ne bırakabiliriz bu durumda? Büyük bir boşluk ve umutsuzluk yalnızlık dahil.

Düşünmemizi, neredeyse imkânsız hale getiren yaşam koşullarını iyileştirecek olan yine bizleriz. Hazırcılığa paydos ve bizim de elimizi taşın altına koyma vakti geldi, diye düşünüyorum. Akıl her geçen gün kendini yeniler, genişler ve değişir. Dolayısı ile düşünenler oldukları yerde saymazlar, her bir adım kişiyi gerçeğe ve doğruya götürmeye adaydır.

O vakit düşünelim ve bu gün yaşadıklarımızdan memnun değilsek. Değiştirmek adına ve gelecek kuşaklara yaşanabilir mutlu bir dünya bırakmak adına, değişim şart. Çorbaya tuz…

Emine Genç - 31 Mayıs 2008 (08:37)

Önce "iyi ki varsınız" diye başlamak istiyorum. Uzunca bir süredir içime yerleşmiş ve sebebini çözemediğim bir sıkıntıyı, bunun sebebini keşfetmemi sağladığınız için. Kısaca söylemek gerekirse "meğer ot gibi yaşıyormuşum ama bilmiyormuşum" diyebilirim.

Tamam, kitaplar okudum, filmler seyrettim, iyi kötü kendimi geliştirdim o zaman zarfında… Ama bunlar gene de dolap beygiri gibi aynı döngünün içine hapsolduğumu ve bunu yaşamak sandığım gerçeğini fark etmemi sağlayamamış.

Anlayacağınız, bir yıl öncesinden neyimin olduğu farklı sınavında tökezledim galiba. Monotonluğa hapsolmuşum. Zihnen.

Ümit Özdeş - 6 Eylül 2020 (09:10)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

83
Derkenar'da     Google'da   ARA