Patronsuz Medya

Suya sabuna dokunan yazı

Seyit Balkuv - 17 Ağustos 2009  


Yaz aylarında nüfus patlaması yaşayan tatil kasabalarında, gelir düzeyi ortalamanın hayli üzerinde olan insanlarla tanıştığım oluyor. Yaşları da ortalamanın üzerinde olan bu insanların bir kısmı yurt dışında uzun yıllar çalışmış, birikim yapmış. Bazıları ise yıllar önce kendi şirketini kurmuş, patron olmuş. Patronlar güya artık işlerini evlâtlarına devretmişler. Fakat ileri yaşlarına rağmen, her gün işe gidip ota bota maydanoz olmaktan geri kalmıyorlar. Bana göre hastalıklı olan bu durumu bir gurur vesilesi olarak görüyorlar.

Bu insanların pek çaktırmak istemedikleri, fakat dikkatli bir gözle bakıldığında kolaylıkla fark edilebilen ortak bir özelliği var: Ortalamanın üzerinde bir servete sahip olduklarının anlaşılmasından büyük haz duyuyorlar. Nerede kaç yıl çalıştıkları, sahip oldukları üstün emeklilik şartları, aslında çalışmak zorunda olmadıkları halde yine de çalışıyor olmaları, çünkü boş duramadıkları, çok enerjik oldukları, sahip oldukları mal mülk, gıy gıy da vıy vıy. Sen sor onlar saatlerce anlatsın, asla sıkılmıyorlar.

Bu insanların bir başka ortak ruh hâli daha var: Bir taraftan büyük sayılacak bir servete sahip olmaları, bir taraftan da her geçen gün ömürlerinin sonuna daha da yaklaşıyor olmaları onları adeta şaşkınlıkla karışık tuhaf bir boşluk hissine itiyor ve nasıl yaşanacağını bilememe durumuna düşmelerine sebep oluyor.

Bakıyorsunuz, bir kısmı, zaten yeterince konforlu olan evini daha da büyütme derdine düşmüş. Bazıları ise topu topu iki haftada bir kısa gezintiler yapmak için abartılı, pahalı bir tekne almış.

Milyonlarca insanın yokluk içinde yaşadığı dünyada hayli varlıklı yaşıyor olduklarının farkında olduklarından pek şikâyet edemiyorlar. Tam tersi mevcut durumlarından hoşnut görünüyorlar. Fakat yine de sanki bir şeyler tam istedikleri gibi gitmiyor ve bu durum onları çok rahatsız ediyor gibi bir hâlleri var.

Evet ama, iyi gitmeyen şey ne? İşte bunu ifade edebilmek pek kolay değil.

İnsanların çoğu pek kafa yormaz ama bu tip insanlara "nasıl yaşamalı" diye sorulsa, "elden geldiği kadar çok haz duyarak" cevabı alınırdı herhalde. Aslında yalnız ensesi kalın takımı değil, ortalama vatandaşların çoğu da böyle söylerdi bence. Belki dili dönüp samimiyetle itiraf edemezlerdi ama mevcut yaşama tarzına, davranışlarına, icraatlarına bakarak bu cevabı veriyor olduklarını varsaymak yanlış olmaz.

Tüm bunlar bildiğimiz şeyler aslında. Kafası bulanık bir kalabalık, aklını eften püften şeylere takmış: Hayattan maksimum haz alma, buna ulaşabilmek için paraya odaklanma, ulaştıktan sonra kafayı daha çok mal mülk edinmeye takma, zenginliği ve mevkisi ile kendini birçok insandan üstün görme, fırsat buldukça bunu tescil etmeye çabalama, falan filân.

Fakat neyse ki biz öyle değiliz. Kimseyi küçük görmeyiz. Çok zengin değiliz ve bundan rahatsız olmayız. Mal mülk sahibi olmadığımız için servetimiz yüzünden kendimizi diğer insanlardan üstün görmemiz de söz konusu olamaz. Biz duyarlıyız. Kitap okuruz. Eşimiz, çocuklarımız, hayvanlarımız var ve onları severiz. Edebiyattan, filmden anlarız. Bizim hayatımız paraya odaklı değil.

Sahi, öyle mi? Peki, ya neye odaklı? Zaten zengin olduğu halde, hayatının son döneminde bile aklını daha çok kazanmakla bozmuş ve bu nedenle hayatı ıskaladığını düşündüğümüz kişilerin zihninin neye odaklı olduğunu biliyoruz. Peki, bizim zihnimiz neye odaklı?

Beğenmediğimiz grup, hayatta kalma refleksi ile daha çok kazanmayı, sınırsız konforu seçti. Biz bu yolu seçmedik; kendi irademizle veya istemeden bu yolun, bu grubun dışında kaldık. Fakat bu hayatta kalma refleksimizin yok olduğu anlamına gelmiyor. Biz de nefes aldığımızı, var olduğumuzu gösterme uğruna bazı imgelere sarılmıyor muyuz? Diğer grubun imgesi zenginlik sayesinde haz almak olmuş. Peki ya bizim imgemiz ne?

Yazının tam burasında kısa bir mola verip, çayınızı yudumlarken sessizce tavana bakarak imgenizin ne olduğunu kendinize itiraf edebilmeniz mümkün müdür?

Onu define arar gibi bilincinizin yedi kat derininde aramanıza gerek yok. Zihninizi en çok meşgul eden, eksikliği durumunda sizi en çok sarsan, varlığında ise sizi en çok sevindiren şeye bakmanız yeterli. O bir kız arkadaş mı? Bir sevgili mi? Bir yazar mı? Bir politik görüş mü? Bir din mi? Yoksa bu sitenin kendisi mi?

O zaman işin sırrı seçtiğimiz imgelerde mi saklı?

Kökten dinci biri Tanrı'nın ve kutsal kitabın her şeyden üstün olduğu imgesine tutunur. Ateist biri ise dinin ve Tanrı'nın safsata olduğu imgesine. Ve her ikisi de karşı taraftakini küçümser. Kendi imgesi doğru yol, karşısı imgeyi sapkınlık olarak görür.

Oysa bu iki zıt uç arasında büyük bir benzerlik yok mudur sizce?

Kökten dinci kişi Tanrı ve din bilgisini belli bir eğitim neticesinde kazanmıştır. Yani sonradan öğrenmiştir, doğumla getirdiği bir özellik değildir. Küçük yaşlarda bulunmayan din ve Tanrı imgesi sonradan oluşmuştur ve bir şekilde bu imgeye bağlanılmıştır. Tıpkı ateistin de "Tanrı yoktur" imgesini sonradan öğrenip bu imgeye sımsıkı sarılması gibi.

Yani kökten dinci ve ateist, kalplerinden gelmeyen, sonradan oluşturdukları bir imgeye dört elle sarılmaları bakımından ikiz kadar birbirine benzer bana göre.

"Bizim imgemiz nedir" diye düşünmekteydik değil mi? Acaba ateistin kökten dinciye benzediği gibi biz de aklını fikrini daha büyük servete ve bu yolla haz alma imgesine takmış, duyarsız addettiğimiz rakibimize bu anlamda benziyor olabilir miyiz? Bizim mevcut imgemizi seçme sebebimiz de o imgenin bize vermekte olduğu haz olabilir mi?

Böyle bir şeyi işitmek veya kabullenmek insanı acıtan bir şey olabilir. Ama insanın kendini şöyle bir takibe almasında, kendini yoklamasında fayda olabilir, ne dersiniz?

Bir imgeye tutunmak demek, diğer insanlarla aranızda bir duvar örmek ve duvarın bir tarafında bulunmayı seçmek demektir. Duvarın aynı tarafında kaldığınız arkadaşlarınızı sevmek, diğer taraftakileri pek hazzetmemek demektir. Duvarın diğer tarafındakileriden gelecek tepkileri olağan taciz atışı, sizin tarafınızdakileriden gelebilecek incitici hareketleri ihanet, sırttan bıçaklama veya en azından hayal kırıklığı olarak algılamak demektir.

Pek tabii ki bunlar insan ilişkilerinde birliği bozan, kutuplaşma yaratan, saflaşmalara sebep olan hareketlerdir. Haddizatında, bu ilişki değildir, "ilişkinin tam tersi olan şey neyse odur" demek daha doğru olur bana göre.

Bence şuna kafa yormaya değer: Acaba işin püf noktası doğru imgeye tutunmaktan mı yoksa imgelerden azade olabilmekten mi geçer?

Efendim, yazının başlığı yazıya uymadı mı? Ne yapalım, benim suya sabuna dokunan yazım da bu kadar oluyor işte.

Yorumlar

Yazınızı okuyunca "Kendilerini namuslu olarak görenler aslında hiç de sınanmamış olabilirler" sözü geldi. Açık konuşmak gerekirse para herkesi bir şekilde deforme ediyor. Edemedikleri de insanların tuhaf ya da garip dedikleri sıfatlara tabi oluyorlar. Bu toplumda saf tutmak gerçekten kolay değil.

İlker Gökçen - 17 Ağustos 2009 (00:01)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

49
Derkenar'da     Google'da   ARA