Patronsuz Medya

Doğulular, Batılılar, iş hayatı ve Kemal Tahir

Seyit Balkuv - 21 Eylül 2008  


İnsan insanı ya ortak iş yapınca tanırmış ya da beraber seyahate çıkınca. Biz Türkler genellikle Batılıları tatil amacıyla yurdumuza gelen turistler sayesinde tanıyoruz. Daha doğrusu tanıdığımızı zannediyoruz.

Bu yüzden yaz tatilinde gayet medeni, kibar, tatlı dilli olarak tanıdığımız Batılılarla iş ilişkisine girecek olduğumuzda bambaşka bir insan tipiyle karşılaşıyor, şaşırıyoruz.

Kimileri, Osmanlı aydını refleksiyle, disiplinli Batı çalışma modelini Türk iş hayatına birebir tatbik etmemiz durumunda, tıpkı Batılılar gibi refaha kavuşacağımıza inanıyor. Kimileri ise alışageldiği Doğu kültürü sebebiyle Batılı iş yaşamını alçaltıcı, onur kırıcı hatta sinir bozucu buluyor.

İsmet Bozdağ'ın "Kemal Tahir'in Sohbetleri" adlı kitabında büyük usta Kemal Tahir'in Doğu-Batı kültürlerinin farklılıkları ve bu farklılıklarının sebepleri hakkındaki yorumlarını okurken kafamın içinde kaya büyüklüğündeki bir jeton yerini aldı, Batılıların iş hayatında, biz Doğululara göre neden böylesine bambaşka bir tavır aldığını anlamama yardımcı oldu.

Doğulu ile Batılı arasındaki temel farklar

Kemal Tahir'in yorumlarına geçmeden önce Doğu ve Batı'nın iş hayatındaki farklılıklarını şöyle bir hatırlayalım. Bu farklılıkların yüzde yüz doğru olduğunu iddia etmek gerçekçi olmayabilir, istisnaî birçok örnek verilebilir. Ama yine de ağırlıklı görünümün bu şekilde olduğu söylemenin yanlış olmayacağına inanıyorum:

Batı çalışanları kurumlarına aşırı ölçüde sadıktır. Bu o kadar öyledir ki, arkadaş toplantılarında bile, şirket çalışanlarından şirketlerini ilgilendiren bir konuda yorum yapmaları istendiğinde (örneğin atık yönetimi olsun), çalışanlar üst yönetimin yaklaşımı bilmiyorlarsa ne diyeceklerini bilemezler. Biliyorlarsa şirket yaklaşımını sanki kendi yaklaşımları gibi canı gönülden savunurlar.

Oysa Doğu'daki bir çalışan, kendi fikri şirket politikalarıyla uyuşmasa bile, böyle bir ortamda fikrini açıkça söyleyebilir. Hatta şirket yönetimindekilere kızıyorsa onları sert bir dille eleştirebilir.

Batılı çalışanlar işlerini kaybetmenin başlarına gelebilecek en büyük felaketlerden biri olduğuna inanırlar. Batı'da şakayla karışık "domuzun pisliğe ihtiyacı olduğu gibi benim işe (ve paraya) ihtiyacım var" diyen veya ciddi ciddi "işimi kaybetmekten çok korkuyorum" diyen koca adamlara sıklıkla rastlayabilirsiniz. Bu insanlar, işlerini kaybetmemek adına her türlü alçaltıcı davranışlarda bulunmakta bir beis görmezler.

Doğulular yani bizler, ekonomik olarak Batılılara göre daha kötü durumda olmamıza rağmen, iş kaybetmekten bu derece endişelenmeyiz. Ara yönetim çalışanları arasında, hiç bir ekonomik güvencesi olmamasına rağmen, "işte çantam kapıda duruyor" diyenlere ve en küçük bir eleştiride tası tarağı toplayıp istifayı basanlara ve hatta bu hareketleriyle gurur duyanlara çok rastlanır.

Batılı yöneticiler üstlerine karşı son derece itaatkâr olmakla beraber, altında çalışanlardan da büyük bir itaat beklerler. Önemsenmeyecek bir gecikmede veya atlanmış küçük bir işte dahi, altında çalışanlara inanılmaz manevi baskılar yaparlar. Konuyu üst makamlara götürüp, cezai önlem alınmasında asla tereddüt etmezler.

Doğu kültüründe ise, "kol kırılır yen içinde kalır, baş yarılır fes içinde kalır" diye sık kullanılan bir atasözü bile vardır. Doğu'daki yöneticilerin çoğu, büyük hatalarda bile, altındakilere karşı sert sözlü tepkilerde bulunsalar dahi, konunun başkaları tarafından duyulmamasına özen gösterirler. Gammazlamayı ayıp sayarlar ve babacan bir tutum sergilerler.

Batılı şirketlerde çalışanlar kendileri için tanımlanmış yetki ve sorumluluk sınırlarının dışına asla çıkmazlar. Üst seviye çalışanları bazı konularda son derece deneyimli olsalar dahi, zor durumda olan alt seviye çalışanına yardım elini uzatmazlar. Alt seviye çalışanları da, örneğin onay verecek olan müdürün bulunamamasından dolayı işlerin aksıyor olması durumunda telâşa kapılmaz, yönetici gelene kadar iş akışını bekletir.

Doğulu şirketlerde hem yetki sorumluluklar, hem de sınıflar arası ayrım bu derece keskin değildir. Bazı şirketlerde genel müdürün bir makinenin onarımına bizzat katıldığını görebilirsiniz. Bazı acil durumlarda işlerin aksamaması için, yöneticinin olmadığı durumlarda alt seviye çalışanının risk alarak bazı operasyonlara onay verdiğine sıklıkla rastlanır.

Kemal Tahir'in yorumu

Doğu ve Batı'nın bu farklı yaklaşım şekillerinin, çalışanlar, yöneticiler, patronlar ve hatta toplum için ne derece makbul veya ne derece çarpık olduğuna karar vermeden önce Kemal Tahir'in "Doğu ile Batı'nın neden farklı olduğuna ve Batı kültürünün doğu kültürüne neden bire bir adapte edilemeyeceğine" dair tespitlerine kulak verelim:

"Bizde feodalite ile derebeyliğini birbirine karıştırıyorlar. Derebeyi deyiminin kökeninde, suların (derelerin) geçit veren sığ yerlerine oturup gelip geçenden haraç alan zibidi yatar. Bileği güçlüdür, kuvvetlidir ya da kılıcı keskindir, bu yüzden haraç toplar. Derken kılıcı keskin, pazısı güçlü başka bir zibidi çıkar karşısına. Yenisi eskisini yener; olan değişmez ama haracı alan değişir. Hiçbir meşruiyeti yoktur! Hiçbir zaman kurumlaşamamıştır.

Feodal öyle mi ya? Bir kere meşruiyet temeli vardır. 'Ben sizi kılıcımla başkalarına karşı koruyorum, siz de bana boyun eğeceksiniz' diyor. Tek taraflı bir teklif de olsa, nihayetinde bir anlaşmadır. Sözünden kaytarmıyor; gerçekten de kılıcı ile kendi halkını başkalarından koruyor. Ama bundan gerisi bir rezillik!

Batılı feodal, halkının kayıtsız şartsız sahibidir. Halkının tek tek ne iş yapacağını, ne kadar çalışacağını, ne alacağını o belirler. Evlenmek, boşanmak onun müsaadesine bağlıdır. Gelinin 'ilk gece hakkı' da onundur. Çocuğu doğduğu zaman, feodalin damgasıyla damgalanır.

Hiç kimse feodalin izni olmadan, oturduğu yeri, yaptığı işi değiştiremez. Hele başka bir feodale kaçıp sığınamaz. Daha daha feodalin savaş halinde olduğu başka bir feodale bile kaçamaz. Bu budalalığı yaparsa, bir güzel kırbaçlandıktan sonra eski sahibine geri verilir. Tabii, eski sahibi feodal 'ne iyi ettin de kaçtın' demeyecektir, artık ölümlerden ölüm beğen.

Ortaçağ dediğimiz tarih mezarlığı, Batı'da bu düzen içinde geçmiştir. Ama sadece Batı'da. Bir de uzak doğunun en ucundaki Japonya' da. Dünyanın öbür bölgelerinde bu rezillik yoktu.

Günümüzde ise Batı Avrupa ile bu bölgeden giden insanların oluşturduğu Amerika ve Japonya, teknokraside en ileri aşamalara varmışlar, Dünyanın geri kalanı ise soluk soluğa bunların peşinden yetişmeye çalışıyor.

Batı insanı özgürlüğüne kavuşabilmek için insanlığından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ortaçağ döneminde sadece bir feodale dayanan soylular ve özgürlüğü verilmiş az sayıda sanat erbabı özgürdü. Toprağa bağlı kölelik çekilir rezillik değildi. Ölüm gül bahçesi gibi görünürdü insanlara. Ama insanın bir de yaşama direnci vardır. Yaşamanın yolu özgürlüğü satın alınmasından geçer.

Peki, nasıl satın alacak özgürlüğünü oranın insanı bakalım?

Ortaçağ kölesinin bütün hayatı Senyörün elindedir. Kendisine ancak yaşayacağı kadar yiyecek verilmektedir. Ama kendisine verilen bu yiyeceğin saklanmasına, biriktirilmesine kimsenin bir diyeceği yoktur. Çünkü Roma Hukuku'ndan kaynaklanan mülkiyet hakkının bekçiliğini özellikle kilise yapmaktadır. Çünkü feodal kendi kölesinin birikimini çekip almaya kalkarsa, yarın da kilisenin varlığını çekip alabilir ki, bu kilise için büyük bir felakettir. Kilise feodale gözdağı verebilmek için Hıristiyan dininin temelde meşru saymadığı 'özel mülkiyeti' hem meşrulaştırmış, hem de kutsal hâle getirmiştir.

İşte Batı insanı bu ortamdan yararlandı. Feodalin kendine verdiği yiyeceğinin bir bölümünü canından, çocuklarından, ana babasından esirgedi ve biriktirdi. Santim santim üstüne koyarak biriktirdiği paraları gömdü, üstüne yatarak bekçiliğini yaptı. Gözü feodalde, senyörde idi. İpek Yolu'ndan gelen baharat ve kumaşları satın almak için feodalin paraya ihtiyacı olduğu sırayı bekledi. Böyle bir anı bulunca da önünde toprağa kapandı:

'Merhamet senyör!'

Senyöre para, köleye özgürlük gerekti. Değiş tokuş ettiler. Böylece ilkin özgürlüğünü ele geçirdi Batı insanı. Sonra da yine gıdım gıdım biriktirip bir karış toprak sahibi oldu.

Bu yüzden Batı insanı özgürlüğünün değerini bilir. Gerekirse canını verir özgürlüğü için. Mülkiyet ve sınıf fikri de böyledir Batı'da. Derindir, sağlamdır, uğrunda ölüm bile göze alınır kertesi gelince. Bunları dünya üstüne kalksa savunur. Çünkü ele geçirmesi hiç de kolay olmamıştır.

İnsanlıktan çıkma pahasına kölelikten çıkan Batılı, sonraları yeniden o insanlığı bulabilmek için Rönesans sancıları çekti. Ama bugün de fırsat ele geçince, insandan sabun yapmak marifetinden vazgeçmedi. Çünkü bu gaddarlık, bu kıyıcılık ona ortaçağ mirasıdır!

Nitekim sonraları burjuva olmuş, kapitalist olmuş, sömürgeci olmuş ama bir türlü 'insan' olamamıştır. Hıristiyanlığın altrüist (başkalarını düşünen, fedakâr) ahlâkını bile, egoist ahlâk hâline getirme rezilliğini sadece bu Batı insanı başarabilmiştir.

Batı'nın toplum yapısı üç aşağı, beş yukarı budur. Bizim toplum yapımıza gelince, bunu uzun boylu anlatmaya gerek yok. Bizi ters çevirdikleri zaman Batı, Batı'yı ters çevirdikleri zaman biz çıkarız. Batı'nın ahlâkı egoist, Doğu'nun ahlakı altrüist! Batı'da mülkiyet fikrinin iki bin yıllık tarihi var, Doğu'da Batı anlamında mülkiyet fikrinin tarihi yüz elli yıllık! Batı'da insan sınıfının içinde yer bulur, Doğu'daki insan ailesinin içinde! Batı devlet düzeni sınıfların dengeli yaşamasını sağlamak için kurulmuştur, Doğu'da devlet ailenin gelişmesini sürdürmek için ayaktadır. Hangi açıdan bakarsanız bakın bu iki toplum benzemez birbirine.

Batı ailesiyle benzemez bize, kurumlarıyla benzemez, devleti ile benzemez, sınıfları ve sınıflar arası kavgalarıyla benzemez. Hiç mi hiç bize bu kadar benzemeyen Batı'dan nasıl her şeyi birebir almaya kalkabiliriz? Aldığımız zaman bu sosyal kurum, ya da sosyal ürün, nasıl bizde yaşayacak, kök salacak, yerlileşecek? Bunu umma saflığı da her hâl bizim okumuşlara has işlerden olmalı."

Hangisini tercih etmeli?

İlginç değil mi? Demek tatilde cömert, kibar, saygılı, sevecen olarak algıladığımız Batılıların, sıra iş ilişkisine gelince bize göre daha kuralcı, daha otoriter, işini ve mevkisini kaybetmemeye odaklı, bazen arkadaş tanımaz, hatta bazen 'kraldan çok kralcı' bir hâle dönüşmesinin esas sebebi buymuş meğer. Özetle, acı ve şiddetle dolu, binlerce yıllık geçmişin genlerine kazıdığı özgürlüğünü, sınıfını ve mülkiyetini kaybetme korkusu.

Doğru olduğunu kabul etsek bile, bu bilginin bize nereye götüreceği hangi pencereden baktığınıza göre değişecektir.

Kemal Tahir'in dediği gibi rezil bir geçmişe sahip olsa bile, günümüzde sadece zenginler için değil işçiler için bile en yüksek refah düzeyinin Batı'da olduğu gerçeğinden yola çıkarsak, Batı sistemini elden geldiği kadar Doğu'ya uyarlamak insanların hayat şartlarının iyileşmesine yardımcı olmaz mı?

Yoksa Batılıların binlerce yıl önce kaybettiği, Doğuluların ise bir şekilde günümüze taşımayı başardığı bazı üstün değerlere sarılmalı ve onların Batılıların egoist, mekanik, yüzeysel, anlamsız kurallarının altında silinip gitmesine izin vermemeye mi soyunmalıyız?

Bunlar, belki de net bir cevap verilmesi imkânsız sorular. Belki de önemli olan sadece gerçekliğin farkında, bilincinde olabilmek. Lâkin bu dahi öylesine kolay bir iş değil. Neden mi? Bakın, Kemal Tahir gerçeklik konusunda neler diyor:

"Gerçekçilik, ileri bilgilerle, ileri dünya görüşlerine şuurla inanmaktan daha öte bir şeydir. Gerçekçilik çok çetin çalışmalar sonunda elde edilebilen insanın kendini değiştirebilmesi marifetidir.

Gerçekler bir kere anlaşılınca yan gelip keyif çatılacak birer tembellik durağı değil, her an didinme isteyen, her an yeniden hak edilerek kazanılan, sorumluluğu giderek artan bir ilerilik merhalesidir.

Çünkü gerçekler canlı olduklarından değişkendir. İstenildiği zaman kullanılmak üzere hazır kalıplarda bekletilemezler, bu kalıplara sığmazlar."

* * *

Not: Tüm alıntılar İsmet Bozdağ'ın "Kemal Tahir'in Sohbetleri" adlı kitabından alınmıştır - Yaba yayınları sayfa 135-138 ve 207

Yorumlar

Kemal Tahir… Bu toprakları ve üzerinde yaşayanları en iyi tanıyan, tanımlayan; yazar ve düşünür. Kemal Tahir okumayan birisinin; "Anadolu insani hakkında eksik bilgi sahibi olduğunu" düşünmüşümdür. Markisist-komünist olduğu için hapis yatan, batıya has reçeteleri; her alanda (Marksizim dahil) hap gibi yutup, düzeleceğimize inanmayan Kemal Tahir; "Devlet Ana" romanında bu konuyu çok güzel işlemiştir. Osmalı'nın kuruluş dinamiklerini anlatırken, günümüze de göndermeler yapmıştır. Her kitabının okunmasını şiddetle önerdiğim bu büyük ustayı, tekrar saygıyla anıyorum.

Hendeseci - 24 Eylül 2008 (14:23)

Doğudaki insanların işlerini kaybetme konusunda Batılılar kadar ürkek olmamalarının sebebi aile içi dayanışma olabilir mi?

Bizde işsiz kalan yetişkinin cebine üç beş kuruş harçlık sıkıştıracak anne-baba-akraba türünden yakınlar her zaman bulunur. O nedenle de işsiz kalmak (mutlaka can yakıcıdır, ama gene de) bir Doğulu'yu bir Batılı kadar zor durumda bırakmaz.

Erkal Duran - 10 Ekim 2008 (13:29)

Kapitalist ilişkiler öyle bir noktaya geldi ki, hepimiz artık işverenin kendini özgür zanneden köleleri haline geldik. Bence Türk toplumuyla Batı Toplumu arasında bu bakımdan pek fark yok. Biz de onlar kadar korkuyoruz işimizi kaybetmekten.

Selin Kaya - 2 Aralık 2008 (11:47)

Çok güzel bir yazı. Kutlarım sayın Balkuv. Sanırım yazının asıl tartışılması gereken cümle de şu:

"… Günümüzde sadece zenginler için değil işçiler için bile en yüksek refah düzeyinin Batı'da olduğu gerçeğinden yola çıkarsak…"

Çıkalım bakalım. Ama önce "yüksek refah" derken ne kastettiğimizi biraz netleştirmemiz gerek. Örneğin, orta halli bir işçinin dört çeker araba alması "yüksek refah" mıdır? Eğer öyleyse, kendi işçisine cip aldırabilen bir "refah toplumu" bunu ne yaparak başarmaktadır?

Başka milletlerin yoksulluğu adına olabilir mi?

Kendi seçmenine "yüksek refah düzeyi" vaad eden Batı (ya da Kapitalizm) bunu gezegenin tüm dengelerini bozmak, suyu, havayı, toprağı kirletmek ve ısıtmak, kaynakları hızla tüketmek ve bu "tüketim" hastalığını "refah" yani "iyi yaşama" diye insanlara açıklamak gibi bir rezilliğe sırtını dayamıyor mu?

Sormalı bizim Liberallere, diyelim ki Türkiye de Batı'nın kuyruğuna takılıp zenginleşti, kapıcılar bile ciple geziyor.

Peki o zaman Seyit Bey'in bir başka yazısında çok güzel anlattığı gibi, "merhamet" ne olacak? Ya da vicdan? Ya da sağduyu?

Haber bültenlerinde gitgide daha az yer alan açlık, yoksulluk (yani ötekilerin felâketi) tümüyle gözümüzün önünden kaldırılınca, tüm dünyanın bizim gibi müreffeh yaşadığına topyekûn inanacak mıyız?

Selim Atak - 12 Temmuz 2009 (11:12)

Benim de belli belirsiz sahip olduğum düsüncelere güzel tercüme olmuş bir yazı. Fakat kısa bir yorum yapmadan geçemeyeceğim:

Batı'nin en göze çarpan gerçeği bireyle devlet arasındaki çizginin ortadan kalkmış olmasıdır. Devlet birey, birey de devlettir. En büyük kontrol mekanizmaları bizzat kişiler üzerinden çalışır, ki bu hep bana hastalıklı bir durum gibi gelir. İnsanlar en ufak şeylerde bile korkuyla yaşamaya alışmıştır. Gecenin bir vakti de olsa, yollar bomboş da olsa, hatta aceleniz de olsa kırmızı ışıkta geçmezsiniz. Çünkü bunu yaptığınız zaman herkesin aynı şeyi yapmaya hakkı olacağı ve bunun da düzensizliğe, kuralsızlığa, kaosa yol açacağı -Batılının en çok korktuğu şeylerdendir kuralsızlık ve belirsizlik- duygusu bilincinizin bir köşesinden her daim sizi uyarır.

Doğuda ise devlet (geleneksel anlamda) Kaf Dağı'nın arkasında bir yerlerdedir. Onun gücü ve varlığı sorgulanmaz, o hep varolan ve hükmedendir. İyilik de kötülük de ondan gelir. Devlet otoriter baba, halk ise yaramaz ve uslanmaz çocuklardır. Eğer bir punduna getirip devletin kurallarını ihlâl edebilirseniz bu sizin için kısa günün kârıdır. Ama yine de siz devlete aitsinizdir. Hatta elinize silâh verip "hadi bakalım marş marş" deme hakkına da sahiptir.

Batılılaşma olayına gelince, hayatının son on yılını batının batısı sayılabilecek bir ülkede geçirmiş biri olarak bugüne kadar ne operadan anlamadığım icin aşağılandım, ne de Kant'ı, Descartes'i bilmediğim için uygarlıktan uzak olduğum ima edildi. Buranın ortalama insanının da bunlarla alâkası yoktur zaten. Ama ne doğulu ne de batılı gibi olamamanın verdiği bir duyguyla sıklıkla kendimi "biz böyle biliniriz ama aslında böyleyiz" şeklinde savunmada bulduğum oldu. Bizi kamyon kasasına doldurup batıya ve çağdaşlığa götürmek isteyenlerin keleğine uğradık herhal.

Yalçın Şahin - 15 Temmuz 2009 (02:31)

"Aile içi dayanışma" gerekçesine katılıyorum, bunun da varlığı, onlarla benzer süreçler geçirmememizden, aynı cendereden geçmememizden kaynaklanıyor olabilir; yani, ikiyönlü bir etkileşim sözkonusu.

Başka milletlerin yoksulluğu pahasına "refah toplumu" nun var edildiğine de katılıyorum.

Yorumlara yorum gibi görünse de, yazıyı tekrar okumaya ve farklı açılardan değerlendirmeye bir kez daha vurgu yapmakta zarar yok sanırım.

Candan Dinç - 23 Temmuz 2009 (01:43)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

55
Derkenar'da     Google'da   ARA