Patronsuz Medya

Hepimiz kiracıyız

Seyit Balkuv - 13 Şubat 2009  


Bizim oğlan denize, doğaya yakın olsun, güneşten, temiz havadan faydalansın diye bir yazlık kiralamıştık. Bizim ev de dahil olmak üzere, evler her sene bir başkasına kiraya verildiğinden oldukça bakımsızdı.

Karşımızdaki evi eskiden reklâm ajansı sahibi olan bir adam kiralamıştı. Kırk beş, elli yaşlarında, mütevazı, kibar bir adamdı. İlk bakışta sağlıklı görünmesine rağmen birinin koluna dayanmadan yürüyemiyordu. Sonradan öğrendik ki, ciddi bir kalp krizi geçirmiş. Doktorların yaşamasına pek ihtimâl vermediği bir noktadan hayata tutunmuş, sağlığına kavuşmuş.

Bir gün, bir ahbabı komşumuzu ziyarete geldi. Evlerimiz çok yakın olduğundan konuştuklarına kulak misafiri oldum. Komşumuzun misafiri hoşluk olsun diye "yahu sen koskoca patronsun, sana ev kiralamak yakışır mı, alıverseydin ya" dedi. Bizim komşu "sen ne diyorsun yahu, ben dünyada kiracıyım, yazlık sahibi olsam ne yazar" diye yanıtladı onu.

Belli ki ona bu sözleri söyleten ölümün kıyısına kadar gidip dönmüş olmanın verdiği tevekküldü.

Önce "yahu herkesin malûmu olan bir gerçek, hiç abartmadan en sade haliyle söylenince ne kadar da çarpıcı olabiliyor" diye düşündüm. Sonra uzun zamandır unuttuğum bir şeyi hatırladım: Sahi, biz bir gün ölecektik değil mi?

Küçük çocuklar öleceklerini düşünemezler, bu yüzden kendi ölümlerinden korkmazlarmış. Bence doğru bir saptama. Küçükken ben de anne babamın öleceğine dair korkular yaşadığımı hatırlıyorum. Ama o dönemde kendi ölümüm hakkında endişelendiğimi hiç hatırlamıyorum. Daha sonra her köfteye maydanoz olma yaşlarında ölüm hakkında meraklandığım, duvarın arkasında ne var diye kafa yorduğum zamanlar olmuştu.

Dünyada ölüm ve sonrası ile ilgili değişik inanışlar mevcut. Semavî dinler ölüm ötesi alemi dünyada yaptıklarımızın bedelini ödeyeceğimiz veya mükâfatını alacağımız cezalandırma veya ödüllendirme yeri olarak tarif ediyor.

Doğu dinlerinin çoğu ise yeniden doğuşa inanıyor. İnsanların bazen zengin, bazen fakir, bazen kadın, bazen erkek, hatta bazen hayvan olarak defalarca dünyaya geldiğine inanıyorlar. Yeniçağ spiritüalistleri de Doğu inanışlarına yakın olarak, ruh varlığının deneyim kazanmak, tekâmül etmek amacıyla bir bedene "enkarne" olduğuna ve tek bir hayat süresinde dünya okulundan mezun olunamayacağı için defalarca farklı bedenlerde dünyaya geldiklerine inanıyorlar.

Ateistler ise hiç bir şeye inanmadıklarını sanıyorlar. Oysa hiç bir şeye inanmıyor olmanın da bir inanç disiplini ve neticesinde basbayağı bir din olduğunun farkına varamıyorlar. Onlar insanı, sadece milyonlarca atomdan oluşan fizik beden olarak görüyorlar ve ölüm vakasını mutlak son olarak kabul ediyorlar.

Ölümle ilgili mutlaka daha pek çok farklı inançlar, inanışlar ve çeşitlemeler mevcut. Fakat asıl önemli olan, aslında tüm bu inançların bir kabullenmeden ibaret olduğu. Çünkü inancın çıkış noktası kalp değil, beyin aslında. İnanç, kitaplardan okunarak sonradan kazanılandır. Kalpten gelen şeye sezgi denir, inanç değil.

İnanç dediğin, insan beyninin bazı arayışların üstesinden gelme çabası sonucunda bulduğu çıkış noktası. Ölüm ise net bir olgu, sadece var ve orada. Bu yüzden ölüm ve ölüm ötesine ait inançlar, asla tam anlamıyla insanın içindeki ölüm korkusuna deva olamaz. Ve bu yüzden insan, ölüm hakkında ne kadar sarsılmaz bir inanca sahip olursa olsun, ölümün sebep olduğu belirsizlikten, sonrası ile ilgili şüphenin yarattığı korkudan kendini alamaz.

Önce şunu bilmek lâzım ki, ölüm korkusunu yenmek demek, ölüme ramak kalmışken hiç heyecanlanmamak, kılını kıpırdatmamak değildir. Zira insanın ana içgüdüsü ona "yaşayacaksın" der. İnsan ölüme çok yaklaştığında ona karşı koymak, kaderinde yazılı belli ki. Ama diğer taraftan, ona çok yakın olmadığı zamanlarda, ölümle kardeş olma vazifesini de ihmâl etmemesi gerekir.

Ölüm korkusunu yenmek veya en azından kontrol altına almak, aslında insana müthiş bir manevî güç kazandırır. Dilim döndüğünce açıklamaya çalışayım: Korkularımızın kaynağı arzularımızdır aslında. Bir şeye sahip olma arzusu, beraberinde onu kaybetme korkusunu doğurur. Örneğin hayatta kalma arzusu ne kadar yoğunsa onu kaybetme (yani ölüm) korkusu da o derece şiddetli olur. Yaşama arzusunun şiddeti azaldıkça ölüm korkusu da azalacaktır. Böylece insanın hayatla ilgili anlamsız beklentileri, hırsları, endişeleri azalır. Neticesinde insanın hayat enerjisi artar.

Yanlış anlamadınız; yaşama arzusu zayıflayan insan hayattan daha çok zevk almaya başlar. Bir ikilem yok. Hayat için boşuna mı "zıtlıklar dünyası" deniyor?

Ölüm korkusunu azaltmanın ve böylece hayatı daha yaşamaya değer yapmanın diğer bir yolu, ölüm ötesi âlemi mantık, düşünce ve inanç yoluyla deşifre etme çabalarını durdurmak galiba. Zira ölüm ötesi ile ilgili tüm inançlar, çıkarımlar aslında mevcudiyetimizin ölümden sonra da devam edeceğini tescil etme çabası oluyor. İnsan bu avuntuyla ölüm korkusunu dizginlemeye, ona teselli bulmaya uğraşır. Oysa tıpkı "aşı olmaktan korkmayacağım" diyen çocuğun aşı olmaktan daha çok korkacağı gibi, bu tip telkinler korkularımızı daha da arttırmaktan öte bir işe yaramayacaktır.

İzlenmesi gereken yol, ölüm olgusunu anlamaya çalışmak olabilir. Bunu anlamak için illâ yamaç paraşütü, kaya tırmanışı gibi tehlikeli sporlar yapmak veya ölüme yakın deneyimler yaşamak gerekmiyor. Ölüm, bu dünyada bizi biz yaptığına inandığımız her şeyin elimizden alınacağı nokta değil mi? O halde gündelik yaşantımızda, sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerden direnmeden, zorlanmadan kolayca vazgeçebilir hâle gelmemiz, aslında küçük ölümler yaşadığımız anlamına gelmez mi?

Böylece, hayatın zıddı değil, hayatın bir parçası olan ölümle yan yana yürünebilir, doğayla uyumlu olmaya bir gömlek daha yaklaşılabilir. Yabana atmayın, bu öyle önemlidir ki, aslında her gün deneyimlenmesinde fayda vardır.

Ölüm hayatın bir parçası olduğuna göre ölüm anlaşılmazsa hayat da anlaşılmaz ve kimse anlayamadığı bir hayatın parçası olarak yaşamak istemez değil mi?

Yorumlar

Sayın Balkuv, ölüme ramak kalmışken bunu umursamamak mümkün müdür? Eğer mümkünse bunu "kemale ermek" olarak mı adlandıracağız yoksa "hayattan bıkmak" olarak mı? Bir insan hayattan bıkmışsa bunun psikologları mı ilgilendirmesi gerekir yoksa ilahiyatçıları mı? Kestane kebap, acele sevap.

Krişna Yumurti - 19 Şubat 2009 (21:25)

Sevgili Krişna, isminiz bana bildik geliyor ama çıkaramadım. Süt ninemin damadı olabilir misiniz?

Ölüme ramak kala beton gibi tepkisiz olmak ya mayfa babalarına has bir şey olsa gerek ya da dediğiniz gibi kemale erenlere. Bence insan kendine böyle zor bir hedefler koymamalı, hem çok iddialı hem de biraz gereksiz galiba.

Bence maharet, günlük yaşantıda, ölüme çok yakın olmadığımız zamanlarda, kısa süreli sessizlik anları yaratıp, illâ ki bir gün öleceğimizi, maddi manevi her şeyimizi kaybedeceğimizi kendimize hatırlatmak, hatta hemen şimdi hayata veda ediyor olsak neler hissedeceğimizi şöyle bir yoklamak olabilir.

Lâf olsun diye değil ama, gerçekten hissederek. Bu yoklamanın neticesinde ne hissetiğinizin bile çok önemi yok. Ne çıkarsa bahtınıza, izleyin yeter.

Hayattan bıktığı için ölüm korkusu taşımayanlara profesyonel yardım tavsiye edilse gerek; onlar tabii ki bu yazının kapsamı dışında.

Bizim ilgilendiğimiz hem hayatı, hem ölümü sevmenin mümkün olup olmadığı. Dahası hayatı sevmek için ölümü anlamanın ön şart olup olmadığı.

Seyit Balkuv - 21 Şubat 2009 (21:55)

Her kervan konaklar azraile bile son durak var biz neyiz ki?

Hayat küçük şeyleri önemsemez ama her şey basit bir düğmenin ucunda. Küçük hesaplar çakıl taşlarına benzer, büyük dağlar küçük taşlardan meydana gelir, hafife alınmaz.

Mehmet Balkuv - 28 Şubat 2009 (23:00)

Sevgili soyadaşım, bu telâffuzu zor soyadını İstanbul'da sadece bir aile daha taşıdığını biliyordum. Herhalde siz o aileden olmalısınız. Derkenar'da karşılaşmak ilginç oldu. Yakınlarımın yazılarımı dikkate almadığına dair hayıflanmama mizahî bir teselli oldu.

Seyit Balkuv - 1 Mart 2009 (23:20)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

158
Derkenar'da     Google'da   ARA