Patronsuz Medya

Sokakların Kaptan'ı

Bülent Karaköse - 11 Aralık 2015  


"Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar…" (Elisabeth K. Ross)

Talihim dönmüş, uzun süren işsizliğim, müzmin tersoluğum sona ermişti. Otellerde sürünmekten, sağda solda yatıp kalkmaktan, daha da önemlisi sokaklarda, barlarda sinyal yapmaktan kurtulmuştum. Aldığım ilk dolgun maaşla Tophane eteklerinde salaş ama şirin, teraslı bir çatı katı kiraladım.

Kiraladığım çatı katını daha da şirin hale getirmek için Topahane'nin boyacısını, fayanscısını, tesisatçısını, elektrikçisini doldurmuştum evin içine. Çoğu, ikamet ettiğim semtten dolayı arkadaşımdı. İşçilikleri iyi, ucuz ama bana maliyetleri epey yüksekti. Sağ olsunlar, içtikleri alkol ve ottan fırsat buldukça işlerini yapıyorlardı. O yüzden, on beş günlük işi üç ayda bitirdiler. Beni dokuz çuval molozla baş başa bırakıp gitmeden önce fayansçı Ramazan'la badanacı Yıldıray koro halinde,"Abi, belediyeyi ara, geldiklerinde bi de yüzlük sıkıştır ellerine, anında götürürler bu çuvalları" diyerek, bana akıl vermeyi ihmal etmediler.

Hafta sonuydu… Hem molozları attırmak için belediyeyi aramak işi çok uzun sürerdi, hem de belediyecilerin ellerine sıkıştıracak haricen yüz liram yoktu; ama bir an önce de, ucuz yollardan molozlardan kurtulmak, akşam da yatağıma girip deliksiz rahat bir uyku çekmek istiyordum. Elbette molozları attıracak birilerini bulurum düşüncesiyle kapıyı çekip çıktım dışarı…

Ceren'e ıssız bir sokağın köşesindeki iş hanının geniş merdivenlerinde, sotadan birasını yudumlarken rastladım. Üç beş hal hatırdan sonra ona, yirmi lira kazanmak isteyip istemediğini sordum, ardından da yapılacak işi anlattım. Yapılacak işe götünün yemediğini söylemese de, kafasının güzelliğini bahane edip, "Ben senin derdine çare bulucam Kanka. Paranın lâfı mı olur allasen, yeter ki işin hallolsun. On dakka burada bekle, sana kıyak sağlam bi eleman bulup getireyim. Biralarım sana emanet" diyerek, ardına bakmadan topukladı.

Niye yalan söyleyeyim, ben de ardından Ceren'in kalçalarına bakmadan edemedim doğrusu. Onu ilk defa koşarken görüyordum. Maşallah, iki yaşında İngiliz tayı gibiydi.

Ceren'in gerçek adı Yusuf'tu, Ceren ise onun kızlık adıydı. Tanrı insanları çift mi yaratmıştı ne, Biseksüel Ceren'in yüzü tıpatıp piyanist şantör Ferdi Özbeğen'in gençliğiydi, kalçalarıysa Cenifır Lopez. Bazen, takıldığım meyhanenin garsonluğunu yapsa da, asıl geçimini seks işçiliğinden ve kaftilikten sağlıyordu. Gündüz, tavlasını okeyini, altılısını bilardosunu oynayan maço bir erkekti, gece olduğundaysa streç pantolonuyla, dolgun kalçasıyla, fondötenli tüysüz yüzüyle güzel bir kadındı. Tanıştığımız ilk zamanlarda bana çok yazılmış kur yapmıştı, ama oralı olmamıştım. O taraklarda bezim yoktu. Ceren'i zamanla, beni kovalamaktan vazgeçirip, sonunda benimle mesafeli, ama güvenilir bir dostluğa razı getirmiştim.

Çoğunlukla, kendisini ti'ye alan insanları sevmişimdir. Beni en çok onlar güldürebilirlerdi bu bok dünyada. Ceren de kendisiyle acımasızca dalga geçen tiplerdendi. Kendisi için, Tanrı'nın kararsızlığı yüzünden 'bir imalât hatası' olduğunu sık sık yinelerdi. Sık yinelese de, kendine yakıştırdığı bu tanımlamasına gülerdim hep. Karikatürle, mizahla uğraştığımı bildiğinden olsa gerek, meyhanede fırsat buldukça yanıma gelip, yaşadığı sıra dışı, komik yatak maceralarını bana anlatmaya bayılırdı.

Ceren'in maceraları gündelik sıkıntılarımdan beni bir nebze uzaklaştırır, kafamı dağıtır, o yüzden keyifle dinlerdim. Ona en ilginç gelen yatak maceraları, evli çiftlerle ve psikopat zarbo sevgilileriyle yaşadıklarıydı. Biraz şaşkınlık, biraz da kızgınlık içinde anlatırdı maceralarını. Ondan dinlediğim hikâyeler Tarantino ve Kustarika filmlerine taş çıkartırdı desem, abartmış olmam doğrusu. Tanıştıkları ilk zamanlar Ceren'i düzen psikopat zarbo sevgililerinden biri, ona kendini düzdürür olmuş, üstelik de acımasızca şiddet uygulatarak. Ceren canından bezmiş, bu yüzden, kırk dokuz kiloya kadar düşmüş bir ara. Bu yorucu ve sıkıcı ilişkiyi, mazoşist zarbo sevgilisinin Kars'a tayini sayesinde bitirmiş Ceren.

Bir keresinde de, birbirlerini aldatan evli zengin bir çifte denk gelmiş. Evli çift birbirilerini af etme koşulu olarak tuhaf bir karar almışlar ve aldıkları kararı Ceren'e anlatmışlar. Ceren için her yol Paris olduğundan, çift tarifeli işe hayır dememiş tabi. Evli çiftin evinde geceli gündüzlü ve ateşli tam bir hafta geçirmiş. Anlaşmaları gereği Ceren, karısının gözleri önünde önce kocasını becermiş, sonra da adamın karısını. Daha sonraları adam, karısını uzun süre Ceren'le aldatmış. Ceren hikâyelerini bana anlatırken, "Abi, ben kendimi manyak sanırdım, ama bu cinsleri tanıdıktan sonra manyaklıktan istifa ettim" deyip, basardı orospu kahkahasını.

Gerçekten de on dakika bile geçmemişti ki yanında kırmızımtrak sarı sakallı, çakır gözlü, kasketli, ürkek bakışlı, şarapla banyo yaptığı her halinden belli olan, avurtları çökük ufak tefek bir adamla döndü. Getirdiği kıyak sağlam adamı gözümün tutmadığını anlamış olacak ki, mutfak robotu pazarlamacılarına taş çıkartacak bir dille arkadaşının bütün meziyetlerini ardı ardına sıraladı:

- Kanka, var ya, buna şarap ve tütününü dayadın mı çayını da demler, yemeğini de yapar, ortalığı temizler süpürür bulaşığını da yıkar. Eti senin kemiği benim Kanka. Bi yanlışı olmaz hiç bi kimseye, olursa gel bana.

- Ceren'ciğim, iyi güzel de, ya molozlar?

- Ağbi, hiç merak etme, o işi de halleder. Ben yolda anlattım ona…

Yürürken bir ayağının hafiften aksadığını fark ettim. Ayağına ne olduğunu sordum. Adının Hasrettin olduğunu, ama ona 'Kaptan' dediklerini, denizle tekneyle, salla kayıkla hiç bir ilişkisinin olmadığını, ama özellikle hamsi buğlamayı çok sevdiğini, Kaptan lâkabını Zihni Baba'daki kevaşe Sevgi'nin taktığını, lâkabından memnun olduğunu söyledi.

Sorumun cevabını nafile beklediğimi geç de olsa anladım. Ceren'in, kaldıkları otelde oda arkadaşı olduğunu, aslen Erzurum Oltu'lu olduğunu, lâkin ailesinin Erzurum'dan Ankara Çubuk'a göç ettiğini şarküterinin şarap reyonuna girdiğimizde de anlatmaya devam etti. Lâfını kesip, ikinci kez, ayağına ne olduğunu soracaktım ki, vazgeçtim. Kafam, evde atılmayı bekleyen dokuz çuval molozdaydı.

Şarküteriden nevaleleri alıp, evin yolunu tuttuk Kaptan'la.

Akşam olmuştu. O tüy gibi haliyle dokuz çuval molozu çöpe atmış, ortalığı da silip süpürmüş, beni şaşırtmıştı. Gün boyu içtiği şarap ter olup akmıştı ayak uçlarından. Gözüm tutmuş, sevmiştim Kaptan'ı. Güzel bir duş aldırıp, o akşam gece geç saatlere kadar bırakmadım onu. Çalışkanlığının bedeli olarak bir de mükellef bir içki sofrası hazırladım ona. Sonra da, gece boyunca Ankara şivesiyle o anlattı, ben dinledim.

Kaptan'ın gençliğinde yapmadığı iş kalmamış. İşportacılık, garsonluk, çaycılık, badanacılık, tezgâhçılık… Daha neler neler… Cezaevine girip çıktığından, nüfus kâğıdının eskidiğinden, dolayısıyla eskisi gibi iş bulamadığından da söz etti. Uzun zamandır sokaklarda kâğıt mendil satıcılığı yaptığını, mendil satmadığı zamanlarda ise sinyalle otel parasını çıkarttığını anlatmaya başlamıştı ki, üçüncü şarap şişesinin dibi de görünmüştü. Zulamdaki kutu biraları çıkarıp, bardaklara servis yaptım. Bir ara sırtındaki, bacağındaki, böğründeki kapanmış yara izlerini gösterdi Kaptan. Her bir yara izi hikâyesinin arasına, insanlardan yediği kazıkları harmanlayarak ayrıntılarıyla anlattı. Yıllardır izini kaybettiği kızı Cevher aklına düştüğündeyse, keskin çakır gözleri buğulanıp durdu.

Havadaki hüznü biraz dağıtmak için bilgisayardan Gülden Karaböcek'in 'Sürünüyorum' isimli şarkısını çaldım ona. Dinleyenler bilir, şarkının sözleri hüzünlü, ritmi ise bir o kadar oynaktır. Hoparlörün sesini yükseltip, Kaptan'ı da ayağa kaldırıp, birlikte oynamaya başladık:

"Baştan yarat beni dertten eleyip
acı bu halime, sürünüyorum.
Ne bir sevenim var, ne seven bir kalbim
ellerim bağrımda perişan kaldım.
Bir gün değil, sana her gün yalvardım
duymadın sesimi, sürünüyorum"

Tanrı sanki bizim perişan halimize acımış, yakarışlarımızı duymuştu. Ayrıca Tanrı bonkör davranmış, sadece bizi baştan yaratıp dertlerimizi elemekle kalmamış, nicedir aldığı neşemizi, biz fanî kullarına iade etmişti.

Boru değil, Tanrı bu; hikmetinden, kudretinden sual olunur mu?

Anlaşılan oydu ki, omurgayı doğrultup sokaklardan çatı katlarına çıksam da, sokaklar ardımı bırakmayacaklardı. Kaptan'la o gece içtiğimiz şarapların efsunundan mı, hayatın cilvesinden mi, yoksa Kaptan'nın burnumun direğini sızlatan sırılsıklam yalnızlığından mı bilmiyorum, zihnimde hayalet bir gemi yarattım. Hayalet gemimin, hayatımın neresinde karaya oturacağını sorgulamaksızın, sokakların kaptanını hayalet gemimin kaptanı yapmaya karar verdim; para kazandığım sürece Kaptan'ı sokaklarda, parklarda, otel odalarında, şişe diplerinde yalnız bırakmayacaktım…

Sonraki günlerde, onun da hoşuna giden güzel bir anlaşma yaptım Kaptan'la. Her ay onun otel parasını ödeyecek, her gün bir paket sigarasını ve bir şişe şarabını alacaktım. O da bunun karşılığı olarak ev-atölyeme gelip çay demleyip yemek yapacak, ortalığı temizleyip götür getir işlerine bakacaktı…

Üç ay su gibi akmış gitmiş, Kaptan sokaklarda sinyalciliği ve mendil satmayı bırakmış, yanımda rahat bir nefes almıştı. Küçük bedenine yılların yapıştırdığı ağır yorgunluk tozlarını teraslı şirin çatı katımdan sokağa silkelemişti. Her sabah aksatmadan gelip ev-atölyeyi toparlıyor, sobayı yakıyor, çay demleyip kahvaltımızı hazırlıyor, çalan telefonlara bakıp notlar alıyor ve götür getir işlerime koşturuyordu.

Her ne kadar copy-center'daki şıllık beni telefonla arayıp, "Bülent Bey, mümkünse başka bir elemanınızı bize yollayın ya da siz gelin. Gönderdiğiniz elemanınızın şarap kokusundan perişan olduk billâhi" dese de, pek aldırmadım. Sonraki günlerde Kaptan'ı pahalı ve klâs deodorantlarla yıkayıp öyle gönderdim copy-center'a. Birileri sorar merak eder düşüncesiyle, deodorantın markasını küçük bir kâğıda büyük harflerle not edip, Kaptan'ın gömlek cebine koydum.

Kısa sürede façasını düzeltmiş, yanakları tombullaşmıştı Kaptan'ın.

Benim de yanaklarıma kan gelmişti. Para kazandıkça okkası ağır çeken bi bok gibiydim; haliyle sinekler de çoğalmıştı etrafımda. İşsiz ve dolayısıyla parasızken beni yolda görüp yolunu değiştirenler, kapımı aşındırır, telefonumu çaldırır olmuşlardı. İtibar etmedim var gülüm dostlarına. Kaptan sayesinde yaşamım kolaylaşmış, kendimi var gücümle işime vermiştim. Deli gibi yazıp çiziyordum. Ekstradan yüz adet çiklet karikatürü işinin beni bulması, balın üzerine kaymak gibi konmuştu.

O günlerde, 'Sürünmüyorum Ama Yoruluyorum' isminde bir şarkı sözü yazma girişimim de söz konusuydu, ama işten güçten pek vakit ayırıp tamamlayamamıştım…

Para kazanmaya başladığımın kokusunu almış olacak ki, yıllar önce spermlerimi çalıp benden habersiz çocuk yapan kadın, apansız, Şam Şeytanı gibi çıkıverdi karşıma. Bir işi için gelmişmiş İstanbul'a. Ona karşı içimde öylesine derin bir öfke ve kızgınlığım vardı ki, işinin mahiyetinin ne olduğunu sorma gereği bile duymadım, ama ortak ürünümüzün ne durumda olduğunu sormadan da edemedim.

Büyümüş Berfin, on yedi yaşında, üniversiteye hazırlanan genç bir kız olmuş. Huyu suyu bana çok benziyormuş. Onu en son gördüğümde 5-6 yaşlarında gür sarı saçlı tatlı bir çocuktu.

Kızımın anası, Berfin'i ne zaman istersem arayıp görebileceğimi söyledi. "Eğer o hazırsa ve mutlu olacaksa, neden olmasın?" deyip ekledim, " Bir hesap numarası çıkartırsa, para gönderirim. Okulların kapanmasına az bir zaman var, yanıma gelirse de, ona güzel bir İstanbul tatili yaptırırım."

Telefon numaramı Berfin'e' iletmesi için verip, karmaşık duygularla ayrıldım yanından.

Yolda yürürken aklıma geldi; on yedi sene önce, benim fikrimi sorma gereği bile duymadan bu bok dünyaya bir çocuk getirdiğinde onu öldürmeyi planlamıştım. O günlerde, bir çocuğu annesiz bırakmanın, babasız bırakmaktan daha kötü olacağını muhakeme etmeyi başarmış olacağım ki, planımı çöpe atmıştım. Bir çocuğu babasız büyütmeyi göze alacak kadar deli cesaretli oluşuna hayran kalmamak mümkün müydü? O da çoğu kadın gibi biraz deliydi işte…

Berfin yaz tatilinde yanıma gelip gitti. Kötü biten, bol alkollü güzel bir İstanbul tatili yaptık birlikte. Onun sayesinde ilk defa, yıllardır burnumun dibinde duran Galata kulesine çıktım, tekneyle Boğaz turu yaptım, Ayasofya'yı ve İstanbul müzelerini gezdim, Dolmabahçe Sarayı'na, Yıldız Parkı'na, Piyer Loti'ye gittim, Çamlıca Tepesi'ne çıktım. Kanlıca'da yoğurt bile yedim. Berfin, ilk defa İstanbul'u gezip gördüğünü söylese de, ona hiç inanmadım. Daha önce gelip, bensiz bir İstanbul tatili yaptığı her halinden belliydi. O arada, annesinin kredi kartı borçlarını da kapatmıştım…

Kaptan bir sabah, dudağı patlanmış, burnu kırık, gözleri kapanmış, üstü başı kan revan içinde geldi atölyeye. Ona bir şey sormadım. Yaşam pratiğim bunu öngörüyordu. Hemen kolundan tutup, yakındaki hastanenin acil servisine götürdüm. Aklımdan bir sürü olasılık geçiyordu, ama oteldeki oda arkadaşı Ceren'in, Kaptan'ı tanınmaz hale sokacağına ihtimal vermemiştim hiç.

Ceren gece papiklenmiş ve Kaptan'a nefes aldırmadan kendini zorla sabahlara kadar düzdürmüş. Kaptan, yorulup telef olduğunu söylediğindeyse, Ceren cinnet geçirmiş ve olanlar olmuş… Anlaşılan oydu ki, yaşadığı hayat Ceren'in manyaklıktan istifasını kabul etmemişti.

Kaptan'ı, kendini toparlayıncaya kadar otele göndermedim. Dört beş gün misafir edip, kral hayatı yaşattım ona. Misafirliği sürece her gün okuduğu gazeteyi ona temin etmek, benden tek isteğiydi. Hangi gözlerle okuyacağını sormadan, her sabah gazetesini alıp, kahvaltı tepsisinin kenarına koydum.

Beş aydır yanımda olmasına rağmen, Kaptan'ı bu dünya mutlu eden tek şeyin gazete okumak olduğunu fark etmemiştim. Şiş gözleriyle evire çevire her satırını okuduğu dandik gazetenin spor sayfalarından çok, magazin sayfalarıyla ilgileniyordu. Magazin sayfalarında manşete çıkan çoğu şarkıcıların, türkücülerin, oyuncuların hangi gece kulüplerine takıldıklarını takip ediyor ve kimin ne kadar bonkör, kimin ne kadar eli sıkı olduğunu herkesten iyi biliyordu.
Tarık'ı Kadir'den, Hülya'yı Seda'dan, Mahsun'u Deniz'den daha çok sevmesinin ve övmesinin nedenini sorma ihtiyacı duymuyordum, Kaptan nasılsa ayrıntısıyla anlatıyordu:

- Bülent Bey, Tarık'ın eli açık çok cömert bir insan, Kadir gibi değil, Seda da telefisyonda göründüğü gibi değil Bülent Bey, eli çok sıkı çok…"

Her birini yakın akrabası ya da ahbabıymış gibi anlatsa da, dinlemek bazen hoşuma gidiyor, bazen de sıkılıyordum. Kaptan'a yönelttiğim sorularımın cevaplarını almakta zorlandığımı bilsem de, sıkıldığımda, konuyu değiştirmek için ortaya gereksiz bir soru atıyordum:

- Kaptan, Ayvalık neresi bilir misin?

- Selma Güneri'ylen Cüneyt Arkın'ın başrol oynadıkları "Tuzak" isimli filmin çekildiği yer.

Filmde Hulûsi Kentmen Ayvalık Belediye Başkanı, Ali Sururi fabrikatör…

- Haaa, tamam anladım!

- Hülya Avşar'ın anasının memleketi de Ayvalık. Babası, Kars Iğdırlı. Zaten, Iğdır vilâyet oldu. Akdeniz iklimi gibin iklim vardır orda Bülent Bey, her şey yetişir, zengin memleket zengin…

-!

Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle çalıştığım dergi kapandı, yeniden işsiz kaldım, dolayısıyla Kaptan da işsizdi artık. Devr i saadetimiz on beş ay sürmüştü. Yaptığım birikimle beş altı ay daha dayandım teraslı şirin çatı katımda. Evi eşyalarıyla, ev hayatı özlemiş birilerine devretmeden, Kaptan'a ve kendime bir tepsi hamsi buğlamalı mükellef bir içki sofrası hazırladım. Sofraya kurulmadan önce de, Gülden Karaböcek'in 'Otel Odaları' isimli şarkısını koydum bilgisayara. Dinleyenler bilirler; Murathan Mungan'ın yazdığı şarkının sözleri alabildiğine hüzünlü, melodisi ise alabildiğine insanın içini acıtır. Hoparlörün sesini yükseltip, gözlerimi kapadım. Zihnimdeki karaya vurmuş hayalet gemime güzel hayalet bir kadın çağırıp, onunla dans etmeye başladım:

"Pencerelerine ışıklar düşen
Ah otel odaları, otel odaları
Sarı, yeşil, kırmızı, mor
Hepsi de acının değişik tonları
Ah otel odaları, otel odaları
Yalnızlığın mezarları
Otel odaları, otel odaları
Sürgünlerin, gurbetlerin diyarı"

Yorumlar

Hay allah razı olsun Bülent beyciğim, uzun zaman olmuştu Gülden Karaböcek dinlemeyeli, sayenizde hatırladık, hatta hızımızı alamayıp -başta yazıda zikredilenler olmak üzere- üç beş şarkısını bilgisayarımıza indirdik.

Vay be! Ne günlerdi onlar! Bi kere gençtik, hiç yaşlanmayacağız sanıyorduk. Bırak bizi, Gülden Karaböcek bile yaşlanmış azıcık.

Olsun, gene de güzel.

Durmuş Düşünür - 18 Aralık 2015 (11:20)

diYorum

 

62
Derkenar'da     Google'da   ARA