Patronsuz Medya

Üşüten Yaz

Bülent Karaköse - 7 Ağustos 2015  


Bu namussuz koca şehrin bağırsaklarında dolanan tenyalar gibiydik can dostum Panço'yla. Ne bu koca şehir bizi o kıvrım kıvrım organından söküp atıyor, ne de biz onun dışına çıkmak için çaba harcıyorduk.

Yaz aylarında, işlek caddelerinde göze fazla çarptık mı, belediye kamyonlarına doldurulup şehrin yamaçlarındaki ormanlık arazilere salınıyor, kışın ise spor- sergi salonlarına tıkıştırılıp, misafir ediliyorduk. Her misafir edildiğimizde, hamiyetperver, çalışkan belediyemiz bir tas sıcak çorba ve battaniye karşılığında bizlerden saçlarımızı, sakallarımızı ve bitlerimizi almayı ihmal etmiyordu.

Belediyemizin bizi ağırladığı toplama kamplarında (pardon- Sosyal Tesisleri'nde) üzerimizde içki yakalatmamız çok kötü olmuştu. Kara kışın sabahında kapı dışarı edilmiştik. Yollar boş, hava soğuktu. Yerler çatılar karla kaplanmış, esnaf henüz kepenk açmamıştı. Cebimizdeki bozukluklar otele çıkmamıza müsaade etmediğinden, açık sabahçı bi kahvehane bulabilmek umuduyla rotamızı şehrin merkezine doğru kırdık…

Yol boyunca ne işleyen bir araba ne açık bir kahvehane ne de bir lokantaya rast geldik. Takatimiz kalmamıştı. Tipi şehrin merkezine doğru ilerlememizi engelliyordu. Sokak aralarının birinde karşımıza çıkan park etmiş bir kamyonetin branda örtülü kasasında, sahibi gelip bizi kovuncaya kadar uyuyup vakit geçirdik… Kamyonetin sahibi merhametli davranmıştı. Cebindeki bozuklukları verip, kamyonetinden uzak durmamızı söyledi, biz de arkamıza bakmadan derhal topukladık…

Midemiz kabak kemane çalıyordu, acıkmıştık.

Nasıl olmuştu da hava erkenden kararmıştı, anlayamamıştı Panço, söylenip duruyordu… Panço'nun şaşkınlığında tekrar yola koyulduğumuzda karşımıza çıkan ilk markete daldık. Cebimizde ağırlık yapan bozuklukları son kuruşuna kadar ekmeğe, soğana, şaraba ve sigaraya yatırdık. Görünen oydu ki, bu kış da sokaklardaydık…

Kim bilir kaçıncı kışımızdı sokaklarda, ikimiz de hesabı iyi tutamamıştık. Ben 'Üçüncü kışımız' desem, Panço hesabı yanlış tuttuğumu söyler, 'beşinci kışımız' olduğu konusunda iknaya çalışırdı beni. Ayaküstü yaptığımız böyle lüzumsuz lâkırdılar sonucunda, ebemizin örekesine Mart karı yağdığını hatırlayıp, basardık kahkahayı… Sonrasında sessiz derin bir hüzne boğulsak da, gözlerimiz ve altımız ıslanıncaya kadar gülerdik…

Panço çöpten bulduğu püsküllü uzunca bi kilimin ortasına, koca kafasının geçebileceği büyüklükte açtığı delikle kendine bir panço yapmıştı. Yaz kış giydiği bu kilimden bozma panço, ona kendi adını unutturmuştu. Kimi 'Püsküllü' diye lâkap taksa da, ben onu, gençlik yıllarımda okuduğum çizgi romanlardaki saçı sakalına karışmış ayyaş Meksikalılara benzetir, 'Panço' diye seslenirdim. Niye yalan söyleyeyim, Panço'nun gerçek adını bugün ben de hatırlamıyorum…

O günün uğursuz soğuk gecesi, lokantaların, barların pis kokulu sıcak havalandırmaları sokak prensleri tarafından önceden rezerve edilmiş, Panço'yla bana iki götlük yer kalmamıştı…

Mart karı bu defa gerçekten ebemizin ağına yağmış, gecenin tipisi tipimizi iyice bozmuş, ayazı iliklerimize kadar işlemiş felç etmişti ikimizi de; üstelik mazotumuz da tükenmek üzereydi. İkindi ezanından beri içtiğimiz üç şişe şarap bile, bana mısın dememiş, ısıtmamıştı içimizi.

Panço, pançosunun atında tir tir titriyor, ben ise ellerim ceplerimde 'yaylalar' türküsü eşliğinde yerimde zıp zıp zıplayıp duruyordum…

Allah'ın ayazı milleti evlerine erkenden gömdüğünden, caddelerde, sokaklarda sinyal yapabileceğimiz bir Allah'ın kulunu bırakmamıştı.

Panço'yla donup ölmemek için sürekli konuşup, birbirimize denizci masajı yapıyorduk ki, gecenin ayazından kendimizi bir kaç geceliğine kurtaracak dâhiyane sadığım o lânet olası plan düştü aklıma…

Panço'nun tırsak yaradılışlı mizacı böyle bir işte rol almasına engeldi, ama planımı ona anlatmadan devreye sokmaya kararlıydım…

Zarboların devriyede olması, olduğundan daha da kolaylaştıracaktı işimi elbet. Plânım iyi giderse, bu ayaz kış gecelerinin hiç değilse bir kaç gecesini nezarette geçirecek, Panço'yla soğuktan donarak ölmemizi erteleyebilecektim. Güya…

Yanıp sönen kırmızı ışığıyla avanak avanak devriye gezen ekip arabasını Panço'dan habersiz gözüme kestirmiştim. Ekip arabası bize doğru yaklaştığında, o an 'dâhiyane' diye düşündüğüm planımı uygulamamak için bir nedenim yoktu artık. Şarabımın son damlasını da fondipleyip, elimdeki şişeyi var gücümle devriye arabasının ön kaputuna doğru fırlattım. Zarboların bizi biraz okşayacaklarını hesaba katmıştım; hatta bir iki kötek bizi ısıtır, kendimize getirir düşüncesindeydim…

Elimin ayarı tüm hesaplarımı bozmuştu; fırlattığım şişe, arabanın ön kaputuna değil de, camına isabet etmişti.
Panço olduğu yerde dona kalmış, " Oohha! Elinin ayarını zikeyim Zagor, şişeyi atacak başka bi yer mi bulamadın? Boku yedik lan!" dediğinde, ikisi tüysüz, üç zarbo devriye aracından inip, yakamıza çoktan yapışmışlardı bile.

İki tüysüzün küfürleri eşliğinde yüzüme, sırtıma savurduğu tekme ve yumrukların arasından Panço'ya sesimi duyurmaya çabalıyordum:

- Korkma Panço, iyi bir planım var, karşı gelme memurlara, aklıma güven! Güven aklıma Panço!

- Aklına sıçayım Zagor! Sen n'aaaptın lan dalaanı ziktiğimin!

Sokaklardaki vahşi yaşam ahlâkımızı bozup, birbirimize duyduğumuz güveni zedelese de, ben aklıma olan güveni yitirmemiştim hâlâ. Panço'ya sesini kesmesini, direnmemesini söylüyordum ama nafile, zarbolar öfkeden kudurmuş birer kuduz it gibiydiler:

- Devlet malına kastî zarar ha! Ulan pis ayyaşlar, köpeoğulları, anarşikler yaktım ulan çıranızı!

- Ulan, biz şimdi ne hesap vereceğiz amirlerimize? Vatan hainleri, asalaklar!

Ben yediğim cop, tekme, yumruk darbelerinin arasında, içimden, "Oh, gecenin ayazından, soğuğundan kurtardık galiba!"diye düşünürken, Panço zarbolarla boğuşuyor, titrek sesini onlara duyurmaya çalışıyordu:

- Ama… Ama, ben bir şey yapmadım ki, Sayın memur Ağbilerim! Vurmayın n'olur!

Yakarıp söylendikçe, zarbo şiddetini daha da arttırıyordu Panço'nun pançosunun üzerinde:

- Bi de devlet memuruna mukavemet ha! Bak hâlâ konuşuyon deyyus! Sizleri tıkalım da kodese, görün ebenizinkini! Belâ mısınız ulan siz, ha! Belâ mı?

İki tüysüz zarbo beni kelepçeleyip, karga tulumba camlarını kırdığım devriye arabasına götürürken, en tüysüz ve kızgın olanı amirine dönüp, "Biz bu ipneyi hallettik amirim, siz de o ipneyi getirin!" diye seslendi. Tüysüzün öfkeden delirmiş âmiri Panço'yla öylesine meşguldü ki, dönüp cevap bile vermedi…

Kafasına cop darbesi alan Panço'nun feryadı ciğerlerinden ok gibi fırlamış, sadece kulaklarımın zarını değil, ciğerlerimi de delip geçmişti:

- Yandım anaaaaaam! Zagoor, yaktın bizi!

Tüysüz zarboların pençelerinden kurtardığım başımı çevirip, yüzü gözü kanlar içinde yerde yatan dostum Panço'ya baktığımda onu son görüşüm, sesini ise son kez duyuşum olacağını bilmiyordum:

- Zagooor! Zagooor! Bırakmayın lan beni buralarda… Yandım anam ben, yandııım!

Ekip arabasının içinde, elim kolum bağlı, dostum Panço için yapabileceğim hiç bir şeyim yoktu.

Zarbolar, kanı, arabalarının koltuklarını kirleteceğini bahane ederek Panço'yu nezarete götürmeyip, yığıldığı yere öylece bıraktılar gecenin ayazında; beni ise, arabanın içinde döve döve, söve söve götürdüler karakola.

Alkollüyken 'dâhiyane' sandığım ahmak planım işlemesine işlemişti, gece soğuktan donmaktan kurtarmıştım kendimi ama…

Beni sorgulayıp, hırpalayıp bir kaç gece nezarette alıkoyup, devlet malına zarar vermekten Cezaevi'ne postaladılar. Bir süre sonra, Denetimli Serbestlikten yararlanıp, yazın ortasında salıverildim…

Bu Yaz, kaçıncı Yaz'ımdı sokaklarda bilmiyorum…

Sevgili Panço hayatta olsaydı, kaçıncı Yaz'ımızı yaşadığımız konusunda beni ikna etmeye çalışır mıydı, onu da bilmiyorum… Ayrıca, bilmediğim bir şey daha var; Panço, bu yakıcı, boğucu sarı sıcağın altında üşüyüp zangır zangır titrediğimi görseydi kahkahalara boğulur, gözlerinden yaşlar gelinceye kadar güler miydi?

diYorum

 

61
Derkenar'da     Google'da   ARA