Patronsuz Medya

Halk böyle istiyor

Ali Türkan - 19 Şubat 2007  


Geçen gün mutfakta hamur kızartırken, radyoda çalan "aman be hadi kalk kaynaşalım kız / çakkıdı çakkıdı oynaşalım kız / azıcık alttan azıcık üstten / hoppidi hoppidi hoplatalım kız" şarkısına eşlik ederken yakaladım kendimi. Kenan Doğulu dinlemediğim için de epey şaşırdım doğrusu.

Bunun üzerine, hiç ilgi duymadığımız kaç zırıltının, istemimiz dışında beynimize çakıldığını merak ettim ama hesabın içinden çıkamadım tek başıma.

Ya da birden, koca ülkede insanların neden "paniğe kapılma" yerine "panik yapma" dediğini; son on yılda, kadınlara neden "bayan" denildiğini; "şoke olmak" kavramının ne anlama geldiğini, parmağı kapıya sıkışanın bile neden "şoke olduğunu" ve sayıları gitgide artan şımarık, canavarlaşmış piç kurularının "hiperaktif" adı altında kabul görmesini de çözemedim. Hayretbişiiaaaa.

Tamam, nedenler ortada. Hiç azımsanmayacak değerde insanlar tarafından günümüzün "en tehlikeli silâhı" olarak nitelenen medya bizi bu hâle getiriyor da, etkilenmemek bu kadar zor mu.

Evet, zor! Hatta, neredeyse imkânsız galiba.

Ki, bu saydıklarım, medyanın en "hafif" yan etkileri. Asıl etki, adına "Yeni Dünya Düzeni" denen bataklığı itirazsız kabul edecek "yeni dünya insanı" yaratılmasında görüldü, görülüyor. Varlığının yegâne temeli "tüketici olmak" şeklinde açıklanabilecek bu insan türü, tanımını gene medyanın yaptığı bir mutluluğun, kaygıların, korkuların peşinde moda akımlarına göre savrulup duruyor.

(Yazının tonunu ayarlayamazsam, şimdiden yazayım: Bu satırlar, o insanın tarafını tutarak yazılıyor. Çünkü, uyuşturucu madde bağımlılığındaki gibi, medya bağımlılığı da suçlular'ın değil, kurbanlar'ın sorunudur. O televizyonun düğmesine basmak veya o gazeteyi yalnızca soba tutuşturmak için almak, aynı o madde bağımlılarının "arınma" sürecindekine benzer davranışlara neden oluyor. İsteyen denesin.)

En son söyleyeceğimi de en başta söyleyeyim: Mostralık birkaç bağımsız kalem dışında ve tüm dünyada, medya çalışanları, koca bir rezilliğin gönüllü tezgâhtarıdır. Ucuzluğu savunmak için ortaya attıkları "halk böyle istiyor" gerekçesi de koca bir palavradır. Tüm o düzeysizlikler aptallar için değil, aptallar tarafından yapılır. Çünkü, medyada "bir şey" olmanın yolu yetenek, birikim, duruş, cesaret, dürüstlük gibi hasletlerden değil; kabızlık, kurnazlık, omurgasızlık, çoğu zaman korkaklık ve yalancılık gibi, "Yeni Dünya Düzeni" ne daha uygun davranışlardan geçer.

Halkın bir şey istediği yoktur. Söz konusu olan, durduk yerde ezberlediğim o Kenan Doğulu şarkısında olduğu gibi, durmadan tekrarlanan bir şeye, halkın alıştırılması durumudur. Beyinler sürekli bombardıman altında tutulmalı ve insan, kendisi adına düşünüp reçeteler üreten bir mega beyin'e teslim olmalıdır. Öyle düşünme tembeli yapılmalıdır ki insan, reklamlar olmasa, özel TV'lerin de olmayacağına inanmalı ve bir de bunu savunabilmelidir. Hele "özel TV'ler olmasa ne kaybederdik yani?" sorusunu aklına bile getirmemelidir.

(Bunca girişi, mevzuu reklam konusuna kostikleyebilmek için yaptım ama giriş bu kadar uzadığı için, yazı gene destan gibi olacak sanırım. Okurken patrona, müdüre falan yakalanmayın sakın.)

Buradan buyurun.

Kendi paranla rezil olmak

Yeni bir şey keşfetmiş gibi davranmaya, hatta yüksek sesle söylemeye bile gerek yok; herkes biliyor: TV programları arasında sinir bozan, radyoda adam gibi bir şarkı dinlememize engel olan reklamların parası bizim cebimizden, yani tüketicilerden çıkıyor. Hem de öyle bir çıkıyor ki, bazı ürünlerde reklam giderleri, etiket fiyatının yarısından fazlasını tutabiliyor.

Başka bir ifadeyle anlatmam gerekirse, filmin en heyecanlı yerinde "şrrak!" diye araya giren veya futbolcu topu kapıp da ekranın altından atağa kalktığında üstünü örten o şeyi seyredebilme uğruna, elli liraya alabileceğin bir çift ayakkabıya yüz lira veriyorsun; belki bin lira olacak bir zımbırtıya da bin üç yüz papeli bastırıyorsun.

Hesap bu kadar basit olduğu halde, kimileri çıkıp utanmadan, "o zaman özel TV kanalları da olmazdı" diye bir "argüman" la karşımıza dikilebiliyor.

Bana sorarsanız, özel TV'lerin varlığını böyle savunmak, yalancılık değilse, aptallık veya ahlâksızlıktır. İlle özel TV gerekiyorsa, meselâ aylık belli bir ücret karşılığında da olabilir bu ve o zaman gerçekten reklam verenlerin değil, TV izleyenlerin belirleyeceği bir yayın akışı şansı da artar. Mutlaka, cebimizden de daha az para çıkar. Ama özel TV'lerin asıl amacı, zaten reklam yayınlamak olduğu için, böyle bir tartışmaya girmenin de anlamı yok.

Peki, başka ne olurdu reklamlar olmasaydı.

Reklamcılar işsiz kalırdı.

Kalsınlar! Reklama bulaşmayan herkesin işsiz bırakıldığı bir dünyada, onların işsizliğini mi düşüneceğiz? Hem, musluk tamirciliği veya simitçilik yaparak "gerçekten" işe yararlardı belki. Ve belki, bunca "yaratıcı" potansiyel de kim bilir ne filmler çeker, ne romanlar yazar, ne şarkılar yapardı o pisliği her yere sıvamadan. Enerjisini bir şey satmak ve o şeye ihtiyacımız olduğunu anlatmak yerine, dünyayı güzelleştirmeye harcayacak binlerce eğitimli insan…

Fena da olmazdı galiba.

Neyse, bunlar tıraş. Reklam ve reklamcı denen bir insan türü var. Yalnız onlar değil, o sektöre hizmet veren şarkıcılar, mankenler, sporcular, gazeteciler, bilim adamları, tiyatrocular, artistler, kıllar, tüyler de var. Biz gerçeğe, yani reklamın bünyemizdeki façasına bakalım.

O faça da bir sonraki bölümün başlığı oluyor.

* * *

Tüketmezsen adam değilsin

Mal'a sahip olmanın ve onu tüketmenin - bu yüzden de mümkün olduğunca fazla üretip fazla tüketmenin - insana mutluluk verdiği anlayışı, reklamcıların en önemli "silahı" olarak öne çıkıyor. Bu silâhın insanı ruhsal bir sefalete sürüklediği, reklamcılar tarafından yalnızca göz ardı edilmiyor, bilinçli bir şekilde kabul görüyor.

Kısacası, tükettikçe mutlu olacağımız ideolojisi, insanın bu günkü temel rahatsızlıklarının asıl nedeni ve insanın bunun için ödediği her bedel, o rahatsızlığı üreten reklamcıların bilmediği bir şey değil.

Bu refah ve tüketim ideolojisini yaymak için de her numarayı "doğru" buluyor; en başta "psikolojik manipülasyon" olmak üzere, her yolu da mubah sayıyorlar. İnsanlarda duygular, keyifler, istekler yaratılıyor; hatta, suçluluk duyguları kaşınıyor.

Meselâ, plazma TV'nin veya Mp3 çalan bir cep telefonunun gerekliliği, daha çok "zekâya" hitap eden reklamlarla anlatılırken, pahalı bir parfüm veya son zamanlarda moda olan pırlanta yüzük gibi lüks tüketim maddeleri, "beni bu kadarcık sevseydin" benzeri sloganlarla pazarlanıp, duygular kurcalanıyor.

Bunlar yetmezmiş gibi, çevreye inanılmaz zararlar veren ve pek de gerekli olmayan, pahalı hijyen malzemeleri de ev kadınlarına "ailenizin sağlığını yeteri kadar düşünüyor musunuz?" tarzı, suçluluk duyguları yaratan bir soru eşliğinde satılıyor.

Duygu açlığı çeken milyonlarca (dünya genelinde milyarlarca) insana, kıytırık dizilerin, filmlerin, "eğlence" programlarının ve şarkıların arasına sıkıştırılmış otuz saniyelik "kurtuluş" reçeteleri sunuluyor. Aslında tam da özgür ve birey olmadığının itirafı olan, kablosuz matkap veya dört çekerli arazi arabası kullanarak "özgür ol!" ve şu parfümü kullanarak "farklı bir birey ol!" emirleri veriliyor, medya ve eğlence sektörü tarafından esir alınmış insana.

Yalnız bununla da kalınmıyor. İnsanın aidiyet duygusu, tükettiği mallardan oluşan bir sürü üzerinden tanımlanıyor. Şu marka ayakkabıyı giyenler, şu içecekten içenler ve bu müzikleri dinleyenler…

Öyle ki, tüketici grup yaratabilme adına, ülkemizin daha varlıklı kesimlerinin çocukları, kaynağı yoksulluk ve düzenle uyuşamama olan rock tarzı müziklere "alıştırılıyor" .

Ortaya da yabancı dil bilen ve o dilde okunan şarkılarla yoksulluktan yakınan iyi aile çocukları çıkabiliyor. Böylece Türkiye'de rock dinleyenler, daha Avrupai bir tüketim grubunun vazgeçilmez neferlerini oluşturuyor ve kendini o kara kalabalıktan ayırıyor (aman, kimse alınmasın; kendi iradesiyle ve seçimiyle yapanlar da var bunu; örnek olsun diye şeyttim).

Gene de sürünün içinde "birey" olduklarını da gözden kaçırmamaları için, "senin kokun!" veya "senin bankan!" gibi sloganlar da ihmâl edilmiyor meraklılarına.

O ürünü tüketenler için kusursuz, pürüzsüz bir dünya yaratılıyor reklamlarda.

Böylesine yaldızlı ve mükemmel reklam dünyası da birçok insanda ama özellikle gençlerde, (hadi deyim sallayayım işkembeden, umarım bu şekilde kullanılıyordur pişikolojide) "gerçeklik yitimine" neden oluyor.

Çünkü, bu "sanal" gerçeklik, sorunları olan "gerçek" dünya karşısında daha şık ve daha kullanışlı duruyor.

Dediğim gibi, rasyonel davranarak, daha kolay bir yolu seçen ve hayatını zora sokmayan bir mega beyin'e kendini teslim etmiş insana öfkelenmek değil, onun kurban olduğunu görmek gerekiyor.

Bu yüzden de çocuklarından ve onların marka düşkünlüğünden yakınan anne-babaları anlamak gelmiyor içimden. Yalnızca satın alabildikleri şeylerle var olabildikleri bir tezgâhın ortasında, başka bir şeyle neden, nasıl uğraşsın ki çocuklar.

Kulağın arkası

(Pek huyum değildir ama bu seferlik kibar olayım), "Ş'aapılmadık bir kulağımın arkası kaldı" lâfı, Türkçe'de en sevdiğim lâflardan biridir. Satın alma isteği sürekli dürtülen "küçük insan"ın çok önemli bir sorununa da çok güzel işaret ediyor bu deyim: Gırtlağa kadar borca batma sorunu.

Küçük insan, bir şeylere sahip olması gerektiğine öyle inandırılıyor ki, bu sorunu da göze alabiliyor. Ortaya da -çok sık rastlandığı için, artık güldürmeyen- acaip bir ikilem çıkabiliyor (iki ucu boklu paradoks anlamında kullandım).

Meselâ, iyi bir tatil yapabilmek için fazla mesai yapan ve çok çalıştığı için de dinlenmeyi hak ettiğini düşünen bir insan türüne rastlıyoruz artık.

Dinlenme denince de aklına, ona işaret edilen tatil yerlerindeki oteller geliyor tabiî. Eline bir bira alıp evinin balkonunda güneşlenmeyi veya çocuklarını peşine takıp meselâ Anadolu Kavağı'nda güzel bir gün geçirmeyi; ya da ne bileyim, yaşadığı kentin hiç görmediği bir semtini dolaşarak aylaklık yapmayı falan düşünmüyor reklamcıların esir aldığı küçük insan.

Dinlenmenin değeri de, o tatile ödenen maddî bedel ile ölçülüyor.

Bu bedel de küçük insanın kredi kartına yüklenmesine, gırtlağına kadar borca batıp, o ürünlerin üretildiği holdinglerde kılını kıpırdatmadan çalışmasına, işsiz kalıp evine haciz gelmesi korkusuyla da hakkını arayacak cesareti yitirmesine neden oluyor.

Böylece ortaya reklamın en önemli etkilerinden biri daha çıkıyor kendiliğinden: Çok ucuza veya bedava elde edilecek şeylerde bile, "marka" değeri vurgulanan ürünleri tercih edecek kadar soru sorma alışkanlığını yitirmiş insanı yaratmak. İnsan öyle bir hâle gelmeli ki, "doğru" ve "yanlış" konusunda yapması gereken ayırımı, onun için başkaları yapmalı.

Bilgi verme tekelini elinde tutan holdingler, akla gelebilecek her şeyde kendilerince bir doğru yaratırken, reklamcıların en önemli savunmalarından birini de ortama salıyor. Onlara göre, bir ürünü tanıtmanın ve insanları bilgilendirmenin ne sakıncası olabilirmiş.

Sakıncasına en kısa cevap da şu oluyor.

Çıkarayım da külâhıma anlatın!

Reklamın bilgilendirmek gibi bir amacı falan yoktur. Tek amaç, müşteriyi belli bir ürüne bağlamak ve o ürünün mümkün olduğu kadar çok sayıda satışını sağlamaktır. Bu yüzden de ürünün artıları abartılırken, eksileri hasır altı edilir. Dizel arabaların veya sigaranın kansere neden olduğunu anlatan tek bir reklam hatırlamıyorum ben. (Sigara konusunda bi çift lâfım da olacak. Çok yakındaaaa!)

Gene de bunlar az çok bilinen örnekler. Daha az bilinen ve görece olarak "masum" sayılan kolalı içecek ve hamburger gibi şeylere de bakabiliriz.

Yeryüzünde okey'den sonra en bilinen ikinci kelime olarak Coca Cola kabul ediliyor. Eh, yılda bir milyar doları reklama harcayan bir şirketten söz ediyoruz burada. Bu kadar bilinmesi de olağan.

Her 0, 33 litrelik kola şişesinde ve kutusunda 12 adet küp şeker bulunuyor. Kolanın, sürekli tüketilmesi durumunda, çok ciddi diş, karaciğer rahatsızlıklarına ve kemik kırılmalarına neden olduğu da biliniyor ve bu konu tartışılmıyor bile. Kobaylar üzerinde yapılan deneylerde, dört hafta gibi kısa bir süre içinde DNA'larında değişim gözleniyor. Ayrıca, kolanın içindeki fosfor asidi de kutuların yapıldığı alüminyumla birleşince, özellikle Alzheimer gibi hastalıklara ve kemik erimesine neden olabiliyor.

Bunlar sağlıkla ilgili konular. İşin bir de "etik" boyutu var. Birinci Irak Savaşı'nda, Coca Cola şirketinin Amerikan askerlerine hediye ettiği güneş gözlüklerinden veya Coniler'in Coca Cola eşittir ABD denkleminden söz etmeme gerek bile yok. (Zamanında Coca Cola'yı protesto eden ağabeylerimize "hırt" yaftasını yapıştıran liberal kese kâğıtlarına duyurulur.)

Bununla bitmiyor tabiî.

Dünyada her gün bir milyar şişe Coca Cola tüketildiğine göre, bunları üretmek için gerekli suyun nereden ve ne şekilde elde edildiği de anlatılmaz reklamlarda. Onlar anlatmasa da, Vandana Shiva 2003 yılında anlatmış.

"Suyun özelleştirilmesine bir örnek de Güney Hindistan'ın Kerala eyaletindeki bir köyle verilebilir. Kerala eyaleti, dünyanın en zengin su kaynağına sahip bölgelerinden biri kabul ediliyor. Ama iki yıl önce o bölgeye gelen Coca Cola şirketi, yerel politikacılarla yaptığı bir gizli anlaşmanın ardından, yer altı su kaynaklarını şişelere doldurmaya ve Kinley markasıyla satmaya başlıyor: Her Allah'ın günü 1.5 milyon litre su. Doğadan izin istemedikleri için, buna 'su hırsızlığı' diyorum. Birkaç ay içinde yer altı su kaynağı azalmaya başlıyor. Öyle ki, bugün iki mil çapı olan bir bölge içinde, tek damla su kalmamıştır. Bölgedeki her dere, her sarnıç ve her kuyu kurumuştur."

Bölge halkı (kimilerinin "bok kokuyor" falan dediği Hintliler), su almak için 12 km'lik bir yolu gitmek zorunda kalmışlar.

Başka söze gerek var mı? Kim bilir, tam da şu anda, dünyanın neresinde benzer şeyleri yaşayan başka gariban halklar var.

Hamburger örneğini de fazla uzatmayacağım. Hani şu küresel ısınma hikâyesinin en önemli nedenlerinden olan "yağmur ormanlarının yok olması" olgusu var ya; işte o masum hamburger de Güney Amerika'da o ormanların yok edilip yerlerine hayvan besleme amaçlı soya bilmem nesi ekilmesine neden oluyor. Adamlar yılda 1.3 milyar sığır boğazlıyor, boru mu? (İlginç bir rakam olarak da, yeryüzünde açlıkla karşı karşıya kalan insanların sayısı, 1, 3 milyar olarak tespit edilmiş (2005).

Yalnızca bu iki şirket; ABD'nin (ve dünyanın) en büyük on şirketi arasında ve ülkenin prestiji sayılıyor.

(O masum çizgi filmleri yapan Disney de var ilk on arasında. Bu şirketlerin neden olduğu açlık, sefalet, savaşlar, köle işçiler ve serbest ticaret bölgeleri de başka bir yazının konusu olsun. Medyanın bu konulara neden yer vermediği de…)

Ortada bir bilgilendirme falan yok. Öyle olsa, bunca çöpe ve dolayısıyla doğanın kirlenmesine neden olan ambalajların doğaya ne zararlar verdiği veya dünyanın, pakette satılan yoğurt, süt gibi ürünler için ne bedeller ödediği de anlatılırdı.

Bunun yerine, salaş iş yerlerini basan "soruşturmacı" gazeteciler tarafından, ne pis şeyler yediğimiz ve paketlenmiş ürün kullanmamız gerektiği anlatılıyor bize. (Hemen hemen her haltı işportacılardan ziftlenen biri olarak, domuz gibi sağlıklıyım. AB ülkelerinde bulaşıkçılık da yaptım ve henüz içinde böcek olmayan tek mutfak da görmedim o çağdaş ve uygar ülkelerde. Lastik eldivenle program sunan tek TV aşçısı da görmedim.)

Haber programlarındaki bu tarz "bilgilendirme" yanında Türkçe'ye "Ürün Sokuşturma" olarak çevirmek istediğim bir "Product Placement" olgusu da var fazladan.

(En yeni örneklerden birini hemen verebilirim: GORA filminde, uzaylılar tarafından kaçırılan Cem Yılmaz'ın "hani her yerden çekiyordu" diyerek, cep telefonuyla ve uzay gemisinden dünyayla bağlantı kurduğu anda, yanından geçtikleri uydunun üstünde adı yazan telefon şirketi.

Trakya'nın ortasında ya da bilardo oynamak için girdiğim bodrum katında işe yaramayan bir şebeke, potansiyel müşterilerine "uzaydan bile çeker" gibi bir mesajı daha güzel nasıl verebilir?)

Kör parmağım gözüne, vicdan üstünde tepinip "çocuklarımızın sağlığıyla oynuyoruz" mavraları yanında, bu yöntem de satılmak istenen her ürünü sinsice sokuşturuyor beyin hücrelerimize.

Of, sıkıldım bu sayılardan falan. Gene manipülasyon konusuna döneyim.

Ben görmedim, yavrum görsün

İsteyen, psikologlara sorabilir. En şevkle tüketenler, en kolay etkilenenler arasından çıkar.

Bir aidiyet, özgüven sorunu olan ve kişiliğini arayan insanlar (ki belli yaşlarda olağandır), "dışardan" gelen yönlendirmelere daha açıktır. Ailesiyle kendi kuracağı hayat arasında sıkışıp kalmış; doğruyu el yordamıyla bulmaya çabalayan; bir yandan hormonları, diğer yandan üstüne yıkılan beklentiler ile sık sık ve kolayca öfkelenen ergenlik çağındakiler de "her şeyi denemek" üzerine kurulu bir mutluluk tanımına, ayakları yere basan veya deneyimlerini yapmış yetişkinlerden daha kolay kanarlar.

Belki çocuklardaki marka düşkünlüğünü de burada aramak gerekiyor. Onları sürekli belli bir grubun içine iteleyen o devasa mekanizmayla baş edebilecek her türlü donanımdan yoksunlar ve aileleri de anlattıklarından farklı bir hayat sürüyorsa, daha inandırıcı ve çekici gelen TV dünyasını seçecekler ve o dünyada belirlenen normlara uymayanları da "cemaat" dışına iteceklerdir elbette. Böylece, belli bir marka pantolonu, ayakkabıyı giymeyenler cemaat dışına atılacak, alaylara maruz kalacak ve kimi zaman da "zopa" yiyecektir.

Tüm bunların üstüne "lan ben yaşamadım, çocuğum yaşasın!" diye on yedi yaşındaki veledi, kıyafetleri ve aygıtlarıyla bin beş yüz dolar değerinde "donatan"; sabah kıçını kaldırmak yerine, çocuğun eline TV kumandasını veren ebeveynler de binince, çocuk da "hiperaktif" olacak ve on dört yaşında, şizofreniden manik depresifliğe kadar yığınla teşhisle boğuşacaktır.

Bu da yetmeyecek, büyüklerin giysilerinin çocuklara giydirildiği bir kültür kenara itilip, onun yerine "Az çocuk yapın, adamı uyuz etmeyin! Çok çocuk ilkelliktir!" tarzı "çağdaş uygarlık" geyikleriyle ve tek (bakabileceğin kadar) çocuğun her istediğinin alınabileceği vokaliyle daha "çağdaş" bir kültür, ebeveynlere sokuşturulacaktır.

Öyle ya, tek çocuğa boy attıkça alınan pahalı bir marka tişört, ağabeyine olmayan pek de eskimemiş ve pazardan alınmış bir tişörtten evlâdır. Ve üstünüze afiyet, çocuklar da çabuk büyürler.

Böylece, o tek çocuğa, para bastırarak bir toplumsal konum alınacaktır.

(İnsanların yoksulluğunu ekonomik nedenler, sınıflar arası ilişkilerle açıklamak yerine, onların yaptıkları çocuk sayısıyla açıklayan bunca "okumuş" insanın başka ne amacı olabilir ki? Hele o insanlar, reklamın ve medyanın bir köşesinden tutmuşsa. Ya da tersinden sorayım: Bu tip çağdaş uygarlık palavrası atmayan ve insanların uçkuruna karışmayan kaç kişi medyada ekmek yiyebilir?)

Elbette bu "toplumsal konum" satın alma işi, yalnızca gençlerle sınırlı değil. Almanya'dan şöyle gösterişli bir araba alacak parayla gelmediğim ve en azından bir dairem olmadığı için, beni adam yerine koymayan kaç akrabam, kaç tanıdığım olduğunu ben biliyorum. Ben sallamam da, kaç kişide adam yerine konmamaya direnecek özgüven ve toplum tarafından bir "tutunamayan" olarak algılanmanın hakkından gelecek güç var ki.

Bu yüzden de, evlerindeki mobilyayı birkaç yılda bir değiştiren tanıdıklarıma hiç şaşırmıyorum. (Gene de, yemek masasının veya sehpanın üstüne büzüştürülen ve onun üstüne de ağır bir meyva tası konan o garip renklerdeki örtülere gülüyorum. Ya, her yemekte onları bir kenara katlamak zor gelmiyor mu?)

Büyüklerin baş edemediği böylesi bir toplumsal baskıyla çocukların baş etmesini beklemek, en azından, abesle iştigâl olur. Ben'in böyle tanımlandığı bir ortamda, o ben'i satın alacak gücü olmayanların suça yönelmesine şaşmak da saçmalığın daniskasıdır.

Hem, her ABD dizisinde kolay yoldan para kazanmayı, suç işlemenin ne kadar kolay olduğunu öğreteceksin çocuklara; hem paranın aslolan olduğunu anlatacaksın; hem de "kapkaç terörü" diye bilmem nereni yırtacaksın.

İster TV yoluyla özendirerek, ister terör nedeniyle, ister ekonomik baskıyla veya her ne haltsa onunla, köyünden göçmek zorunda bıraktığın, geldiği yere ait olmadığını da her fırsatta tekrarladığın ve kaybedecek hiç bir şeyi kalmadığına inanan o gariban çocuğu, neyle alacak o markaları? Dahiyane ve yeni bir buluşmuş gibi her fırsatta tekrarladığın "lümpenproleterya" lıktan nasıl kurtulacak.

Bunları diyenlere de "herkes hırsız mı oluyor yani?" diye aklına ilk gelen soruyla cevap yetiştireceksin.

Olmuyor tabiî. Üreticinin sahip olduğu veya birlikte çalıştığı bankalarla borca batırılıyor hırsız olmak istemeyenler. Kredi kartları, taksitler, kolaylıklar… Kimi boğazından kesip, yolu kalmayan memlekette araba alıyor; kimi beyaz eşyaya batıyor. Bir kısmı cinnet geçirip intihar ediyor. Önemli bir bölümü de sakinleştirici kullanıyor.

İnsanların hırsız veya kurban olmak arasında yaptığı tercihe de "serbest piyasa ekonomisi" deniyor. (Ben yazdım diye söylemiyorum ama güzel lâf oldu.)

Nasıl olsa, piyasaya sürülen bir ürünün ne kadar satacağı önceden hesaplanıyor ve bu türden fireler de o hesabın içine alınıyor. Çünkü…

Biri bizi gözetliyor

Tüketici talebinin denetlenmesi ve manipüle edilmesi, hızla gelişen bir sektöre dönüşüyor. Reklamcılarla çalışan pablikrileyşın (halkla ilişkiler) uzmanları, attığımız her adımı denetliyor.

Reklamcılar, her an tüketmemiz gerektiği propagandasını yaparken, bu "halkla ilişkiler" uzmanları da verimli bir üretim planı üstünde çalışıyor. Bunu yapabilmek için de "hedef kitle"nin alışkanlıkları hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor. Böylece reklamcılar, o hedef kitle için, bedene uygun reklam biçebiliyor.

Kapı kapı gezip "anket" yapan daha "açık" yöntemler yanında, bankalardan iş yerlerine kadar her yerde doldurmak zorunda olduğumuz formların; cep telefonlarının, kredi kartlarının bıraktığı izlerin veya girdiğimiz internet sayfalarıyla ilgili verilerin nerede biriktiği, bir yerde birikiyorsa ne amaçla kullanıldığı hakkında bilgi sahibi olan varsa, beri gelsin. Benim bir fikrim yok.

Komplo teorileri ve bilgi kirliliği

Herkesin bir merakı var. Oturup da posta pulu biriktirecek kadar düzenli bir hayatım hiç olmadığı için, ben de komplo teorisi biriktiriyorum. Zevkli iştir. Düşünsenize, birçok insan, burnunun dibinde olanı görmek istemeyip, bazı şeyleri açıklayabilmek adına, beş bin yıl önce kurulmuş gizli örgütlere, paraların üstündeki bir takım işaretlere, uzaylılara falan inanır.

Doğrusu, zaman zaman etkilenir de insan. Bu kadar kabız, çapsız, yeteneksiz insanın cirit attığı bir piyasayı, sosyal sınıflar arasındaki ilişkiyle açıklamak yerine, meselâ sabatayizmle açıklamanın, çekici bir yanı da vardır (bunun ne kadar komplo teorisi, ne kadar gerçek olduğuna karar veremedim henüz).

Bu tip teorilerdeki paranoyak, dinsel ve etnik yanları bir tarafa bırakırsak, ortaya kapitalizmin ve Yeni Dünya Düzeni'nin oluşturduğu bir kastlar sistemi çıkar. (Buna "komplo teorisi" diyecek yiğidi de kasaba meydanında köçek diye oynatırlar.)

Elbette olacak o kastlar sistemi. Sen, ben, bizim oğlan, paylaşılacak ne varsa kendi arasında paylaşacak. Zaten kısıtlı sayıdaki "kıyak" işler, ya emmi oğlunun oğluna verilecek; ya da o sistemi bozmayan kemiksizlere. Ortada bir komplo teorisi aramaya pek gerek yok.

Bu yüzden, böyle düşünen herkes, komplo teorisi suçlamasına maruz kalmadan "TV insanı aptallaştırıyor" diyebilir. Çünkü, aptallaştırması gerekiyor.

TV holdinglerin elinde, holdingler mal üretiyor, holdingler reklam veriyor, reklam TV'lerde yayınlanıyor, haberler TV'lerde yayınlanıyor, mutsuzluk, korku orada yayılıyor. İnsanın hiç bir şey düşünmeye ihtiyaç duymadan seyredebileceği (başka bir deyişle beynini iptal edebileceği) Biri Bizi Gözetliyor gibi "eğlence" programları; her söyledikleri yanlış çıktığı halde, sürekli "uzman" kontenjanından birilerinin salındığı açık oturumlar; konuğuna soru sorup yanıtı kendisi veren late-night-show'cular; Brezilya, ABD dizileri; sit-comlar; Memet Aliler, Kongarlar, Barlaslar, Bayülgenler ve her zaman "bu adamların oturma odamızda ne işi var?" diye sorulması gereken yığınla şey, beynimizin bir saniye bile boş kalmasına izin vermiyor. Yatmadan önce yapılan son iş, TV'yi kapatmak oluyor.

Her şey, inanılmaz bir "gürültüye getirme" yöntemiyle ya marja itiliyor, ya meşru kılınıyor. Bunca gürültü arasında da gerçekten önemi haiz bilgileri filtreleyip değerlendirmek mümkün olmuyor.

TV'nin teknik nedenlerle boş bırakmak zorunda olduğu yerleri de, ertesi sabahın gazeteleri dolduruyor. Böylece insanın kolayca verebileceği kararlar bile elinden alınıp, karar verme ayrıcalığı "büyük birader" e bırakılıyor.

Ve bunca tezgâh da milliyetçilik, demokratlık, hak hukuk guguk gibi palavraların eşliğinde ama yalnızca mal satmak için yapılıyor. Kimi demokrasiye, kimi hamasi nutuklarına, kimi de diyaframını titrete titrete okuduğu şiirlere küçük bir reklam arası veriyor.

O zaman…

Isıtalım artık

Paranın pezevenkleri, terbiyesizlikte sınır tanımıyor. Beyinlerimizin, yüreklerimizin ürettiği en güzel şeyleri alıp seri üretime geçiyor, paketliyor ve üstlerine fiyat etiketleri yapıştırıp mal olarak bize satıyorlar. Pazarlama kudurganlığı da sınır tanımıyor. Satın alma kararına dönüşebilecek her duygu kaşınıyor.

Ünlü sporcular, o spordan keyif alan insanları da "iyi" tüketiciler yapmak için reklam yıldızı hâline getiriliyor. Okulların duvarlarına bile reklam yapıştırılıyor. Hiç bir duygu masum, hiç bir davranış insanca kalamıyor. Böylece, kapitalizmin bu gelmiş-geçmiş en vahşi türünde, her şey mal'a dönüşüyor. Emek, onur, vicdan ve bütün bir hayat, meta oluyor.

Her şey, hiç durmadan akması gereken bu ana damarın (main stream) içine itiliyor. Hatta gençlerin haksızlığa manzara koyma "dürtüleri" bile (meselâ), artık bir meta hâline getirilmiş Che posterleri, tişörtleri, donlarıyla yatıştırılıyor. Asgari müştereği "düzenden hoşnutsuzluk" olabilecek yığınla genç, arabesk dinleyenler - rock dinleyenler; varoşlular - tikiler; kıllar - tüyler diye gruplara ayrılıp birbirine düşman ediliyor.

Yalnızca satın aldıkları ve gustolarıyla açıklanan bu gruplar sayesinde, haksızlığa tepki vermesi yaşının gereği olan insanlar, düzeni sarsmayacak hedeflere (birbirlerine, ebeveynlere, vs) yönlendiriliyor.

Muhalefete gerek görülürse, medya ve reklam sanayisi, o işi de yapıyor. Benetton gibi kim bilir nerelerde üç otuz paraya işçi çalıştıran tekstil şirketleri, reklamlarında sosyoeleştirel konular seçiyor.

(Hindistan gibi ülkelerde çocuk işçi çalıştırıp ürünlerini "bedavaya" getiren İKEA da, özellikle çocuklu ailelere mutluluk satıyor.)

Muhalif tavırlarıyla tanınmış "sanatçılar", en olmadık ürünlerin reklamında kullanılıyor ve o sanatçının muhalefetini benimsemiş kitleye de mal satılıyor. Kimse de çıkıp "reklamlarda oynadığın andan itibaren, sanatçı kimliğini inkâr edersin. O andan itibaren sanatçı değil, kapitalizmin bu toplu ırza geçme ayninde, ırzına geçilenlerin bileklerini tutan bir yardakçıdan başka bir şey değilsin. Şu andan itibaren söyleyeceğin her doğruya da şüpheyle yaklaşmak gereklidir" demiyor o sanatçıya.

(Sert mi oldu? Yumuşatayım o zaman.)

Ne öğütlüyor bize o sanatçı? Bir malı tüketmemizi, tüketince mutlu olacağımızı, daha çok tüketince de daha mutlu olacağımızı, değil mi.

Kaynakları gitgide tükenen bir dünyada, tutumlu olmamız gerektiğini savunması gerekirken, insanların yüreğinde titrettiği yeri kullanarak savurganlık öneren ve bunu da aldığı para için yapan birine ne demeliydim.

Ya da reklamlardan kazandığı parayla tiyatrosunu "döndürmeye" çalışan bir tiyatrocuya sempati mi duymalıyım? Topluma ve sanata hizmet için mi yapıyor bunları gerçekten? Eh, fazla sert olmayayım o zaman. Olayı yanlış yerinden tuttuğunu söyler ve bırakırım. Ruhuna sahip olunabilecek bir insan olmak, yeteri kadar cezadır zaten.

Yoruldum ve bitiriyorum.

Neticeten

Reklamın amacı mal satmaktır. Aldatma ve manipülasyon da bu amaca hizmet eder. Bunun için de, önceden hesaplanabilirliği mümkün olan bir tektip insan yaratma gayretini güder bu işi yapanlar.

Reklam, tüketimi hayatın ortasına oturtan bir araçtır yalnızca. Medya da, bu aracı kafalarımız fırlatan bir silâhtır. İşlenen bir cinayette suç, silâha değil, tetiği çekene (ve azmettiricilerine) aittir. Tetiği çekenler reklamcılarsa, azmettiricileri kapitalistlerdir.

Bu silâhla beynimizin izale edilmesi de, tüm demokrasi palavraları bir yana, yeni bir totalitarizmdir. Kendi paramızla maruz kaldığımız bunca şeyin adı da terördür. En vicdansız şekliyle ve en başta çocuklarımıza, hayatımıza, onurumuza, bedenimize göz dikmiş bir terör…

Bu yüzden de manipülasyona karşı ve insan onurunu koruyabilmek için, bir cephe açılmalıdır. Çünkü, sabahtan akşama kadar tüketim ürünleri arasındaki seçme hakkının, en önemli özgürlük olduğunu anlatan bu "işgal" güçlerine direnmek, insanlık onurudur. Eğer iki şirket patronunun birlikte yemek yediği ve sonuçta parası onlardan birinin cebine gidecek iki deterjan arasında seçim yapmak özgürlükse, bu özgürlük "bir hazin hürriyet" ve hakarettir. İnsan da buna lâyık değildir.

Köpekler sustu, sabah oluyor. Birazdan fırına gidip hamur alırım ve kızartırım gene. Yanına zeytin, peynir ve çay… Yemekten sonra da, dün akşam yaptığım muhallebiyi yerim. Üstüne bir tutam tarçın da attım mı, deymeyin keyfime. Çünkü, kim ne derse desin, daha fazlasına ihtiyacı yok insanın.

Sonra da gider Hüsnü'nün mamasını veririm. Hüsnü, kendine baktırmak için, bula bula beni buldu; bu yüzden de dünyanın en aptal köpeği. Ne yaptıysam gitmedi ve bana kapılandı. Ocağıma da incir dikecek bu gidişle. Bir oturuşta iki ekmek yiyor hergele.

Velet öyle yakışıklı ki, yakında mahalledeki bütün dişilerin dibini koklar ve cins köpek manyağı heriflerle de başımı belâya sokar gibi geliyor bana. Benim bu ite sınıf bilinci aşılamam gerek. Yalnızca zenginlere havlayacak büyüyünce. Eh, yoksul köpeği tabiî; karnı doyunca da gelsin, "Agaaaanigiiiisagaaaaaniiigiiiiii!"

Yorumlar

Serbest piyasa ekonomisi ile ilgili olan sözün bence her şeyin çok iyi bir özeti olmuş ve bence ekonomi kitaplarına konulmalı o söz, senin adınla.

Ercan Güney - 25 Kasım 2008 (16:44)

Bu dünyada ne kadar büyük bir boşluğu doldurdukları ancak yokluğunda farkedilen insanlar vardır ya… Ali Türkan da onlardan biriydi… Yazılarını her okuyuşumda derin bir "OFFFFF" çekmekten kendimi alamıyorum…

Mutlu Olsen - 2 Aralık 2008 (11:06)

"Her 0,33 litrelik kola şişesinde ve kutusunda 12 adet küp şeker bulunuyor. Kolanın, sürekli tüketilmesi durumunda, çok ciddi diş, karaciğer rahatsızlıklarına ve kemik kırılmalarına neden olduğu da biliniyor ve bu konu tartışılmıyor bile…"

Bugün okuduğum bir haber bana bu yazıdaki bu cümleleri anımsattı, Derkenar'ı açtım, aradım, bu yazıyı buldum, tekrar okudum. Ali Türkan yıllar önce yazmış bunu. Nur içinde yatsın.

Haber şöyle:

1 bardak kola neler yapıyor?

1. İlk 10 dakikada: Kanınıza hemen 10 çay kaşığı kadar şeker girer. Bu normal günlük dozun 100 katı kadardır. Bulantınızın olmamasının nedeni içinde bulunan 'fosforik asiddir'.

2. İlk 20 dakikada: Kan şekeriniz aşırı şekilde yükselir. Bunun sonucu pankreasınızda aşırı derecede insülin salgılanır ve kan şekerinin fazlası karaciğerde yağ olarak depolanmaya başlar.

3. 40 dakika içinde: Kafeinin tamamı dolaşıma girmiş olur. Kan basıncı yükselir, karaciğerden daha fazla şeker yapılarak kana geçer ve kan şekeri tekrar yükselir.

4. 45 dakika içinde: Beyinde dopamin yapımı artar, mutluluk hissi başlar (eroinin etkisine benzer bir etki meydana gelir.)

5. 60 dakika içinde: Ani açlık hissi oluşur.

6. Tekrar kolaya ve tatlılara saldırısınız.

7. Bu kısır döngü devam ettiği süre karaciğer ve göbek yağlanması artar, vücudun tüm hücrelerinde LEPTİN ve İNSÜLİN DİRENCİ gelişir.

8. Şişmanlık hastalığını başlatmıştır ve bütün dejeneratif hastalıkların nedenidir.

http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=176274

Necmi Ziya - 21 Ağustos 2010 (22:58)

Yeni oku(tturul)dum. Arkadaşlarımla paylaşıyorum. Yazana da okutturan arkadaşıma da teşekkür.

Umur Gürsoy - 2 Kasım 2010 (14:56)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

56
Derkenar'da     Google'da   ARA