Patronsuz Medya

Anlatmayı bıraktım uzun süredir

Ali Türkan - Ocak/Mart 2001  


İlk mektup

Merhaba Necdet Şen…

Alt kattakiler sado - mazo muhabbete başladılar gene; gel de uyu. Hoş uyumak gibi bir niyetim de yok ya. Daha uzun bir zaman kendime acıma ve ruhumu şeytana satmamış olmanın gururu arasında gidip geleceğim.

Şimdilik kamyon şoförlüğü yapıyorum, önümüzdeki ay da başka bir iş bakarım. Hem, okuyamadık abi, hem de başarılı olmanın bedelini ödemek istemedik. Başarısız olmanın bedelini de çatır çatır, sevdikleri ödetiyor adama. Hemen vaz geçiyorlar senden. Kendi yükünden birazını onlara aktarmaya çalışınca anlıyorsun sana ne kadar değer verdiklerini…

Önce, şişirdikleri ve inancını yitirdiğin için "nakte" çevirmediğin yeteneklerini sorguluyorlar. Ne sorgulaması be! Yaftaları hazır: Tembellik… Sonra da seni başkalarından ayırdığına inandığın, biraz da nam olsun diye sıkı sıkı sarıldığın zavallı prensiplerini. Ve sen, "yaşam sevdiklerimin yüreğindeki yerim" türünden bir sazanlıkla sıkı sıkı sarılmaya çabalarken bir şeylere, şeytanın bile aklına gelmeyecek gerekçelerle çıkıp gidiyorlar yaşamından. Bunun adına da sevda diyorlar, iyi mi? Sevgiye inanmayalım mı yani?

İstanbul'da saat beşe geliyor. İstediğin kadar uğraş; benden bir saat önce "az uyumuş" olacaksın. Ya da ben bir saat daha fazla kahrımdan gebereceğim Berlin'de.

Üç tane veledi adam gibi büyütme türünden bir derdim olduğu için, kaçıp gidemiyorum da başımı alıp. Oysa oralara gelmem ve birinin gözlerine bakarak birkaç soru sormam gerekiyor.

Madem ki uykusuzuz ikimiz de, sıra sende. Anlat istersen.

Ali - 26 Ocak 2001 (03:59)

Sen yoksa ben misin?

Merhaba Ali.

Olur şey değil, şaşılacak bir şekilde benzer cümlelerle konuşuyoruz. Ya da ben, kendi hayatımı tek ve benzersiz zannederken, feci şekilde yanılıyorum.

Mektubunu hemen yanıtlayamadım, çünkü "teşekkürler Ali, bizi izlemeye devam ediniz" mealinde bir iki standart sözle geçiştirmek istemedim.

"Önce, şişirdikleri ve inancını yitirdiğin için nakte çevirmediğin yeteneklerini sorguluyorlar" diyorsun. Benim yaşantımda da tıpatıp böyle oluyor. En yakınımdaki insanlara okutamıyorum, dünyanın diğer ucundaki insanların fark edip sevdiği cümlelerimi.

Oysa ben özellikle en yakınımdakiler okusun ve bir parçacık da olsa yüreğimin içindekileri görebilsin diye yazıp çizdim şunca yıl. Ve ne yaparsam yapayım onlara ulaşamadığımı gördüğüm için umutsuzluğa kapılıp terk ettim her şeyi.

Terk ettiğim, toplumdu aslında. Bana kim olmamı ne olmamı ve nelere boyun eğmemi her adımda ve her kıpırtıda dikte eden, ama gereksindiğim sevgiyi şefkati içtenliği ısrarla ve kıskançlıkla esirgeyen toplum. Yani ailem, yani yakın arkadaşlarım, yani sevgilim, eşim, dostum, konu-komşum.

Adına 'okur 'denen görünmez, elle tutulamaz, karşılıklı bakışıp muhabbet edilemez, sadece uzaktan uzağa varlığını hissettiğin ya davar olduklarını var saydığın hayaletlerle avunamaz oluyorsun bir gün. Ve kim ne derse desin, bir eser yarına kalmak için değil, şu an ve şurada bir nebze benimsenmek ve "peki, kal burada" onayını alabilmek için kaleme alındığını anlıyorsun için acıyarak.

Şimdi de zaman zaman "sitenizi daha önce de görmüş ve es geçmiştim, ama her yerde sizden bahsedilince tekrar baktım ve çok beğendim. Şimdi yeni takıntım oldunuz" türünden mesajlar aldığım oluyor. Yani gelip geçici modalar silsilesinde bir halka. Derinden hissediyorum, bir gün yine ansızın terk edip gideceğim maymun iştahlı hercai okurlarım gazetelerde başka mostralıklar görüp ilgilerini onlara yönelttiği, gerçekten sevenler de sevgilerini dile getirmekte gevşek davrandığı için.

Çünkü ben yarına kalmak adına değil, bu dünyada sevgi varsa eğer, bunu hemen şimdi görmek için yazıp çiziyorum; ama eğer yoksa, nafile yere aldanmak da istemiyorum. Felsefem kısaca şu: "Burada değilse nerede ve şimdi değilse ne zaman?" Gerisi lâftan ibaret.

Dostlukla…

Necdet - 27 Ocak 2001 (05:00)

Sessizce çıkıp gitmediler hayatımdan

Merhaba Necdet.

Kimbilir, belki de aynı sorulara yanıt aradığımız için, şaşılacak bir şekilde "benzer cümlelerle" konuşuyoruz. Aynı mecalsizlikle, yataktan çıkmak için bahaneler arıyoruz. Sevenlerimiz, sevgilerini dile getirmekte gevşek davrandıkları ve bir de "inanmadın sevgime" diye seni suçladıkları için, sevgiye inanmama eğilimi daha ağır basıyor yaşamımızda.

Kimbilir, belki de yalnızca ve hâlâ sevgiye inandığımız için ayaklarımızın altındaki tabureye bir tekme atmıyoruz. Bu yüzden, gömüldüğümüz yerden arada bir başımızı kaldırıp, başkalarının "hayat" demekte ısrar ettiği o gürültüye karışıyoruz. Kendimizden ve dünyadan umudu kesmemişiz demek ki.

Burada ve şimdi değilse bile, "elbet bir yerde bir gün karşına çıkacak" bir şey için kendini paralamaya değer mi? Değiyor demek ki. Yoksa her seferinde beynimizden, bedenimizden, yüreğimizden böyle cömertçe harcayabilir miydik? Ve her seferinde, inzivada arayabilir miydik kaybettiklerimizi.

Haklısın: Bu yataktan çıkmak, göbeğimizi eritmek, kitaplar yazmak, dünyayı gezmek, damdan düşer gibi kızlara aşık olmak, Yunan adalarından birinde tango yapmak, Arjantin'de halay çekmek ve hatta köşe yazarlarıyla kavga etmek gerekiyor yaşadığına inanman, inanmaları için. İyi de, bunlardan hangisini gerçekten -sen ya daben- istiyoruz?

Hafta sonları pikniğe çıkanların, yataktan çıkmak istemeyenler üstündeki bu hegemonyası nedir? Neden "onlar" yaşıyorlar da, onların piknik yaptıkları bir sürede, evreni şööle bi dolaşıp gelen biri, kendini mezara gömmüş oluyor? İnzivana gelip, sana "kalk oğlum şu yattığın yerden, bak çiçekler, kuşlar" gibi herzeleri yumurtlayanlar, neden seni rahatsız etmelerini bir de iyilikmiş gibi sokuşturmaya kalkıyorlar? Neden bunları bilmeyecek kadar geri zekâlı sanıyorlar seni? Hem bu sorular, hem de yanıtları o kadar çok ki.

Artık bu sorulardan sıkıldım ve bunlara yanıt vermek için harcadığım enerjiye de üzülür oldum. Göbeğim beni rahatsız etmiyor, beğenmeyen kızına almasın. Yazdıklarımın, yaptığım işlerin piyasa değerini öğrenmek istemiyorum, ben yapabildiğimin en iyisini yapıyor, yaptığımın da en iyisi olduğuna inanıyorum. Zaten yazmadan duramadığım, anlatacak bir şeylerim olduğu için yapıyorum o işi de. Belki ayıp ama birilerinin anlattıklarımı dinleyip dinlememesi pek umurumda değil. Ne şöhret gibi bir derdim var, ne de beni böyleyken kabullenmeyen bir topluma, başka bir kimlikle girme derdim. Nasıl olsa o toplum seni de yaptıklarını da istediği gibi, kendi kalıplarına sıkıştırarak kabullenecek ancak.

En yakın arkadaşı Vâ Nû kavgayı bıraktı diye, "Salkımsöğüt" şiirini yazan Nazım'ı alalım istersen örnek olarak. Bir inat biçimine dönüştürdüğü ve bu yüzden ağır bir bedel ödediği dünya görüşü bir kenara itilip, salt şair kimliğiyle anılır oldu. Israrla, "ben hiç bir zaman solcu olmadım" deme küçüklüğünü (elbette solcu olmak değil burada kıstas, yalnızca bir insanın bunu diyecek kadar korkması) gösteren bir "sanatçı", onun vatandaşlığa tekrar alınması için uğraşanların başında geliyor.

Kimler Nazım'ı vatandaşlığa alacak olanlar? MHP'li, ANAP'lı, DSP'li milletvekilleri. İşte dünyayı değiştirebileceğine inanan ve ısrarla Türk dilinin en iyi şairi denilen bir adamı getirdikleri yer. Sağlığında bugünkü politikacıların ağalarına posta koymuş bir adam, şimdi o posta koyduklarından daha "kalitesiz" olanların şefaatine muhtaç duruma getiriliyor. Birileri, "Nazım'ı Türk vatandaşlığına döndüren adam" ünvanına sahip olabilmek için bunları yapıyor ve ağızlarını her fırsatta Nazım ile açanların gıkı bile çıkmıyor.

Sence bu toplumla "barışık" yaşamak ayıp değil mi? Peki "kalıcı" olmak korkutmuyor mu seni? Sağlığında yüzüne bile tükürmeyeceğin insanlar, sen öldükten sonra etinden, sütünden, yününden böylesine faydalanacaklar belki de. Anlamsız gelmiyor mu her şey? Hele "yarına kalmak" adına bir şeyler yapmak.

Senin "Bacı" romanının, düşük yoğunlukta savaş gibi tartışıldığı günleri hatırlıyorum. Sen neler anlatmak istedin, kimler neler anladılar? Mutlaka ne "satılmışlığın" kalmıştır, ne de "düzenin maşası" olman. Daha da kötüsü selâm bile vermeyeceğin bir sürü adamdan da övgü dolu mektuplar almışsındır. Hatta en kötüsü, herkes kendi işine yarayacağı biçimde kullanmıştır yaptığın işi.

Ya sonrası? Dostlukların, sevdaların, yaşamına girip çıkan diğer insanlar? Hepsinde bir, kendilerinden o güne kadar ne esirgendiyse, senden alma telâşı olmadı mı? Bu yüzden ve salt yakınında kalsınlar diye başkası gibi davranmak zorunda hissetmedin mi kendini?

Benim yaşamımda da bir sürü, "ah seni on yıl önce tanıyacaktım ki" diyen kadınlar oldu. Kendime dangalakça övünme payı çıkarırken, söylediklerinden, on yıl önce yaşadıklarının bedelini bana ödetmeye kalktıklarının farkına vardım her seferinde. Ve yoruldum. Doğrularını dikte etmeye kalkan dostlardan, sevişirken aynaya bakan ve bedenlerini bir lütuf gibi sunan kadınlardan, kafalarının içindekileri anlama çabamı, kendi meziyetleriymiş gibi gören insanlardan sıtkım sıyrıldı. Onları eğlendirmekten de, her fırsatta bana yükledikleri sorunlarını taşımaktan da bunaldım ve kabuğuma çekildim.

Maalesef sessizce çıkıp gitmediler yaşamımdan. Beni suçlayacak ve benim ısrarla, neden zamanında, onlar beni ilgilendirirken söylenmediğini anlamaya çabaladığım bir şeyler buldular hep.

Gene de, göğsümü gere gere "sevgi var" diyorum. Var da benim arayacak mecalim kalmadı artık.

Dostlukla.

Ali - 28 Ocak 2001

Hafiften depresifim

Merhaba Necdet.

İnsanın ölmediğine dair inancımı her seferinde pekiştirdiğin için minnettarım sana. Sağol. Paylaşılacak pek bir şey yok. Gönül işleri. Ve her yiğit bir başına hakkından gelmeli bunların. Bir de, taaa çocukluğumdan beri, zayıf düştüğüm anlarda, bir derdimi, bir özlemimi anlatmaya çabalarken, hep "aaa benim de" diye sözümü kesti yakınımdakiler. En çaresiz anlarımda bile konunun kendileri olduğunu hatırlattılar bana. Ben de anlatmayı bıraktım uzun süredir.

Ayrıntıların bir önemi yok. Hepimizin yaşadığı şeyler. Bir kadına uzun zamandır anamı ağlatacak bir mektup yazması ve içimde en ufak bir şüphe bırakmaması için yalvarıyorum neredeyse ve bunu esirgiyor benden. Eee yaşamı da onun yüreğindeki yerim olarak algıladığım için, ufaktan ufaktan ölüyorum.

Bu günler geçer ve eskisinden daha güzel çıkarım ortaya. Freud babanın da dediği gibi "yaratıcılığa dönüşür".

Ağzımda bir küfür yuvarlana yuvarlana büyüyor. Edildiği zaman duyduğum en dehşetli küfür olacak. Tüm gayretim o küfrü etmemek.

"Sorular, sorular, sorular" başlıklı yazını okudum. Küfür etmeden de oluyormuş (ya da kabul edersen, şimdiye kadar duyduğum en şık küfürleri sıralamışsın). Girdiğim en zor sınavlardan biriydi ve "sanırım- alnımın akıyla çıktım. Yüreğine, bileğine, aklına sağlık. Dünyayı değiştirmek çok iddialı bir kavram gibi geliyorsa sana, bu işi becerebilen adamlardan biri olduğunu söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Yazdıkların, en azından dünyayı yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Bu da değişikliğin başlangıcıdır her zaman.

Sevgiyle.

Ali - 29 Mart 2001

Fesupanallah!

Merhaba Ali.

Şu lâfları sanki ben yazmışım da sen de bana geri yollamışsın gibi:

"Bir de, taaa çocukluğumdan beri, zayıf düştüğüm anlarda, bir derdimi, bir özlemimi anlatmaya çabalarken, hep "aaa benim de" diye sözümü kesti yakınımdakiler. En çaresiz anlarımda bile konunun kendileri olduğunu hatırlattılar bana. Ben de anlatmayı bıraktım uzun süredir."

Bu mektubu ansızın yayınlayabilirim, bilmiş ol.

Necdet - 29 Mart 2001

Yalnızlığın ayıp olduğu bir dünya

Merhaba Necdet.

Sebepsiz keyifler gibi, sebebi belli hüzünleri de oluyor insanın.

İşte şimdi, tam şu anda öyle bir şeyler duruyor yanı başımda. Belki elimin tersiyle itip dağıtabileceğim ama çekip gittikleri anda özleyeceğim hüzünler bunlar. Biriyle, çok sevdiğim ve bende bir resmi bile olmayan bir insanla aramdaki tek bağ oldukları için kovalayamıyor, dağıtamıyorum onları.

Seninle de onlar sayesinde tanıştık. Dibe vurduğum bir gece ve sırf ondan bir iz, bir işaret ararken internette, bir başka "yalnız" adama rastladım; anlatsın, anlatayım istedim. "Aç, açın halinden anlar her halde" diye düşündüm.

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yalnızlık "ayıp" biliyor musun? Oysa bir 'sonuç'tur yalnızlık. Birikmiş, üst üste gelmiş, yinelendiği için bıktırmış bir takım şeylerin neden olduğu bir sonuç. Elbette bir zırhtır da. Sınanmış ve her seferinde acıttıkları için göze alınamayan şeylere karşı bir zırh… Ve gereklidir de.

Bunu söylerken, Anglo-Sakson'vari bir pragmatizm anlayışı taşımıyorum ama gereklidir. Köşene çekilir ve içindeki bulanık zırıltılarla uğraşırsın. Başka bir yerden bakarsın dünyaya. Şansın varsa ilerlersin. Kafanı duvarlara vura vura, hoşgörüye çevirirsin içindeki öfkeyi. Hem evrenin merkezine oturtacak kadar önem verirsin kendine, hem de evrenin sonsuzluğunda hiç bir değerinin olmadığını görürsün. "Tas tas ışık dökersin" başından aşağıya. "Putların ormanından geçer, inandığın şeyleri mihenge vurursun yeniden."

Ve bir gece, aniden uyandığın ve kendinle baş başa kaldığın, o en temiz, o en dürüst anında, dünyadaki varlığının, tek amacının, adresi belli, belki elini uzatabileceğin mesafede duran bir insanın yüreğine dokunmak, o yüreği biraz olsun harekete geçirebilmek olduğunu itiraf edersin kendine.

Seninle tanıştığımız günlerde kafam çok karışıktı. Ve hâlâ da öyle. Bunu özür diler gibi söylemiyorum; bir tespit yalnızca. Bu karışıklıktan sağlıklı bir şeylerin çıkmasını umut ediyorum. Daha önce yazdıklarım, yazmakta olduğum ve ikiyüz sayfasını bitirdiğim romanı, 'zanaatımı' gözden geçiriyorum. Yetmiyor yazdıklarım. Okuttuğum kısıtlı sayıdaki insan, "çok güzel, mutlaka yayımlatmalısın bunları" derken, bir türlü istediğimi tam olarak yapamadığım hissinden kurtulamıyorum. Balzac gibi hepsini yakmak ve yeniden başlamak istiyorum her şeye. Kafamın içindekileri boşaltmak ve sıfırdan başlamak… "Ateşe el değdirilmez" türünden "sağlıklı" önyargıları bile yeniden ve bu sefer elimi yakarak öğrenmek istiyorum. Bizi yaratan her neyse kafamıza bir 'reset' düğmesi koymayı unutmuş işte.

Değişiyorum ve korkuyorum bu değişimden. Yıllar sonra ve yeniden Wilhelm Reich'ın, Türkçe'ye "Dinle Küçük Adam" adıyla çevrilen kitabını okuyor ve -dehşetle- yazılanların muhatabı olduğumu görüyorum. Oysa hep, yazan benmişim gibi okurdum o kitabı.

"İnsan beyni değirmen taşı gibidir. Arasına bir şey atmazsan kendi kendini öğütür" diye bir lâf olacaktı. İşte bundan korkuyorum aynı zamanda. Yıllardır öyle saçma sapan işlere harcıyorum ki enerjimi, bu ister istemez, kafamı da etkiliyor. Eve gelip de külçe gibi bir kenara çöktükten sonra doğru dürüst bir şey düşünemiyorum.

Otuz yedi yaşındayım. Araba temizleyerek yaşayacağımız kadar para kazanıyorum ve sevmediğim bir kentte yaşıyorum. Sokaklar düzenli, sosyal haklar bilmem ne, karnımız doyuyor, istediğimi yüksek sesle söylüyorum ama bastığım toprakta benden olan hiç bir şey yok. Hasbelkader geldiğim bu ülke gerçekten kaderim oldu ve galiba müebbet yedim.

Biliyorum, bunlar veya benzeri sorunu olan çok insan var. Belki de kendimi fazla önemsiyorum. Tek istediğim oturup yazılarımı yazmak ve bu iş de bana gitgide anlamsız geldiği için korkuyorum.

Öyle her önüne gelene dertlerini anlatan adamlardan değilim. Hatta anlatınca çıplak yakalanacağım kaygısı taşırım ve arkadaşlarım da kızarlardı bana anlatmadığım için. Fakat, her zaman bir başına taşıyamıyor insan. Kol, yen içinde kalmıyor bazen.

Bir babam vardı bir zamanlar. Pasa içen, geceleri ayakta duramayacak halde eve gelen, gelirken de mutlaka bir şeyler getiren bir baba… Gece yarısı naralarıyla uyanır ve o saate kadar içmesinin bedelini öderdik kardeşimle: İçimiz kazınarak baklava yerdik yarı uykuda. Ben on bir yaşındayken çekti gitti ve bir daha kimse görmedi onu. Çocuklarına bir şey öğretmedi.

Ama yokluğunda öğrendik bazı şeyleri. Manavdan sandık istemek yerine birbirimize sokularak ısınmayı, açlıktan geberdiğimiz anlarda ve arkadaş evlerinde bile bir şey yememeyi, kısacası, onurlu olmayı öğrendik sayesinde.

Onurlu olmak da, en başta, insanlardan bir şey istememek, istesen bile aynı soruyu iki kere sormamak demek benim için. Çocuklarıma da bunları öğretiyor, böylece onlara yapılabilecek en büyük kötülüklerden birini yapıyorum. On yıl sonrasının dünyasında, yalnız kalmalarını programlıyorum şimdiden. Bu öyle bir yük ki, kalkamıyorum bazen altından. Bu yüzden de dünyayı değiştirmek istiyorum. İçinde yaşayabileceğim, çocuklarıma kötülük yapılmayacak bir dünyanın özlemini duyuyorum. Bunun imkânsızlığı da anamı ağlatıyor.

Biraz "ben" oldu bu mektup; bağışla. İnsan her zaman bir başına taşıyamıyor ve "anlayacağını" bildiği birine aktarmak istiyor bazı şeyleri. Böyle bir hakkım yok belki ama bir sen varsın bunları anlatabileceğim. Kim bilir, belki bir gün ayaklarımı uzatır ve şöyle bir "oh" derim ben de.

O zamana kadar, izninle, arada bir yoracağım seni her halde.

Sevgiyle.

Ali - Berlin, 16 Mart 2001 (01:53)

Yorumlar

Canım dayıcığıım, seni çok özlüycez, yazılarınla gurur duyuyoruz, yeğenlerin olarak senii unutmuycaz.

Soner Altuğ - 6 Ocak 2008 (02:28)

Yazik, neden boyle oluyor hep, neden hep yureginde insan sevgisi, onur tasiyanlar erken gidiyor? Biraz daha dayanamazlar mi! O kadar mi aceleci olur insan? Ne kadar isterdim seni tanimayi Ali, o mahzun bakisini yakindan gormeyi. Soz ucucu, yazi kalici imis Ali, iyi ki o guzel hikâyeleri bizlere biraktin. Huzur icinde yat.

Yavuz Nebioglu - 7 Ocak 2008 (03:30)

Çok üzüldüm. Derkenar'daki yazılarını hep beğenerek okumuşumdur. Kendisine Allah'tan rahmet, sevdiklerine başsağlığı dilerim.

Nazan Aytekin - 7 Ocak 2008 (20:43)

Uzun süredir Ali Abi neden yazmıyor diye merak ediyordum. Arada açıp eski yazılarını okuyordum tekrardan, çok uzaklardaki birçok adamın ne kadar çok ortak noktası, ortak hissiyatı var diyerek içimden. Bugün öğrendim, Allah rahmet eylesin, hepimizin başı sağ olsun. Yiğidin başına her şey geliyor Ali Abi. Doktorum, birçok hastam gözümün önünde gitti, duydum gittiğini içim burkuldu. Nur içinde yat…

Erkan Aslan - 7 Ocak 2008 (23:09)

Biraz önce ögrendim. Çok üzgünüm. Rahat uyu arkadaşım.

Deniz Karagülle - 8 Ocak 2008 (16:15)

Başınız sağ olsun…

Hep yeni yazısını beklerdim ne güzel yazar bu adam diye…

Yazılarını çok keyifle okuduğumu yazmıştım kendisine bir ara, mutlu mesut bir kaç cümle yazmıştı bana, mutlu olmuştum ben de.

Doğru dürüst yaşadığını düşünüyorum ve yaşamın ne olduğunu bilerek…

Ailesinin çok üzüldüğünü hissediyorum, ama bilmelerini istiyorum ki, bir kaç yazısını okuyarak onu aileden sayan ben, aynı hisleri paylaşıyorum…

Metin Duyar - 9 Ocak 2008 (14:44)

Merhaba, Ali Abi'nin Nisan ayı gibi çekilmiş bir fotografı var. Onu göndermek istiyorum. Nereye yollayabilirim?

Öylesine Bir Arkadaş - 11 Ocak 2008 (00:07)

Gel, içelim, dertleşelim, evimi topla biraz, sofra hazırla diyordun ya, geldim. Tahta merdivenleri çıktım. Evinin kapısını açtım. İçeriye girdim.

Anlatıyordun ya uzun uzun, balkonuna çıktım, Uludağ'a karşı üşüdüm biraz.

Sen ani gitmeseydin Mart'ta gelecektim, haklısın, ani oldu gelişim.

Kahve yapmak istedim, 2 gece önce senden kalan cezveyle ama ocağını yakamadım. Sobayı da yakmadım. Terliklerini giydim. Önü yıldızlı kahve yün kazağını da. Gri eşofmanını da. Isındım. Rakı koydum kola bardağına. Ağızlığını aşırdım masandan bol bol sigara tükettim.

"Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni…"

Yüksek sesle söyleyip köpekler gibi uluya uluya ağladım. Notlarına, el yazılarına, fotograflarına, dergilerine, kitaplarına baktım. İlaçlarını attım. Sonra topladım eşyalarının hepsini. Kurusun diye astığın çorapların kurumuş, onları katladım. Bir türlü kapanmayan bir bavula yerleştirdim. Küllükleri, bardakları yıkadım. Gittim, yatağına senin sonsuz uykuya daldığın yere, senin izinin ve kokunun üzerine uzandım. Yastığını kokladım.

Kızma bana, bu kadar kendini niye yıprattın deli kız deme veda etmek istedim sana. Seni uğurlamak… Tabi bir de TEŞEKKÜR ETMEK… Anladığımız dilde… Biz "BABADAN BÖYLE GÖRDÜK" dediğinde ben anlamıştım seni. Sen de anla şimdi…

Ali, teşekkür ederim dostum. En sıkıntılı dönemlerimde "Geleyim mi yanına?" diye sorduğun için. Her gün telefon açıp "iyi ol kız, geçecek her şey" diye moral verdiğin için. Bana koltuk değneği olduğun için. Bana yüreğini açtığın için. Ve geride bana, sana çok benzeyen, çok güzel bir insan bıraktığın için.

Emanetin benimle, gözün arkada kalmasın. Uzun bir veda oldu bu. Şimdi orada sen hurileri güldürüyorsundur eminim, yaparsın çünkü:)

Dilek - 11 Ocak 2008 (10:37)

Bugün aklıma düştü, bir bakayım "Önce cigara…" yazısını yazmıştır belki dedim… Allah rahmet eylesin, başımız sağ olsun…

Logic - 11 Ocak 2008 (14:39)

Tumturaklı ölüm ilânları yazmaya alışık bir metin yazarı olarak sözcüklerimin anlamını yitirdiğine tanık oluyorum. Öyle sıcaktı ki yazıları… Samimi… Sahici! Çok üzüldüm. Biraz daha yalnızlaştım. "Sanki bir tanıdığımı kaybetmiş gibi…" diye bir cümle kuramam. Ben haso bir tanıdığımı kaybettim.

Knulp - 15 Ocak 2008 (19:29)

Son halinde gördüm seni yine, o eşsizz gülüm semenle bakıyordun, bize sanki hiç bi şey olmamış gibi dayı, hiç aklımdan ve kalbimden çıkmayacaksın, rahat uyu, alah seninle, eninde sonunda biz de orda olucaz, ruhun şad olsun.

Soner Altuğ - 16 Ocak 2008 (00:35)

Aramızda geçen sadece iki cümleydi. Adını bile bilmiyordum… Aylar önceydi bu karşılaşma… Sonra birden aklıma düştün… Bizim yazarlar arasında biri daha vardı. Ne oldu acaba diye… Aradan iki hafta bile geçmedi… Ali Türkan öldü dediler. Sordum soruşturdum meğer o iki cümlenin sahibiymiş Ali Türkan. Keşke o iki cümle de olmasaymış. Ben de birçokları gibi seni öldükten sonra tanıdım. Üzgünüm. Sevenlerine sabır diliyorum.

S. Aydın - 23 Ocak 2008 (03:38)

Bir zamanlar, çok sevdiğim birisi tanıttı Derkenar'ı bana, O'nu bulmam zor olmadı onca yazar, çizer, düşünür arasından… Uzun olduğu için önce gözümü korkutan, sonra aman bitmesin duygusuyla beni içine alan yazıların sihirbazı sevgili Ali Türkan'ı.

Önce sevdiğim adam gitti, şimdi ondan kalan bi şey daha…

Üzgünüm çok.

Hatice - 31 Ocak 2008 (13:00)

Uzun zamandır nete girmiyordum. Sevinçle, web sitemle özlem gidereyim istedim. Off! Yüzüme keder yapıştı. Yazılarından tanısam da, bizden birini genç yaşta kaybettiğimizi öğrenmek anlatılmaz üzdü. Ailesine, sevenlerine sabır diliyorum. Başımız sağ olsun.

Azra Sevdir - 2 Şubat 2008 (04:17)

Ali Türkan'ın yazılarını okudukça hayıflanmadan edemiyor insan. Hem dünyayı ve kelimeleri bu kadar iyi tanıyan birisini nasıl harcamışız diye yakınıyorsun. Hem de birtakım hanım kızların yazar diye ülkeye kaktırılmasını tekrar tekrar hazmedemiyorsun. Demek ki sadece devletin ve kapitalizmin köşe başları tutulmamış. Yazıya ve sevgiye aşık insanların önü, arkası, her yanları da tutulmuş. Görünen o ki bu dünya hak edenlerin hak ettiğini almasının zor olduğu bir dünya. Işıklı uykularda uyu Ali Türkan. Ve sağol Necdet usta, bize bu Derkenar'ı yarattığın için.

İlker Gökçen - 24 Mart 2008 (02:04)

Orhan Kemal'in ardından şöyle yazmış Kemal Tahir:

"… Yazıcılıkta gösterdiği yetenekle, diyelim bereketli güney topraklarının ürünlerine aracılık etseydi, büyük işletmelerinde ayak komisyonculuğu arasaydı çok değil 5-10 yıl içinde hem milyoner olurdu hem de güneyin örnek hemşehrilerinden sayılırdı. İşte Orhan Kemal'lerimizin ardından yaktığımız ağıtlların, geçim yoksulluğu, iniltilerin kaynağı budur."

Bunu okuyunca sen geldin aklıma. Hayatımda gördüğüm en zeki, en şefkatli, en sevgili dolu ve onca yaşanmışlığa rağmen yüzünden gülümsemeyi hiç eksiltmeyen adamın ardından da kesinlikle buna benzer şeyler denmiştir. Denmiştir de artık neye yarar? Yoksun artık. Dünya bir kahramanını daha kaybetti ve ben merak ediyorum; senin için arkadan bu kadar yazı yazan tanıdıkların, dostların, sevdiklerin niçin hayattayken elinden tutmadı?

Ben edebiyattan anlamam, anlar gibi de yapmam. Benim için önemli olan okuduğumun yüreğime işlemesidir ve sen de etrafta gördüğüm ama anlamlandıramadığım olayları, düşünceleri adeta bir şifre çözücü gibi en yalın halleriyle yazılarınla yüreğime işledin. Bulduğum en büyük hazine oldun.

İşte bu yüzden anlayamıyorum olanları. Ben bu kadar uzakta senin hakkında bunları düşünürken yanında olanlar nasıl bu hazinenin kayıp gitmesine izin verdiler? Neden korumadılar, pamuklara sarmadılar?

Üzgünler biliyorum ama senin gitmene mi yoksa senin hayatlarından gitmene mi işte onu tam bilmiyorum.

Bense seni tanıdığım için çok mutlu, kaybettiğim içinse çok üzgünüm. Buluşmak üzere…

Nil - 24 Haziran 2008 (13:59)

Uzun zamandır okuduğum bir yazı beni ağlatmamıştı. Sanki biri içime girmiş ve orada ne varsa ulu orta anlatmış.

Nilgün - 19 Ocak 2011 (01:15)

Yazılanlardan anladığım kadarıyla farkında olmadan dünyayı değiştirmiş aslında, yani kendi dünyasını. Öyle ki; etrafındakilerin yüreğinde bir iz bırakmış. Benim en çok kullandığım ve en çok sevdiğim söz: "Ben istersem dünya değişir." Sanırım bu kadar umutsuzluğuna rağmen bunu başarmış bir insan. Kendini sorgulamaksa ömür boyu bitmeyen bir süreç.

Allah rahmet eylesin.

İdealist - 10 Mayıs 2011 (19:44)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

72
Derkenar'da     Google'da   ARA