Patronsuz Medya

Ay aman ooofff! Mutsuzum ayol!

Ali Türkan - 20 Ocak 2004  


Galiba, kadınlar dünyasında büyüyen o "şanslı" çocuklardanım.

Hani, tüylenene kadar kadınlar hamamına götürülen, sonra da natır tarafından "hanım hanım, kocanı da getir bari!" diye kapı önüne konan o çocuklardan.

Kuru köfteli, yaprak sarmalı, hamam otlu, bol bol "seni ağda kesmez kızım, ustura kullan, usturaaa" takılmalarının duyulduğu, büyülü bir dünyaydı.

Ne günlerdi be! Yampiri yampiri, bi göbekten bi gerdana seğirtirdim. Arada pörsümüş birkaç neneye toslayınca da hemen gözlerimi kapatır, hiç iştahımı kaçırmazdım.

Gerçi gerdanın, göbeğin ne işe yaradığını bilmezdim pek ama ilerisi için esin olacakmış işte. Hele bi B… Abla vardı ki, B… derim yani. Gerçi ağzı biraz büyüktü ama mahallenin bitirim abileri, "yavru kuşun ağzı büyük olur" diye, kızcağızın o tek "kusuruna" da şiirsel bir boyut katmışlardı. Ayak bilekleri, şu bardak gibi, incecikti. Ben, o yaşta bile, sıcaktan pembeleşen tenine vurgundum daha çok. Yanakları da al al olurdu. Dalgalı saçlarının uçları su görünce, belindeki o iki çukura kadar inerdi.

Kel bir herife vardı sonra. Adamcağıza ağız tadıyla düşman olamadan, Vatan caddesine ayakkabısının tekini bırakıp bir kamyonun altında kaldı. Bir süre buzağı da arandı ama kamyoncu haplanmış. Kaza süsü falan değilmiş yani.

Beni o dünyadan koparanları Allah'a havale ettim artık.

Sonra komşu ablalar ve ille de evli olanları. Açık saçık ne hikâyeler anlatırlardı. En çok da kocalarının meziyetlerini, "na bööle" diye anlatanları dinlerdim merakla.

Bir abla vardı. Yüzü her gün Çarşamba Pazarı gibi. Kocası boyuna sopa atardı ama o "aaa, ne varmış ayol!" diye, manyak gibi severdi adamı. Adam da "aile boyu" şişeden hallice, ufak tefek bir şeydi. Karadenizli'ydi. Bütün ufak tefek ve Karadenizli adamlar gibi, müthiş öfkeliydi tabii.

Bi gün, iş dönüşü, bir kuş pislemişti üstüne. Elindeki kese kâğıtlarını yere atmış, telaşlı telaşlı "yagalayin o emuğa godiimin guşini!" diye sağa sola seğirtmişti. Tutsa n'apacaktı acaba?

Bir de ağda günlerini severdim. Kıl tüy temizlenir, bacaklar cillop gibi çıkardı ortaya. Ağdadan ziftlenmeyi de severdim. İçim bayılana kadar yerdim. Bir keresinde de "kullanılmışını" yemiştim de yanlışlıkla, herkesin alay konusu olmuştum. Ablaların biri, "hadi bakalım, sen de erkek oldun artık" demişti. Anlamını yıllar sonra başka bir vesileyle anlamış, en biçimsiz bir zamanda kahkahalarla gülüp o biçim madara olmuştum.

Biraz edepsiz kadınlardı bizim oradakiler.

Bi komşumuz vardı. "Ağzı kubur" denen cinsinden. Kavgalarda ön cephede savaşır, gerçekten de hasmının ağzını yırtardı.

Bunun üst katındaki komşusu, bizimki ne zaman beyazları yıkayıp penceredeki çıkrıklı ipe assa, renklileri üstteki ipe asıp kadının çamaşırlarını berbat edermiş. Bir gün dayanamamış ve üst kata "bana bak tirşe, ben bunları çamaşır suyuyla yıkıyorum, a. Suyuyla değil!" diye bağırmış ve bütün sokağı kırıp geçirmişti.

Anneannem, mahallenin hanım kadınlarından olduğu için, bulaşmazdı pek ama istediğin kadar bulaşma, her şey ortadaydı nasıl olsa.

Velhasıl, biraz da böyle bir çocukluğum olduğu için, yıllarca sazan gibi, "kadınları tanırım" diye tafra yaptım.

Tel maşa bir hayatın içinde, birbirlerini didikleyerek avuntu bulan iyi kızlardı çoğu.

Oğullarını sever, kızlarını ezerlerdi nedense. Ne kadar ezerlerse ezsinler, gene de gizliden bir dayanışma içindeydiler kızlarla. Babalardan çok şey gizlenirdi. Harbiden de en son babalar duyardı. Çünkü, babalar duyacak olursa, kızlarla beraber anneler de yerdi sopayı.

Okuldan sonra ve yaz tatillerinde, bir kahvede çalışırdım o zamanlar. Daha önce sözünü ettiğim palavracı bir abi vardı. İngiliz Kemâl, "pelvan" tefrikası, Kaymak Tabağı hikâyeleri falan Allah ne verdiyse okur, sonra da okuduklarını başından geçmiş gibi anlatırdı.

En çok tutulan palavraları da bu cinsten olanlarıydı. Bi zamanlar gemiciymiş de, Paris'te incelttiği bi Matmazel Ancelik varmış. Ah Ancelik ah!

Ne kadar coğrafya fukarası olursam olayım, Paris'te deniz olmadığını bilirdim ama bozmazdım garibi. Gelini evden sepetlediği için, kahvede saygı görme gayretindeydi adamcağız. Zaten Ancelik hikâyeleri de pelvan tefrikaları gibiydi. Bi türlü bitmez, her seferinde değişik anlatılırdı. Kimseye zararı yoktu yani. Üstelik, satır aralarında epey şey de öğrenirdik.

Kente yeni göçmüş köylüler, gravat takardı o zamanlar. Şöyle hafiften sarışın, boyalı bir kadın falan geçince kahvenin önünden, kâğıdı, dominoyu, tavlayı bırakır, uzunları yakıp geniş açıyla keserlerdi kadını. Öyle her İstanbullu kadının "vermediğini" öğrenmiş, hayâl kırıklığına uğramış adamlardı çoğu.

Zaten o zamanlar, bir çok kadın için, kahvenin önünden geçmek de sopa yemek için yeterli nedendi.

Ortalık, evli ama abazan adamdan geçilmezdi. Çoğu çoluk çocuk sahibi adamlar.

Dünyamız buydu ve olağan karşılardık bunları.

* * *

Mutlu muydu bizimkiler? Bilemiyorum. Zor bir hayatları vardı. Çamaşır elde yıkanırdı o zamanlar. Bulaşık da. Kanatlı bezler yoktu. Çeyiz sandıklarından ara bezleri çıkartılırdı. Çoluk çocuk, tohumuna bereket. Üçer beşer, Allah ne verdiyse artık. Anası ağlardı kadınların.

Erkekler de çok zor koşullarda çalışırdı.

Belki de "mutlu muyum?" sorusunu sormayı hiç öğrenmemişlerdi. Hayatı, yaşadıklarından ibaret sanıyorlar, zengin ve fakir arasında bir fark olduğunu, bu farkın "doğallığını" tevekkülle kabul ediyorlardı. Suç varsa, fakirlikteydi. Eh, Allah öyle istemişti. Zaten her şey, Allah istediği için öyleydi.

* * *

Babam anlatırdı. Babası bir ara işsiz kalınca (daha doğrusu, dedem bir ara çalışırmış), Kemerburgaz yakınlarında bir kerpiç şeysi açmış. Çamurla samanı kalıplara koyup güneşte kurutuyor ve karşılığında para alıyormuş. (Dedem kadar olamadım anasını satayım!)

İşte babam da hem babasına yardım eder, hem de çamurların arasında oynarmış çocukken.

Eh, hava sıcak ve bilen bilir, o çamur da akrepleri çeker. Peder de sıkıntıdan ve ağustos sıcağının etkisiyle, akrebin etrafına gaz yağından bir daire çizer, verirmiş kibriti. (Nur içinde yatsın. Babam diye söylemiyorum ama o da melek gibi bir adamdı. Bi koydu mu, fukara sümüğü gibi yapıştırırdı beni duvara. Sonra sevgiyle yanıma gelip "o duvarda iyi durmadın, seni şuraya alalım" deyip bir de karşı duvara yapıştırırdı.)

Akrepceğiz, o ateşten çemberin içinde bi o yana, bi bu yana koşuşturur, çıkamayacağını anlayınca da çakarmış "altın vuruş'u" .

Biz de böyle bir çemberimiz olduğuna inanıyoruz. Birileri, sürekli ne kadar mutsuz olduğumuzu anlatıyor bize. Boyuna, hayatla aramıza çatır çatır bir takım kamalar sokuşturuluyor.

Hayat zor, biliyorum. Bunu bilecek kadar zorluklarım da var. O zorluklardan da arada bir kaçmak gerekiyor. Çiçek yetiştirirsin, arkadaşlarınla oturup iki kadeh içersin, birine (cebindeki parana göre) küçük bir hediye alırsın, karşıdan gelen güzel bir manitaya göz süzersin falan (eskiden süzerdim de şimdi başım bağlı; olmuyor).

Köşedeki Lâz bakkalın, sabah sabah yaptığı bir espiri ile keyfin yerine gelir ve güne güzel başlayayım derken, az önce bakkaldan aldığın gazeteyi açarsın ve kendi mutsuzluklarını herkese yaymaktan garip bir zevk alanların çamuru sıçrayıverir üstüne.

Bu ülkede yaşanmaz. Avrupa'da şöyle, Amerika'da böyle. Bu halk adam olmaz. Biz var ya, biz. Bu ülkede kadın olmak zor.

Ve daha neler neler.

Ne kadar aşağılık, ne kadar kirli, ne kadar kara bir kalabalıkla kuşatıldığımızı, ateşten bir çember içinde olduğumuzu anlatıp dururlar bize.

Dayak yemiş gibi oluruz. İş yerine gideriz ve "bugün hava ne kadar güzel" diyen mesai arkadaşımızın da keyfini kaçırırız, "bu memlekette hava güzel olsa n'olur?" diye. O arkadaş karşı koymaya çalışınca da, sıralarız örnekleri. Nasıl olsa, bir yerlerde bir kazada birkaç insan ölmüştür; nasıl olsa, bir kanalizasyon borusu patlamış ve bi sokağı bok götürmüştür. Yeter ki, mutsuz olmak iste; neden mi yok? Başka bir neden bulamazsak, hiç oturmadığımız, hiç oturmayacağımız binalara bakar ve ne kadar çirkin bir ülkede yaşadığımızı düşünürüz. Düşünmekle kalmaz, başkalarına da "bu çöplükte" yaşanmayacağını, yaşanmaması gerektiğini anlatırız.

Yahu, millet onun hoşuna gitmeyen müziği dinliyor diye ana - avrat gidenler bile gördü bu çapaklı gözlerim.

Velhasıl, akrep gibiyiz kardeşim. Kendimizi sokmamak için, başkalarını sokuyoruz boyuna. İyi de akrep kin tuttuğu için akıtmaz zehrini; doğası bu. (Farsça bi şiirden arakladım; süslü lâf.)

Artık ne saksıda yetişen ve günden güne boy veren, açılan saçılan bir çiçek keser bizi, ne de buharı tüten, bol acılı bir tabak kapuska (burada gönderme var, erbabı ne demek istediğimi bilir). Varsa yoksa, bu memlekette yaşanmaz kardeşim!

İyi, gel Avrupa'da yaşa da gör ananın mutsuzluğunu!

* * *

"Kadınları tanıyorum" demek, kadının birey olamayacağını kafadan kabul etmektir. Belki, erkeklerde pek de rastlanmayan bazı ortak davranış biçimlerinden yola çıkarak böyle bir şey söylenebilir ama o da kadını tanımak değildir zaten.

Hem, böyle keskin çizgilerle yapılan bir ayrıma da taraftar değilim doğrusu. Hepimiz aynı toplumun güzel ve çirkin yanlarından nasibimizi alıp şekilleniyoruz.

Naylon geceliği orospular giyer yazısını yazarken (ki epey oluyor yazalı, anca farkedenlere teessüf ederim), derdim, "en kıymetli hazinesini" nakte çevirmeye çalışan, kendisini yatar kasa gibi gören hatunlara iki çift lâf etmekti. "Madem herif hazine sandığını açtı, bari işe yarasın" gibi bir hayat anlayışı olanlara.

Bir de, dünyaya erkek gözleriyle bakıp her başı sıkıştığında, "ben kadınım, başka bi şey olmaya da ihtiyacım yok" sığınağına tüyenlere.

Gene de bizi böylesi ayıran şeylerin üstünde kısaca bir durmak istiyor canım.

Nerdeyse tek geçer akçe olan bir husumet kültürüne, bir öfkeli yaşam tarzına küçük bir manzara koymak da diyebiliriz. Hani, ben, yüksek sesle düşüneyim, siz de itirazınız olursa araya girin. Sözümü kestiniz diye alınmam.

Şu kadın-erkek mevzuunun, bir çok boyutu var kuşkusuz. Hepsini birden deşmeye kalksak, ömrümüz yeter mi, bilmiyorum. Üstelik, o kadar "yerel" bir sorun da değil anlatılanlar. Avrupa iyice tükenmiş durumda. Evrile çevrile küreselleştirildiğimiz için, en azından sorunlarında bir enternasyonalizm yakalamış durumda insanoğlu. Ben gene de bizde umut görüyorum.

Bu yüzden de, kendi memleketimize takılalım şimdilik. Sürekli devrim şiarıyla, kendimizi kurtardıktan sonra, insanlığın da icabına bakarız bi ara.

Yukarda, mevzuya azıcık neşeli girebilmek için, ben de şöyle bi geçmişe kadar gittim. Birazdan, hem daha gerilere gideceğim; hem de bunca şeyi toparlayıp bugüne gelmeye çalışacağım. Yazı da "Han Duvarları" gibi olacak. Umarım, okurken sıkılmazsınız.

Gene de geriye dönmeden önce, bugünün üstünde şöyle bir durayım.

Hepimizin, "hedef kitle" olduğumuz su götürmez bir gerçek. Bir bütün olarak, TV, buzdolabı, araba, v.s. gibi araçlar almak "zorundayız". Bu da "üretenleri" kesmiyor tabii. Belki de "böl ve sat" anlayışıyla, o büyük kitle, küçük küçük parçalara da ayrılıyor.

Bu parçaların başında da çocuklar ve ergenlik çağındakiler geliyor. Yılda milyonlarca dolar kazanan satış stratejisi uzmanları, ebeveynlerdeki, "ben gün görmedim ama çocuğum mutlu olsun" eğiliminin farkına da varmış durumdalar tabii. Kendine bir pantalon almak için kırk hesap yapan nice baba, oğlunun istediği "Play Station 2" adlı oyuncağa, şakırt diye iki yüz dolar basabiliyor. Çünkü oğlu, seyrettiği çizgi filmlerin arasındaki reklâm kuşağında, o oyuncağa sahip olmazsa, çok mutsuz olacağına inandırılıyor.

Yalnız o oyuncağa mı? Aftik koftik spor ayakkabılarına, Holivud filmlerindeki kahramanların plastik bebeklerine, cikletlerin içinden çıkan resimlere ve akla gelebilecek her şeye.

Örnekleri fazla uzatıp canınızı sıkmayayım.

Bu "almazsan mutsuz olursun; alırsan değerlisin" kampanyasından, gençler de nasibini alıyor. Gene Holivud filmleri, müzik endüstirisi ve kocaman bir medya desteği ile, güzelliğin önce tanımı yapılıyor, sonra da önemi anlatılıyor gençlere.

İdoller yaratılıyor ve yaşamın olmazsa olmaz kuralının, o idollerden birine benzemek olduğu çakılıyor körpecik kafalarına.

Zamanınız olursa, gençlerin buluştuğu mekânlardan birine gidip (denk gelirseniz), nasıl öpüştüklerine bakın. Sonra da o pop şarkıcılarının, meselâ Jennifer Lopez'in Ben Affleck ile nasıl öpüştüğüne bakın bir.

Almanya'da, Yunanistan'ın doksan basamak üstünde olduğumuz için, gencecik çocukların arasında, estetik ameliyat modası var fazladan. Hepsinin burnu, götü göbeği birbirine benzemeye başladı. Farklı olmak adına bütün farklar ortadan kaldırılıyor ve "tek tip" bir insan türü yetişiyor. Özgürlüğü, kablosuz matkap kullanmak veya dört çekerli arabasına atlayıp kendini dağa bayıra vurmak olarak algılayan bir insan türü.

Kadınlar da hedef kitledeki parçalar arasında önemli bir yer teşkil ediyor.

Geçen yıl, bir randevuma epey erken gitmiştim ve vakit geçirmek için, yol kenarındaki banklardan birine oturdum. Kalabalık bir caddeydi. Yoldan geçenlerin ayaklarına bakarken, bi şey farkettim.

Kadınların, yüzde seksen, doksan diyebileceğim bir bölümünün ayaklarında, hani şu parmakların arasına bir parçası giren terlikler var ya (adını bilmiyorum), işte onlardan vardı. Bir iki yıl önce fukaralık sembolü olan terlik, birden bire moda oluvermişti nasılsa.

Daha önceki yıllarda da, şu yetmişli yıllardaki meşhur "apartman topuk" ayakkabı modası çıkmıştı ve çok değil altı ay önce o yılların filmlerine bakıp o ayakkabılarla alay eden kadınlar, ayaklarına o dandik şeyleri geçirip arz-ı endam eder olmuşlardı.

Sanki, bu işlerin bir düğmesi var ve birileri o düğmeye basınca, renkler de hemen değişiveriyor.

Beynimizi izale ede ede bir güzellik kültürü yaratılıyor ve o kültürün en önemli parçasının da modaya uymak olduğu anlatılıyor bize.

Erkekler için de "metropol erkeği" diye bi şey çıkartmışlar şimdi. Maço erkek ile ibne arasında bir yerlere denk geliyor ve bu erkek tipinin öncülüğünü de Brad Pitt ve futbolcu David Bekcham yapıyorlarmış. Neymiş? Cildimize kürler yapacak, manikürcüye gidecek, saçlarımızı yaptıracakmışız. Delikanlıyı bozar bu durum. Hiç iyi değil yani.

İnsanı da bozuyor.

Değerin görünüşte olduğu vurgulanıyor sürekli ve vitrine cilâ çekerken, erdeme boş veriliyor.

Tüm bunları yapmamız için de sürekli, ne kadar mutsuz olduğumuz anlatılıyor bize. Medya, mutsuzluğu ve sevgisizliği tarz haline getirmiş insanlara ve projelere açıyor kapılarını. Pop Star ve Biz Evleniyoruz tarzı yarışmalarda, gene mutsuz insanların kavgalarını, aşağılanmalarını seyrediyor ve aşağılayanlardan veya aşağılananlardan birinin tarafını tutup biz de onca hakaretten bir şekilde nasibimizi alıyoruz.

Gazetelerin kadın yazarları, "bugün kendimi çok kötü hissediyordum; kendime mor bir ceket aldım, sonra da bilmem nerde (genellikle 'in' bir kafe) oturup bi bardak 'latte machiato' içtim, keyfim bir yerine geldi ki" diye, bize (ama özellikle de o kadın yazarın "özgürlüğü" ile özdeşleşen kadın okuyucusuna) mutluluğun resmini çiziyor.

Medya, erkeği de "çiziyor". Batı kültüründe "bile" olmayan ve mumla aranan bir erkek türü, çoğu yabancı dil bilen ve konu sıkıntısı çeken ediplerimiz tarafından, bizim coğrafyamıza yapıştırılmaya çalışılıyor.

Kaç kere, adı lâzım değil, yazarlarımızın, "bir erkek nasıl olmalı?" tarzı yazılarına, birkaç hafta öncesine giderek, Elle veya Brigitte tarzı dergilerde rastladığımı hatırlıyorum. Yok, günahlarını almayayım; çalmamışlar, yalnızca esinlenme söz konusu. Ama konu mankeni herifler, acayip benzeşiyor.

Okuyucu da inanıyor bu tanıma. İnanıyor ve durduk yerde hayatında "benim adamım (veya kadınım) niye böyle değil" gibi bir sorunu oluyor.

O kadar etkililer ki, büyük bir çoğunlukla geniş kalçalı, kısa boylu ve esmer kadınların olduğu bir ülkede, "kadın" deyince akla, boylu poslu, zayıf ve sarışın bir şey geliyor. Kamera, bir bisküvi reklâmındaki çocuk kalabalığının arasında, sarışın, mavi gözlü olanın üstünde donuyor.

İşte, mutsuzluğumuz böylesi programlanırken, bunun nedenlerini yalnızca çocukluğumuzda aramak, (özür dileyerek ve hiç bir art niyetim olmadan) bana biraz abesle iştigâl gibi geliyor.

Geçmişi değiştirmek gibi bir şansımız yok.

Üstelik geçmişimizde maruz kaldığımız sevgisizliğin, başkalarından sevgi esirgeyişimize mazeret olmasını kabul edemiyorum.

Sevgi arayışımızda, karşımıza çıkan dangalakların, her seferinde inancımızı yitirme pahasına maruz kaldığımız hoyratlığın, bizi hoyrat yapmasını da kabullenemiyorum. İnsan bu, kavun değil ki, dibini koklayasın. "Yanlış adama veya kadına çatmışım" diyecek, medyanın o keskin çizgilerine hiç yüz vermeyecek, yaralarını bir süre yaladıktan sonra, başını kaldıracak ve pırıl pırıl bir günde sokağa çıkacaksın. Belki de en beklemediğin o anda, karşına o günden de aydınlık biri çıkacak.

O yazıda itiraz ettiğim davranış biçimlerinden biri de burada ortaya çıkıyor. Geçmişin incinmişliklerini, maruz kalınan hoyratlığı, sevgisizliği sırt çantamızdan atamamışsak, karşımıza çıkan o pırıl pırıl insana yüklüyoruz. Yoğurdu üfleyerek yemek adına, o insanın şahsında, bizi o güne kadar üzenleri cezalandırıyoruz. Geçmişimizde öküzlük etmiş birini çağrıştıran en küçük bir mimik bile, o insanı silmemize, hiç bir ilişkiye emek harcamadan, "beni kimse anlamıyor" mavralarına kaçmamıza neden oluyor.

Ve mutsuzluktan kaçışın tek yolunun tüketim olduğu bir dünyada, insanlarımızı da tüketiyoruz.

Şimdi, izin verirseniz, biraz gerilere, anne babalarımızın kuşağını bunca öfkeli, sevgisiz ve mutsuz kılan şeylerin başlangıcına kadar gitmek istiyorum, karınca kararınca.

Şerefli Türk Basını, Taliban rejimini yerden yere vururken, en çok, erkeklerin sakal bırakma ve kadınların da o ucubik çarşaflarla örtünme zorunluluğu üstünde durdu.

Doğru. Taliban, bir terör sistemidir ve böyle bir sistem, zamanla travmaya dönüşecek davranış biçimlerinin de tohumunu eker topluma. Sonuçlarını, belki yüzlerce yıl sonra bile göreceğimiz bir travma.

Bunun adını böyle koyduktan sonra, Reşat Nuri'nin Son Sığınak romanından bir bölümü paylaşayım izninizle:

"Biliyor musunuz, beyefendi, şu sakal, bıyık çok korkunç şey, dedi, yirmi dört saatten beri sakal seyretmekten içim dondu. Allah razı olsun (Gazi) den. Ne iyi etmiş onları zorla tıraş ettiğine."

İşte biz de insanların zorla tıraş ettirildiği, giysilerinin değiştirildiği bir ülkenin çocuklarıyız. Bizi sevgisiz büyüten anne babalarımız, sakalları zorla kesilen, başındaki örtüsü zorla çıkartılan o adamların, o kadınların çocukları.

(Gazi'yle başlamadı tabii. Ellerindeki toprakların birer birer kaybolduğunu gören ve kurtuluşu, o toprakları zorla alanlara benzemekte gören Osmanlı münevveri de var. Zaten, Gazi de bir Osmanlı paşasıdır; unutmamak gerek.)

Yok Rus, yok Balkan, yok bilmem ne savaşı ile anası ağlamış insanımız, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran bin kişinin kafasındaki bir insan projesini yaratma terörüne de maruz kaldı. Yaşadığımız coğrafyaya bakılmadan, Batılılaşma, önce dedelerimize, sonra babalarımıza ve en nihayet bize dayatıldı.

O projeyle birlikte, dedelerimizin, Hilâfet ve Saltanat adına vatanı gâvurdan kurtaranlara duyduğu minnet ile kurtarıldıkları tarafından "gâvurlaştırılma" çabalarına duydukları öfkeyi de sırtlandık. Onların bu "Araf'ta kalmışlıkları", bize de miras olarak kaldı.

Belki bu yüzden, babalarımızın kuşağının Batılı yanı, kızlarının kot pantalon giymesine izin verdi ama Doğulu yanı, pantalonun popo kısmını örten bir kazak olmayınca, çocukların ağızlarını burunlarını kırdırdı.

Kimbilir, belki de Batılı taraf, kızların okumalarına (her yıl kavgayla da olsa) izin verdi ama Doğulu taraf, üniversiteye gitme isteklerini hem hiç anlayamadı, hem de hiç onaylamadı. Sonuçta, evlenip kocasına hizmet edecek bir kız çocuğu, olsa olsa, orospuluk yapabilmek için giderdi üniversiteye.

Sürekli, bin yıllık kültürü ve ona otuz kırk yıldır dayatılan "sen Avrupalı'sın" masalı arasında seçim yapmaya zorlandı.

Kendi hayatı için gerekli en basit doğruların bile neler olduğuna karar veremedi bir türlü. Yalnızca cumaları camiye gidince iyi vatandaş sayıldı ama dininin en önemli gereklerinden birini yerine getirmeye ve karısının başını örtmeye çalışınca, yobaz sayıldı. Kerhaneye gittikten sonra (yalnız namaz kılmayla ilgili bir formalite olduğu halde) mutlaka gusül abdesti aldı ama İslâm'ın olmazsa olmazı, Hac görevini yerine getirdiği zaman, milletin dövizini Araplar'a kaptıran vatan haini sayıldı.

Hep gizlendi, hep oynadı ve rengini ortama uydurmayı öğrendi.

Hem rakısını içti, hem namazını kıldı. Dışarda başka adam, evin içinde başka adam oldu ve dışarda kurtulamadığı öfkesini, ceza görmeden akıtabileceği tek yere, karısına ve çocuklarına kustu. Gene de bir türlü, o haksızlığa uğramışlık duygusundan kurtulamadı.

Muasır Medeniyet Seviyesi ile kadınlara da kocaman bir kazık atıldı tabii. O seviyenin sembolü sinemalarda ve elbette kadınlar matinesinde, erkek denen varlığın Muhsin Ertuğrul, Münir Nurettin, Rudolf Valentino, Clark Gable, kadının da bobstil takılan Cahide Sonku, Muhterem Nur gibi bir şey olduğuna inandırıldılar ve hemen o günlerde de Asiye hanımın oğlu düztaban tornacı ile evlendirildiler apar topar. Karı çarşıda görmüş de çok beğenmiş.

Şakakta kırlaşmış saçlı, geniş omuzlu, baygın bakışlı, robdeşambırlı, fularlı düşlerin yerini de on iki saat torna tezgâhında dikilmekten anası şişskilmiş düztaban ayaklara tuzlu sular taşımak aldı ister istemez.

Eh, hele çarşıda beğenen kaynana, evde habis ruhlu çıkar, üstüne, sıçalak kaynatanın bokunu temizlemek de binerse, kendisine klark çekilmesini beklerken, çile çekmeye başlayan kadıncayizler de bunalırlar mutlaka.

Bunalır ve içlerinde sevgi adına ne kalmışsa, hepsini oğullarına verirler. Çünkü oğulları, onların hiç sahip olamayacakları, onları hiç sevmeyecek o erkekler kadar güzeldir.

Oysa kızlar, rahatını kaçırırlar. Onların yüzünden kocadan azar işitir, onların yüzünden olmadık çile çekerler. Belki de bu yüzden, kızlarımız, daha çok analarından çekerler ne çekerlerse. Belki, kendi yapamadıklarını yapabildikleri için, en çok analar uyarır kızlarını, "orospu olursun" diye.

Kızlar bir gün çekip gidecektir ama oğullar adam olacak ve analarına bakacaktır (kurtaracaktır). Bu yüzden, etin en iyi tarafı onlara ayırılır. TV'deki dizinin en heyecanlı yerinde "kalk kardeşine çay yap" diye kızlardan biri yollanır mutfağa. Bütün haklar oğlanların, bütün görevler de kızların olur.

İşte o oğlanlar, biraz da ayıklanan o etler yüzünden, kadını cinsel organın etrafındaki gereksiz et yığını gibi görür, ne zaman bir kız lisesinin önünde dikilseler, kendilerini kebap salonunda hissederler.

Kadınlardan bir şey istemeye ve istediklerini de almaya alışmışlardır. Zamanla yöntemlerine biraz cilâ atsalar bile, (insanın değişkenliğine olan inancımı göz önünde tutarak) tabaklarına etin en iyi kısmı konan o çocuk kalırlar çoğu zaman. Kadınların vereceği her şey, onların en doğal haklarıdır.

O çocuk, kadınlarımızın, (genellikle ilk altı yedi yılındaki) erkeği olur. Başlangıçta iyi davranır; ete doydukça, insanca iki sözü bile zül sayar ve dışarda kabaran iştahıyla, etini yemeye eve gelir. Bitirim manitaların deyimiyle "fuzulî işgal" de burada başlar.

İşgal bitirilir ve hem baba evinden, hem de sevgili (ya da koca) elinden kurtulmuşluğun üstüne, bir de ekonomik özgürlük binerse, kızlarımızın çoğu da dağıtır. Her insanın dağıtma hakkına saygı duyduğum için, buna da bir itirazım yok. Üstelik, bana ne?

Dağıtırken, gene o etoburlara teğet geçer hayatları. Üstüne, sürekli mutsuz olmamız için yapılanlar da binince, örselenme ve sevgiye inanmama başlar. Bunu anlamamak için de eşek olmak gerekir.

Tüm bunların acısı, o cins olmayan erkeklerden çıkartılır genellikle. Hayat adına ıskalanmış ne varsa, fatura, "düzgün" diyebileceğim adamlara kesilir (bu modelin erkeği de, "düzgün" kızlara keser faturayı).

İşte, bunu anlayamıyorum.

* * *

Aklımda bir çözüm yok. Zaten bu millet, en çok, kendisi için çözüm üretenlerden çekti ne çektiyse. Herkes kendisi için doğru olanı yapacaktır bir şekilde. Ben, mutsuzluk saçanlardan uzak durmaya çalışıyor, bana dayatılan "tüket" emrine, bir lokma bir hırkaya razı gelerek karşı duruyorum. En başta da sevdiklerimi tüketmekten korkuyorum.

Yazının başında, şöyle kısaca, nasıl bir dünyada kadın denen varlığa tosladığımı anlatmaya çalıştım. Oralardan gelmiş bir çocuk için, fena yol almadım galiba. Epey yolum da var önümde. Daha niceleri var; çok çirkin koşullardan yuvarlana yuvarlana gelip "adam" olmaya çabalıyorlar. Burada sözcük "adam" olsa bile, kadın erkek farketmiyor; bir diğerinin yardımına da, sıcaklığına da ihtiyacımız var ve önemli olan da hem adam olmak, hem de adamlığı doğru tanımlamak.

Bitirirken, şunu söyleyebilirim sanırım:

Ne kadar kıstırılmış olursak olalım, ne kadar sevgisizliğe maruz kalırsak kalalım, insansak, hakkından geleceğiz bunların.

Önemli olan menemeni kimin pişirdiği değil, sevdiğimize menemen pişirirken, hangi türküyü söyleyeceğimiz olur o zaman. Eh, Türk'ün karnı doyunca da…

* * *

("Dam üstünde un eler" türküsünü önerebilirim; iştah açar, hazmı kolaylaştırır.)

* * *

Ali Türkan, Berlin, 20 Ocak 04, gecenin "sabah beşte uyanacağım, aaa dört olmuş anasını satayım" vakti

Yorumlar

Nur içinde uyu Ali Abi, Yine koca bir ansiklopediyi bir kaç sayfaya sığdırmışsın…

Sana benziyenlerin ömrü uzun olur inşaallah diyelim…

Tülay - 4 Mart 2008 (16:11)

Nostaljiyi, güncelerken, bu realist yüzleşmeye acılılı sos lezzeti katarak, iştahı bu denli kabartmak mahareti, tebrik ve takdir edilmeye ihtiyaç duymuyor. Yaşatıklarınızla, aramızda yaşamaya devam ediyorsunuz… Mekanınız cennet olsun.

Şeref Parıltay - 6 Mart 2008 (10:54)

Bu kadar akıcı bir dil ve hayat tecrübesini hiç kasmadan ve büyüklenmeden yazılara yedirebilmek değme yazarın başarabileceği bir şey değil. Nur içinde yat Ali Türkan. Ve hiç meraklanma, yerini dolduracak başka biri yok.

Sevinç Tuna - 22 Aralık 2008 (19:09)

Seni öyle özledim ki kardeşim. Ardında bıraktığın büyük boşluğu dolduracak biri yok inan. Umut ve annem de seni çok özlüyorlar. Işığa ve sonsuzluğa, güzel adam.

Yüksel Yeşilmenderes - 18 Nisan 2010 (23:16)

Son yıllarda okuduğum onca laf kalabalığından ibaret yazıdan sonra Ali Türkan'ın yazısı okuduğum, benim için apayrı bir yerde duran en güzel yazılardandı. Minnetle ve rahmetle…

Elçin Balkuv - 19 Ocak 2014 (22:40)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

58
Derkenar'da     Google'da   ARA