Patronsuz Medya

Hangimiz yalnız değiliz ki?

Meltem Tolunay - 27 Nisan 2004  


Ambulans son sürat gidiyor. Yanlamasına oturduğum için sürekli zıplıyorum içinde. Her zaman tıkalı trafiği açtığı için peşine takılıp gittiğimiz bu aracın içindeyken şimdi, peşimize takılmaya çalışan başka arabaların ışıklarını izliyorum.

O sedyede yatıyor. Kolunda serum. Kalbine bağlanmış kablonun diğer ucu monitöre bağlı. Monitörün çıkardığı sesi duyabiliyorum sadece. Bip, boşluk. Bip boşluk. Bir sonraki bip'e kadar geçen süre uzuyor, uzuyor. Sonra sesi duyup rahatlıyoruz. Ve tekrar aynı endişe başlıyor. Ya bir daha o bip sesi gelmezse?

"Ölecek miyim?" diyor. Üçümüz de ağız birliği etmişçesine "Yoo, nerden çıkarıyorsun bunu?" diyoruz, sanki yaramaz bir çocuğu şakacıktan azarlayan bir sesle. Oysa her an ölebilir. Hepimiz biliyoruz.

Elini tutuyorum. Buz gibi. Gözlerini açıp "sol omzumu biraz ovar mısın?" diyor. Doktora bakıyorum. Başını "hayır" anlamında sallıyor. "Ovarsam serum kolundan çıkabilir" deyip geçiştiriyorum. İtiraz etmiyor, gözlerini tekrar kapatıyor.

O ambulansın içinde dört kişiyiz. Hepimiz önümüze bakıyoruz. Göz göze gelmekten korkuyoruz. Hani birisi diğerine birkaç saniye baksa kurduğumuz oyun iskambil kâğıtlarından yapılan bir kule gibi anında yıkılacak sanki. Yanımdaki hemşire "teyze kaç yaşında?" diyor. Onun duymasını istemediğim için kızın kulağına eğilip, "78" diyorum. Asla duymak istemiyor bu yaşı. Üzülüyor.

Hepimiz oradayız, ama o yine de yalnız. Krizi geçiren o, ağrıyı çeken o, hatta belki ölecek olan da. Bir şeyler söylemek istiyor. Hep bir ağızdan "konuşup yorma kendini şimdi" diyoruz. Oysa belki son sözleri, yine de bunu düşünmek istemiyoruz.

İşte o an birdenbire fark ediyorum, aslında bu hayatta ne kadar yalnız olduğumuzu. Kimse kimsenin derdine deva olamıyor. Olsa olsa birbirimizi avutuyoruz en fazla. Eşimiz dostumuz, sevgilimiz, çocuğumuz, arkadaşımız, anne babamız yani güvendiğimiz herkes, hep "dışarda" kalıyorlar. Ameliyathane kapısında bekliyorlar, ya da benim gibi bir ambulansta. Ama artık atmaktan yorulan bir kalbe kimsenin yapacağı bir şey yok. Birlikte intihar edenler bile son nefeslerini senkronize veremiyorlar.

Yaşamı yalnız yaşamayı öğrenmek gerekiyor. Ölürken yalnızız çünkü. Sırf yalnız kalmamak için ite kaka sürdürülen dostluklardan, evde bir ses olsun diye katlanılan evliliklerden, "ilerde bana bakar" diye düşünerek yapılan çocuklardan kimseye fayda gelmeyecek. Anılar yalnız tazelenecek, hesaplar yalnız verilecek çünkü.

Bu şoku ölürken yaşamamak için, bir şeyleri yaşarken bilerek isteyerek bırakmak gerek. Yıllar önce Ortaköy'de bir bankta bir arkadaşımla konuşurken bana çok sevdiği birini bırakabilmek için önce onun için büyük bir anlamı olan altın bir kolyeyi denize atmayı denediğini söylemişti. Sonra da "eğer bunu atabiliyorsam, her şeyi atabilirim hayatımdan" demişti.

Asla kullanmayacağınızı bildiğiniz halde "bir gün işe yarar" diye istiflediğiniz şeylerden, örneğin size gelmiş hediyelerin paket kâğıtlarıyla kurdelâlarından başlayabilirsiniz atmaya. Sonra artık içine sığamadığınız için giyemediğiniz, ama hâlâ bir umutla belki bir gün o kiloya dönerim hayalleriyle beklettiğiniz giysilere gelecek sıra. Ya tabağı çoktan kırılmış, dul fincanlara ne demeli. İçine zeytinyağı doldurulup, pamukla kapı kirişlerini ovmanın dışında kullanmadıklarımız hani. Onları da atın.

Eşyalardan sonra sıra insanlara gelecek tabii. Burası zor. Çünkü kimse kimseyle yüzleşecek cesareti gösteremiyor nedense. Her şey "mış gibi" devam ediyor, ettiriliyor. Yani birlikte olmaktan hoşlanıyormuş, birbirini çok özlüyormuş, onsuz olmuyormuş gibi. Gerçekten görmek istemediğiniz biriyle görüşmeyin, telefonda söyleyecek bir şeyiniz yoksa aramayın sırf "incelik" için. Bırakın sizin için, tuhaf, soğuk, "iyice acayipleşti" desinler.

Bıraktınız bıraktınız, bırakamadıklarınızı hayat size çoğunlukla önce yaşarken, ama hepimize zaten ölürken bı-rak-tı-rı-yor çünkü.

Yani hepimiz yalnızız aslında.

Yorumlar

"Yıllar önce Ortaköy'de bir bankta bir arkadaşımla konuşurken bana çok sevdiği birini bırakabilmek için önce onun için büyük bir anlamı olan altın bir kolyeyi denize atmayı denediğini söylemişti."

Şayet bahsettiğiniz arkadaşınız Ayşe Arman değilse; Hayat tesadüflerle dolu diyorum.

Bu cümleyi daha doğrusu, bu cümleye benzeyeni Ayşe Arman'dan 12 Ekim 2008 Tarihli yazısında okumuştum. Kendi başından geçen kolyeyi suya atma hikâyesi anlatiyordu. Tesadüf iste:) Kimbilir belkide aşktan kurtulmanın yolunu tüm yazar çizer ekibi biliyordur da, biz fanilerle paylaşmamışlardır.

Ayşe Arman'nin 12 Ekim 2008 de ki yazısından paragraf:

"Bir gece sabaha karşı Boğaz'a gittim, arabayı Bebek'te park ettim, çok sevdiğim bir kolyem vardı, üğuruna inandığım, değerli de bir şeydi, onu boynumdan çıkardım, avuçlarımın arasına aldım ve kararlı adımlarla suya yaklaştım.

Boğaz'a baktım ve şöyle bir hisse kapıldım, eğer bu çok sevdiğim kolyeyi suya bırakırsam ben, bu tuhaf aşk hastalığım da bu kolye ile birlikte Boğaz'ın sularına gömülecek.

Çok sevdiğim bir şeyden yoksun kalacağım ama aklımı kazanacağım."

Yazının tamamını okumak isterseniz:

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10094714. Asp

Bu fani de nedense geçmiş gün, etkilenip saklamıştı bu yazıyı.

Tabii dipnot düşmüyoruz, Meltem Hanım bu harika yazıyı 27 Nisan 2004'te yazmıştı diye.

Sheman - 25 Ocak 2009 (23:10)

Bu yazıda benim takıldığım kısım "bir şeyleri atma"nın insanı ferahlatacak olması. Atamamanın zayıflıklarımdan birisi olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle ayakkabı atamamak derdim var. Üstelik bir de "zaman gelir içine girerim" diyerek kot pantolon saklarım.

Yıllarca önce bir derviş ile sohbetimizde: "Ev eşyaları dahil, fazla olan her şeyinizden kurtulun. Atın. Hediye edin. Nasıl ferahladığınıza siz bile inanamayacaksınız" demişti. Sonra söz arkadaşlara gelmiş, "fazlasını, yaramazını, söz anlamazını azıt gitsin" diyerek gülmüştü.

Bu yazıdaki "dul fincan" terimini de çok sevdim. Tek farkla bizde hep tabaklar dul kalıyor. Geniş bir dul tabak cemaatimiz var. Çay tabağı ikamesine ve eski fincan takımlarının anılarda yaşamasına yarıyorlar.

Ahmet Faruk Yağcı - 26 Ocak 2009 (00:01)

Bendeniz hakir, gaiba sizin dervişin son söylediğiyle başladım bu atma işine. Önceleri tek tek atıyordum. Zamanla bu "dost" kalabalığının arasından "fazlasını, yaramazını, söz anlamazını" tek tek seçmekle ömür geçmez dedim ve makineyi toptan resetledim, oldu bitti.

Arkadaşın hakikisi bumerang gibi oluyor; sen ne kadar atarsan at, o gene dönüp geliyor. Fasulyeden olanıysa hedonizm bittiği an tebahhur eyliyor. Bir yanlışın varsa da affediyor arkadaşın hası. Kendini taşıtmaktan çok yanında sessizce yürümeyi seçiyor. "Akıllı" olanıysa "gün olur bana da kızarsa o sivri dilinin ucu egoma batabilir" diye kendini baştan sakınmayı tercih ediyor.

Haa, eşyalar mı? Ben bir tek kutuları, paket lastiklerini, kurdelaları atamam. Araba, televizyon, buzdolabı, cep telefonu, giysi gibi şeyler çok kolay atılabilecek, daha doğrusu, ihtiyaç duyana tereddütsüz verilebilecek şeyler oldu. Verdim gitti hepsini. Sen verdikçe felek sana daha iyisini gönderiyor aslına bakarsan.

Sahiden de çok rahatlatıyor hayırsızı ve taşıması yüreğe ağırlık olanı kaldırıp atmak. Geriye ferahlık ve özgüven kalıyor.

Necdettin Yek - 27 Ocak 2009 (17:44)

Ayşe Arman'ın en çok sevdiği şey kolyesi miymiş? Bence yanlış yapmış, keşke Ayşe Arman en çok sevdiği şey olarak kendini denize atsaymış… Zira ben de bu şekilde ona olan aşkımdan kurtulurdum:) (Cümlelere büyük harfle başlamamı sistem engelliyor, kayda geçsin)

Deran - 5 Şubat 2009 (09:28)

Kendinizi üzmeyiniz sayın Deran, özensizce yazdığınız yerleri sizin için üşenmeyip düzelten bir Zamanı Bol Adam var sistemin arka planında. Siz çalakalem yazın, biz icabına bakarız.

Büdütör - 5 Şubat 2009 (10:51)

Sayın Büdütör, yorum yazarken büyük harflerle başlamama ve caps lock tuşu açık olmasına rağmen her cümle başında zırt pırt "caps lock tuşu açık kalmış sinyalinin" çıkması üzerine, bu durumdan sizi haberdar etmek için yorumuma öyle kendi halinde, zararsız bir parantez açmıştım. Fakat verdiğiniz yanıt da tıpkı caps loks tuşunun olur olmaz, alâkasız yerde zırt pırt sinyal vermesi gibi yanlış olmuş. Yani tıpkı size benziyor. Niye mi? Birincisi, özensizce yazmıyorum. İkincisi, alt tarafı yazdığım dört cümlede "çalâkalem ve özensizce" gibi son derece saygısız ve küstah ifadelerde bulunmak, tıpkı "klavyedeki caps lock tuşu basılı kalmış" uyarısı kadar yanlış ve embesilce bir itham. Benim yazdığım yoruma karşılık olarak böyle bir yorumu ancak küçükken kafa üstü yere çakılmış biri verebilir… Etrafınıza verdiğiniz bu korku dolu eleştiri halinden değil hindistan'a, dünyanın öbür ucuna gitseniz arınamazsınız siz… Geçmiş olsun… (Hadi sıkıysa bu yorumumu yayınlayın; sonra her zaman herkese yaptığınız gibi beni de hakir görün, kendinizi tatmin edin; sonra da hindistan'a gidip küstahlığınızdan ve kötülüğünüzden arınmaya çalışın). Hata bende ki herkesin gitmediği lokantaya gidip yemek yemeye çalışıyorum. Bu kadar insanın gitmediği bir lokantanın elbetteki yemekleri bozuktur, elbetteki bir bildikleri vardır…

Deran - 5 Şubat 2009 (20:08)

Sayın Deran, öfkeniz geçip de daha sakin ve sağduyulu düşünmeye başladığınızda şunları da göz önünde bulundurmanızı isterim.

Kötü bir şeymiş gibi şikâyet ettiğiniz o uyarılar, üç cümleyi bile hatasız yazamayan ve interneti çöplüğe döndürenler hiç değilse burada bir parça yavaşlasın ve özenli cümleler kursun diye var. Siteye o özelliği ekleyebilmek için, üşenmeyip HTML, Javascript, CSS, XML ve Regular Expression dillerini öğrenmem gerekti. Bunları ve burada saymadığım daha bir sürü şeyi öğrenebilmek gece gündüz demeden vakfedilmiş sekiz yılımı aldı.

Sizin de bilebileceğiniz gibi, bu zaman zarfında meraklısı iki üniversite bitirebilir. O iki diplomayla şirketlerde müdür falan olabilir. Araba, tekne, yazlık falan alabilir.

Hiç biri bana lâzım değil. Onları size hediye ediyorum. Bu site de yanında bedava.

Burada hiç bir şey parayla satılmıyor ve kimseye zorla bir şeyler vermeye çalışılmıyor. Tarzımızdan hoşlanmadınızsa, tabii ki bir daha uğramamakta özgürsünüz. Kendi arzunuzla ziyaret ettiğiniz ve yine kendi arzunuzla kanaatlerinizi yazdığınız bir açık alanda aldığınız en ufak bir eleştiride bu kadar fevri ve hırçın olabiliyorsanız, boş bir vaktinizde bu hazımsızlığın esbab-ı mucibesine kafa yormanızı ümit ederim.

Sizin için bir çırpıda gözden çıkarılabilir olan bu "Necdettin Efendi Hayratı" na ben hayatımın yaklaşık 20 bin saatini harcadım. Ve hiç bir karşılık beklemeden neyim var neyim yoksa ihtiyaç duyan herkesle paylaşıyorum. Helal-i hoş olsun.

Farkında mısınız bilmem ama sizin o hakaretleri buraya yazabilmeniz için de birkaç senemi harcayıp ASP öğrenmem gerekti. Siz "kaydet" tuşuna bastığınızda tıkır tıkır çalışmaya başlayan binlerce satırlık kod tek tek göz nuruyla yazıldı. Bu yüzden akranlarımdan çok önce katarakt ameliyatı olmam gerekeceğini biliyorum. Olsun, yeter ki siz mutlu olun.

Bunlar da hediye. Tenezzül edip alana. Alabilene.

Yukarıdaki yorumunuzu da yayına koymadan önce son bir kez uğraşıp imlâsını düzeltmeye çalıştım. Ama gene de tam düzeltememişim. Kusurumu bağışlayın.

Bir konuda haklısınız. Gerçekten de Hindistan'a küstahlığımdan ve kötülüğümden arınmak için gitmiştim. Arınabildim mi bilmem. Gitmeyi düşünürseniz o yolu size de tarif edebilirim.

Büdütör - 6 Şubat 2009 (01:40)

Topa girmeden duramadım. Zeka geriliklerinin silsile-i meratibi biliniyor mu acep? Hani birisine "embesil!" derken mermi yerine gidiyor mu? Bilip de söylemeli. Hakaret etmeye meyilli insan evlâtlarına kıyak babından sırası ile yazıyorum.

İdiotluk: En ciddi zekâ geriliği. Kendilerine bakamayan eğitim ve öğretim imkânsız geriler.

Embesillik: Ciddi gerilik. Eğitim ve öğretim mümkün değil, bir nebze kendilerine bakabilirler.

Debillik: Eğitilebilir zekâ geriliği. Öğretim genellikle mümkün değil. Basit işlerde çalışma mümkün.

Moronluk: Eğitilebilir ve belli limitler içinde öğrenim görebilir zekâ geriliği.

Bir boş zamanda da oturur sosyopatlıktan, borderline kişilikten falan bahsederiz.

Ahmet Faruk Yağcı - 6 Şubat 2009 (12:01)

Açıklamalarınız için teşekkürler hocam. Gündelik hayatta sık sık kulağıma çalınan bu kelimeleri benim bile anlayabileceğim bir yalınlıkta anlattığınız için.

Bu dört "gerilikten" hangisinin bana en uygunu olduğunu anlamaya çalıştım ve pek içinden çıkamadım. Galiba gene de en uygunu sayın insan sarrafının belirttiği gibi Embesillik.

"Yok estağfurullah" dediğinizi işitir gibiyim. Ama bence öyle. Neden derseniz, birincisi, her şeye rağmen "eğitilebilir" olduğumu ümit ettiğimden, ikincisi, eğitim ve öğretim konusunda gerçekten de çuvallamış olduğumdan ve üçüncüsü, Allah'a şükür, kendime bakabilir durumdayım. En azından fotosentez konusunda ciddi ilerlemeler kaydettim.

Psikiyatri terimlerinin ağızlara sakız olmadığı devirlerde benim gibilere "divane" diyorlardı. Şimdi "embesil" diyorlar. Hepsini öptüm başıma koydum.

E. M. Besil - 6 Şubat 2009 (13:52)

Ben bu yazıyı tamamen her satırına inanarak ve içimden geldiği gibi yazmıştım. Sene 2004.

Ben de Ayşe Arman'ın yazısını daha önce okudum ve "tesadüf" ü farkettim. Ama umurumda olmadı, hepimiz herkesi kandırabiliriz ama insan sadece kendini kandıramaz. Gece yatarken çırılçıplak soyunduğumuzda "ne halt yediğimizi" gözlerimizde görürüz aynaya bakarken. Benim en umurumda olan an işte o an, hayatta kendime hesap verebiliyorsam gerisi mühim değil.

Yine de teşekkürler.

Meltem Tolunay - 19 Şubat 2009 (17:42)

Okuyunca çok şaşırdım! Ünlü bir gazetecinin bu sayfadaki yazıdan çalıntı yaptığını tespit etmişsiniz ve bunu sadece değinerek geçmişsiniz. Hakikaten şoke oldum. Başka bir site ya da yayın organı olsa bu haberi birinci sayfadan verirdi.

Nevin Sarıca - 30 Nisan 2009 (13:40)

diYorum

 

Meltem Tolunay neler yazdı?

42
Derkenar'da     Google'da   ARA