Patronsuz Medya

Benim sevmediğim "ben"i bile sever misin?

Meltem Tolunay - 26 Şubat 2004  


Bu aralar Alain de Botton'un "Aşk Üzerine"sini okuyorum. Aslında pek okuyorum denemez buna, daha çok hemen her satırın altını çizerek sanki yeniden yazıyorum kitabı, yüzümde şaşkın ve onaylayan bir ifadeyle. Tabii benim açımdan bakınca çok geç kalınmış bir kitap bu. Ama belki de kitaptaki her şeyi bire bir ve birkaç kere yaşamamış olsaydım da bu kadar zevk almazdım.

Örneğin Oscar Wilde'dan alınan şu cümle ne kadar doğru!

"Her aşık oluş umudun kendini bilmişliğe karşı zaferidir. Kendimizde gördüklerimizi, onda görmemeyi umarak aşık oluruz; yani korkaklıklarımızı, zayıflıklarımızı, tembelliğimizi, sahtekârlıklarımızı verdiğimiz ödünleri ve aşırı aptallıklarımızı…"

Yıl 1991'di sanırım, İngiltere'de İngilizce hocam alaycı David her zamanki umursamaz ama sevimli ifadesiyle ders anlatırken "Jilt" (reddedilmek) fiilinin geçtiği bir pasajda, dönüp sınıfa "have you ever been jilted?" (Aşkta hiç reddedildiniz mi?) diye sormuştu. Sıra bana geldiğinde kendimden emin, mağrur bir ifadeyle "no" demiştim. David bana gülmüş, sonra "d'ont worry you will experience it too" (üzülme, senin de başına bir gün gelecek) demişti. Bense yaşıma, yaşadıklarıma ve kendime olan güvenle "I don't think so" (sanmam) diye yanıtlamıştım onu. Zaman tabii ki onu ve yaşanmışlığı haklı çıkardı ve ben de bir gün çok sevdiğim birisi tarafından reddedildim.

Bir Kasım günü, birlikte yaşadığımız evi terk edip, sokaklarda salya sümük ağlarken, şarkıda söylendiği gibi, aslında gidenin değil kalanın terk ettiğini ve gidenin de bu yüzden gittiğini anlayıvermiştim birden bire. Hava soğuktu ve kararmaya başlamıştı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Her zaman tanıdık gelen bu şehir, bu evler, bu sokaklar tamamen yabancılaşmıştı. Tüm benliğim kanıyordu. Beni o anda ondan başka mutlu edecek hiç bir şey yoktu dünyada, öyle sanıyordum. Rasgele bir vapura binmiştim, herkes bana bakıyordu ama umurumda bile değildi. Vapur Eminönü'ne yaklaşmaya çalışırken bir an kendimi o sulara atmayı düşündüm. Ama yapamadım. Belki o anda karnımda o aşkın bebeğini taşıdığımı bilmiş olsaydım yapardım da.

Sonra bir arkadaşımın evine gittim, ağladım ağladım. Ona "biliyorum bunu da atlatacağım ama şu anda tek istediğim annemin dizine yatmak ve onun benim saçlarımı okşaması" dediğimi anımsıyorum. Bu cümle çok önemliydi ama önemini çok sonra anladım. Her aşık oluş, insanda o ana kadar eksikliğini hissettiği tüm sevilmemişlikleri telâfi etme beklenti ve yanılgısını da beraberinde getiriyor. Yani bilmemkaç sene önceki, annenin bir eksik okşayışı, babanın soğuk tavırları, söylenip de karşılık bulunamamış başka sevdalar, işte tüm bunların hepsine bir panzehir aranıyor o aşkta. Tabii ki aşk ve aşık olunan için büyük bir yük bu.

Yani "herkesin sevemediklerini de sen sev" diyoruz karşıdaki kişiye. Oysa o ancak kendi sevgisiyle geliyor aşka. Ve üstelik sizi, "kendisinin sevilmek istediği" tarzda seviyor, "sizin istediğiniz" gibi değil. Örneğin, o siz hastayken size çorba pişirip getiriyor ama doğum gününüzü anımsamayabiliyor. Siz de ona şiirler yazıyorsunuz çiçekli kâğıtlara ama onun beklediği, kanepede uyuduğunda üzerine bir battaniye örtülmesi olabiliyor. Sonra büyük hayal kırıklıkları, "beni eskisi kadar sevmiyorsun" lar, "sen zaten…"ler, vs vs

Elbette yaşam bizim öğrenmek istemediklerimizi, "boşver şimdi sırası değil, sonra yaparım" diye bilerek ıskaladığımız şeyleri tekrar tekrar önümüze çıkarıyor. Ben de kafama vurula vurula, aşkın aslında kendi yarattığım bir yanılsama olduğunu, karşımdaki kişiye ne kadar anlam yüklersem, o kadar hayal kırıklığına uğrayacağımı, onu olduğu gibi kabul etmem gerektiğini ve hepsinin ötesinde aşkın aslında geçici bir duygu olduğunu öğrendim. Hayatımda öğrendiğim en acı veren gerçek de buydu zaten.

"En kolay aşık olduğumuz kişilerin, yüzünden ya da sesinden okuyabildiklerimiz dışında pek bir şey ele vermeyenler olduğu belki de doğru" diyor Alain de Botton kitabın bir yerinde. Bu doğru, çünkü açıklanmayan şeyleri istediğimiz gibi hayal edebilme şansı tanıyor bize. En büyük aşkıma kavuştuğum o muhteşem gün bana birden bire "sen beni olduğumdan farklı biri sanıyorsun, gizlerim olduğunu düşünüyorsun, oysa ben buyum ve görünenin dışında hiç bir şey yok bana ait" demişti. Ben bunun mümkün olmayacağını düşünmüştüm o zaman, oysa doğruydu.

Allie Walmsley'in deyişiyle; "kendinize 'onda ne bulmuştum?' diye sorduğunuzda onda bulduğunuz şeyin sadece sizin hayal gücünüzün bir ürünü olduğunu fark edeceksiniz" diye de anlatabiliriz bu durumu.

Aşkın geçiciliği -ya da fazla haksızlık etmeyelim- zaman geçtikçe başlangıçtaki büyüsünü kaybetmesi ise içinde tensel hazları da barındırmasıyla ilişkili büyük ölçüde. Yani aşkın haz kısmı her seferinde ulaşılabilir ve bildik doygunlukları getirmeye başladığında, kişiler yavaş yavaş başlangıçtaki o "görüp de dokunamamalardan" ya da "konuşurken belli belirsiz kokusunu duyup da sarılamamalardan" gelen yasak ve bilinmez heyecanı kaybediyorlar. Onun için aşklar, mesafeler, engeller, "olmaz" larla süslendiğinde efsanelere, öykülere dönüşüyor, "ben de seni"lerle değil.

Aşk, uzun süreli evlilikler, ilişkiler sonunda (burada ben de bazı yazarların aşka biçtiği ömürler gibi bir süre vermek istemiyorum) en iyi olasılıkla sevgiye ve arkadaşlığa, genelde ise güvenlik ve alışkanlıktan doğan aile şirketlerine dönüşüyor. Şirket, çünkü yazılı olmasa da herkes tarafından bilinen kuralları, görev tanımları var. Güç ilişkileri ve pazarlıklar da sıradan ve en önemlisi toplum gözünde kabul görmüş "kurumsal" olgular.

Bazen kadın arkadaşlarımla aşktan konuştuğumuzda 'kadınlar yaşamayı göze alamasalar bile- en azından aşktan her yaşta ve her konumda söz etmekten hâlâ zevk alabiliyorlar. Diyorlar ki; "Evet o duyguyu çok özledim, ama şimdi yeniden bir başkasına kendimi anlatacak, o yürek çarpıntılarını yaşayacak gücüm yok; eşim iyi bir insan, güvenilir, beni seviyor, artık bu benim için çok zor". Haklılar da, çünkü aşk insanın doğasındaki düzen ve denge arayışını ve zor şer edinilmiş kabul görür tüm maskeleri bir anda yerle bir edebiliyor. Hem şimdi ne gerek var canım bu yaşta bir kadının mutluluktan asansörde şarkı mırıldanmasına öyle değil mi? Ama aşk işte bu, bazen insana arya bile söyletebiliyor!

Eğer yazıyı buraya kadar okuyup da bana hak verdiyseniz, sizi hayal kırıklığına uğratacağım. Çünkü tüm bu gözlemlere, rasyonel çıkarımlara, acı tecrübelere rağmen, bir yanılsama da olsa, geçici de olsa, hatta gerçekten de "mutlu aşk yoktur" şiirinden bestelenmiş o güzelim şarkı en sevdiğim şarkı da olsa, ben aşkı seviyorum. Sabahları gözümü açar açmaz "bugün onu göreceğim" diye tavana gülümsemeyi, gece rüyamda onu görüp görmediğimi anımsamaya çalışmayı, radyoyu açıp şarkılardan fal tutmayı, kimsenin fark etmediği ve belki de çirkin bulduğu bir serçe parmağa dokunmak için deli olmayı, onu mutlu edebilmek için tüm dikkatimi ona vermeyi ve beklemediği bir anda o çok istediği şeyi kucağına bıraktığımda gözlerinde oluşan şaşkınlığı, görme vakti yaklaştığında karnımda uçuşan binlerce kelebeği, basit bir şeyden söz ederken bile o, acaba burada bana bir mesaj mı veriyor diye saatlerce düşünmeyi ve bu arada o basit şeyi bile anlamayıp aptal durumuna düşmeyi, herkesle bülbül gibi konuşurken yalnız kaldığımızda içinde "dut" geçen meşhur atasözünü yaşamayı, sırf o yazdı diye, bakkala yazılmış "bir ekmek, 2 şişe süt" not kâğıdını saklamayı.

Ben bu listeyi sayfalarca uzatabilirim. Ama en güzelini ve kısasını Ritsos şu dörtlüğüyle anlatmış:

"Yalın şeylerin ardına gizleniyorum beni bulasın diye
Beni bulamazsan eşyayı bulacaksın
Elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın
Parmak izlerimiz karışacak birbirine"

Hayatımda öyle bir gün var ki geri dönüp tekrar yaşamak için 10 yılımı verebilirim. Beşiktaş'ta deniz kenarında çay bahçesinde oturmuş, denize bakarken o gün, dedim ki "demek mutluluk dedikleri buymuş!" Kendimi dünyayı yerinden oynatacak kadar güçlü, o an ölecek kadar teslim olmuş ve inanılmayacak denli huzurlu hissediyordum. Kimse umurumda değildi, her şeyi yapacak kadar özgürdüm.

Hayatta çok acı yaşadım herkes gibi. En büyüğü aşktandı.

Ve hayatta az mutluluk tattım yine herkes gibi, ama onun da en büyüğü aşktandı.

diYorum

 

Meltem Tolunay neler yazdı?

46
Derkenar'da     Google'da   ARA