Burada çölde yaşayan herkesi Türk
gören Batılının yüzyıllardır süren bir peşin hükme dayalı oryantalist yaklaşımını eleştirmek mümkün ama kolaya kaçmamak ve bu tür sahneleri görünce Biz böyle değiliz
diye tepki göstermenin ardında yatan sebeplere de bakmak gerekir. Biz böyle değiliz ifadesinin altında yanlış bir Türk imajı çiziyorlar, gelip ülkemizi görsünler, tarihimizi öğrensinler diye bir tepki mi yatmakta yoksa bir tür self-orientalist bakış açısıyla kendi tarihimizi, coğrafyamızı mı görmezden mi gelmekte ve kendimize muhayyel bir Türk imajı mı çizmekteyiz?
Türkiye hâlâ bir Ortadoğu ülkesi mi olacak?
diye tepkiyle soran yazar-çizer takımının olduğu bir ülkede tarih ve coğrafya derslerine özellikle önem vermek gerekir. Anadolu coğrafyasına on birinci yüzyıldan beridir Türkiye denilirken on ikinci yüzyıldan beridir de Avrupalı için Müslüman -biz kabul etmesek de- Türk'e eşittir. Nitekim Jorge Amado'nun el Turco
lâkaplı Müslüman Arap denizcilerin Güney Amerika'daki hayatlarını anlattığı Amerika'nın Türkler Tarafından Keşfi kitabı da bu hakikati dile getirmektedir. Kitabı açıp yahu Türkler bunun neresinde?
sorusunu soruyorsak kabahat biraz da bizde.
Suhteler Selânik, Üsküp, Gümülcine gibi Balkan şehirlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada önce zenginlerin evlerini, sonra sıradan insanların evlerini bastılar, yakışıklı çocuklarını (bunlara 'yüzü tüysüz oğlan 'anlamına 'sâderû' diyorlardı) kaçırdılar. Kaçırma olayına 'oğlan çekme 'deniyordu. Bazı yerlerde hocaları da öğrencilere yardım ediyordu. Baskınlardan paylarını alan devlet görevlileri vardı. Olaylar Kanuni döneminin (1520-1566) son yıllarında tırmanışa geçen suhte ayaklanmaları onun oğlu II. Selim döneminde (1566-1574) zirveye çıktı. Etrafı yağmalayan suhteler, güvenlik güçleri takip edince dağlara kaçıp, saklanıyor, bahar geldiğinde tekrar şehir ve kasabaları yağmalıyorlardı. Suhte ayaklanmalarını bastırmak için 'il eri 'denilen özel kuvvetler kuruldu. Ancak suhteler bunlara, hatta zaman zaman Yeniçeri ocaklarına bile baskınlar düzenlediler. Suhte sorunu ancak yüzyılın sonlarında hafifledi ancak yerini işsiz askerlerin de katılmasıyla birlikte 1610'a kadar sürecek olan Celalî İsyanları aldı…
Cürümün başlıca nedenleri: Nükleer enerji şirketini denetlemekle görevli kurulan devlet komisyonunda kimi kişilerin aynı zamanda şirket temsilcilerinden de oluşması. Kapitalizmin tabiatı gereği kârını maksimize etmek isteyen şirketin masraf diye gördüğü felâketi önleyici tedbirlerden kaçınması.
Olası kazaların kaçınılmazlığı ortada. Hiç bir yapımcı şirket devletlere risk garantisi vermiyor. Dünyada hiç bir sigorta şirketi nükleer santralları sigorta etmiyor. Sorun, kazanın önlenememesi kadar, olası bir kazadan sonra felâketin büyümesini engelleyici tedbirlerin yetersizliği. Üstelik Japonya nükleer teknoloji kullanımında dünyanın en tecrübeli ülkelerden olmasına rağmen, bugün Fukuşima felâketinin büyümesini denetleyecek tedbirler alınmasında eleman yetersizliğiyle karşı karşıya.
Mevcut elemanlar, bir süre çalıştıktan sonra radyoaktif doz limitini aştıklarından, işlerinden ayrılmaya mecbur kalıyor. Yetişmiş yeni insan gücü havuzu daralıyor. Çalışmayı sürdüren teknisyenler moral bozukluğundan, depresyondan, alkolizmden muzdarip. Devlet-şirket işbirliğinin cürümü sonucu meydana gelen Fukuşima felâketi artık aynı zamanda bir psikiyatri sorunu.
Ehlikeyif sakin ve sabırlı birisidir. Pişman olmayı hata yapmayı bilen, edepli, elindekine kıymet veren, tutarlı olacağım diye gerginlik saçmayan, olanı biteni dikkatle takip eden ama büyütmeyen, had bilen bir insandır.
Sıklıkla bir biyolog genişliğiyle bakar olup bitene. 4 milyon yıl önce ağaçtan inmişiz, şurada 70-80 yıllığına yakacağımız oksijeni abartmamak gerekir. Bir gökbilimci zamanı nasıl tanımlar: Şu gezegen beş milyar yaşında. Yüzmilyon yıl aşağı yüzmilyon yıl yukarı kesin bilgi.
İşte. Bir gökbilimci doğal bir ehlikeyiftir.
Bugünkü dünyanın en büyük hatası zamanı dünyanın merkezine oturtmasıdır. Bu yüzden hep bir şeylere yetişmeye çalışılırken geride kalır. Bu yüzdendir ki herkesin ağzında yerleşik bir paslı tat vardır. Sanki hep bir şeyler ıskalanmıştır. Hep bir başkası daha iyisini daha güzelini yapıyordur.
Lan her şeyi ıskalasan kaç yazar?
Başbakan'ın sözleri her mahallede görev bekleyen küçük 'führer'lere çoktan ulaştı bile. Kendi hayatlarındaki mutsuzlukları, başkalarının hayatını cehenneme çevirerek örtmeye çalışan her düzeydeki 'küçük adam' sefer görev emirlerini aldılar ve uygun adımlarla nöbet yerlerine ilerliyorlar. İşte Üsküdar'da bir tanesi apartmanın girişine Kızlı-erkekli yaşayanları polise ihbar edin
diye yazmış bile.
O küçük adamın sesi çok daha gür çıkacak bundan sonra; onun ihbarı üzerine eve gelen polis bir suç uydurup öğrencilerin ensesinde boza pişirecek ki küçük führer onu da şikâyet etmesin!
Bu tartışmaya Kadın-erkek nasıl yaşamalı
gibi, toplumun bütün farklı kesimlerinin kendilerine göre farklı değer yargılarına sahip olduğu bir yerden dalan herkes, kutuplaşma tuzağına hizmet eder. Tartışılacak konular onlar değil.
Tartışacağımız konular çok çeşitli: Neden bizim Başbakanımız tam başörtülü kadınların Meclis'e girmesinin, bu büyük problemin halledilmesinin hemen ardından toplumu yeniden gerecek böyle bir tartışmayı gündemimize getiriyor? Neden bunları arka arkaya getirerek başörtülü kadının özgürleşmesiyle seküler insanların özgürlüklerinin kısıtlanmasının atbaşı gittiği gibi, çok tehlikeli bir fikri getirip toplumun bilinçaltının dibine bırakıyor?
Neden bu ülkede küçük kızların ırzına geçilmesi, kadınların şiddet görmesi bizleri gençlerin aynı evde kızlı-erkekli yaşamalarından daha az ilgilendiriyor?
Finlandiya da, bir başarı öyküsü
değildi.
Devletin, bir yatırım önceliği olarak mega projeler
, silâhlanma ve silâhlandırma, gösteriş ve güç budalalığını sergileyen daha bir sürü saçmalığı değil, eğitimi seçmesi sonucu bugünün başarısı elde edildi.
Türkiye'deyse maksat dün ve bugün, parlak olanı silikleştirmek, silmek; silik olanı parlatmak…
Ya düşünen nesil
yetişirse?
Muhterem hocamız acaba 'devletle birlikte operasyon yapma' fikrine niçin bu kadar arzulu? Üstelik bu 'operasyon'u yaparken ne kadar heyecanlı olduğunu ve herkeslerden nasıl sakladığını da hünermiş gibi bir mazeret tonuyla aktarıyor. Medeni ve demokratik bir ülkede meselâ polis ya da savcı bir diyet uzmanından uzmanlığı dışında bir yardım istese ne cevap alır sizce? Terör örgütü hesabımı ele geçirmişse bunu yakalamak benim işim mi kardeşim!
diye sormaz mı?
Ya da Eh madem gerçeği de biliyorsunuz, o halde parama ve diğer kişilik haklarıma sahip çıkın
diye söylemez mi? Ne yapsın kadın, korkmuş, adeta hipnoz olmuş
demeyin. O kadar masum değil! Bu ülkedeki linç histerisinin en mikro çekirdeği işte böyle çalışıyor.
İçinde 'Kürt' lâfı bir kere geçmeyegörsün, birçok 'makul insan'ın taşı cebinde. İçinde 'Ermeni' geçtiğinde silâhı elinde. İçinde 'Alevi' geçtiğinde de küfrü dilindedir.
Gezi protestoları herkesten çok AKP yönetiminde ve AKP iktidarı çevresine konumlananlarda gözle görülür bir şok etkisi yarattı. İktidarın özgüven patlamasının zirve yaptığı bir dönemde, Tayyip Erdoğan'ın ABD'de üst düzey bir lider olarak karşılanmasından birkaç hafta sonra o zirveden paldır küldür aşağıya yuvarlanmanın şokuydu bu. Hükümet Suriye konusunda ayağının tökezlediğini hissetmişti ama bunun Tayyip Erdoğan'ın uluslararası itibarında büyük bir tahribat yaratma ihtimali zayıftı. Sonuçta, Suriye konusunda Fransa, İngiltere ve ABD Türkiye ile aynı politik hatta yer almışlardı. Prestij kırılması, tek başına Suriye'deki hatalı stratejiden kaynaklanamazdı. Gezi olayları ise Tayyip Erdoğan'ın şahsen ve AKP'nin siyasal hareket olarak uluslararası planda eşi az görülür hız ve derinlikte itibar kaybına yol açtı. Tökezleme falan değil, düpedüz yere kapaklanmaydı bu. Bunun etkisi halen devam ediyor.
Bir milletvekilinin yaptığı konuşmayı politik düzlemde eleştirmenin yolları varken, kişisel olanın en kırılgan noktasına dokunmak… Bu yetmezmiş gibi, tam da oraya bir yalanla dokunmayı tercih etmek… İşte bu, kötülüğü tercih etmektir. Yahut diyelim hazzetmediğin gazetecinin televizyondaki başarısızlığından çiğ bir zafer hissi çıkarmak… 'Anlık sinirle 'değil, insanlığa, insanlığın yanında durulmayan bir tarafına yönelik, mayalanmış bir tutumla olur ancak. Tiksintiden doğar; tiksinti doğurmaya gayretlidir.
İktidarlar açısından çok veçheli bir toplumsal hareketin sosyolojik okumasını yapmak, anlamaya çalışmak, isterse oportünist olsun, bunun üzerine politik strateji üretmek yerine 'tiksinti' yaratmak çok daha kolaydır. Nefret özneleri imal etmek, Baudrillard'ın dediği 'hayasız taraftarlığı' genel olarak yükseltmeye, tüm kesimlerin 'ters enerjisini' katlamaya yarar.
Akıldışı komplo teorileri iktidar ve araçları tarafından ortalığa salınır. Bu iş o kadar ciddi yapılır ki içindeki gülünçlük ve aslında mesaj alıcısının zekâsına edilen küfür fark edilmez olur. İlköğretim haleti ruhiyesine yakın aşağılama sıfatları koca koca bakanların, milletvekillerinin dilinden, iktidarla mesafesi kalmayan medya araçlarına sorgusuz sızar. Trafiği de tıkayan onlardır, tüplerde trenleri kasten durduran da.
Kurtarıcı yoktur, fırsatçı vardır. Gazeteci hiç bir zaman bir politikacıya veya ideolojiye bağlanmamalı, yansızlıktan ayrılmamalıdır. Çünkü bir politikacıya veya ideolojiye bağlanan gazeteci, gazeteci olmaktan çıkar. İdeolog ve partizan olur. Körleşir ve sağırlaşır.
İşini doğru yapacak muhabir bir olayı veya kişiyi bütün yönleriyle görmelidir.
Ecevit'ten şunu da öğrendim. Gazeteci bir tek kişinin hizmetindedir: Her sabah elli kuruş veya neyse verip gazetesini alan kişinin. Ondan başka, ne vatana, ne millete, ne bir başbakan veya peygambere borcu yoktur.
Bu borcu ödemenin de tek yolu var: Doğruyu söylemek.
Benim o zamanlar olduğum gibi, amigolaşmış bir gazeteci doğruyu yazmak bir tarafa, çoğu zaman göremez bile.
Amigo, yandaşı olduğu adamın doğrusunu yazar.
O doğru da doğru görünebilir ama değildir. Çünkü siyasette doğru yoktur. Fırsat vardır. Gazetecilikte ise fırsat yoktur, doğru vardır.
İnsan hakları en çok ihlâl edilen kesim, çocuklar ve 'akıl hastası 'denilen kişiler. Kışla benzeri binalara tıkılmalarının hukuki dayanağı, 'gerçek' karşısında, ayırt etme güçlerinin olmaması. Psikiyatr, Delisin
diyor, Seni hastaneye atacağım
. Deli değilim
diyorum. Polis gücüyle yatırılıyorum. İtiraz edebilsem, başka bir psikiyatr da aynı şeyi söyleyecek.
Tıp alanında psikiyatri meşruiyetini nereden alıyor?
Toplumlara kültürel olarak ters gelen davranış ve kimlikler, psikiyatrinin denetiminde. Örneğin 1960'ların sonuna kadar eşcinselliğe psikiyatrlar hastalık olarak bakardı. Ne zaman ki eşcinseller örgütlendi ve meydan okudu, hastalık kategorisinden çıkarıldılar. Artık eşcinseller günümüzde kimi ülkelerde yönetimde, ordu komutasında.
Deli gömleğini kim giyer?
Soruya soruyla cevap vereyim: Deli gömleğini kim giydirir?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.