Başbakan'ın Şırnak dönüşü İstanbul'da Uludere faciasına atıfla bağımsız yargının bunların hesabını soracağı
nı söylemesi, Uludere faciasının aydınlanacağı, sorumlularının ortaya çıkarılacağı umudunu uyandırıyor olabilir. Ne var ki, TBMM Uludere Komisyonu'nun 15 ay araştırdıktan sonra, AKP oylarıyla olayın üzerini örten bir rapor yayımlaması; Diyarbakır savcılığının bir buçuk yıl inceledikten sonra, yetkisizlik kararı alıp dosyayı Genelkurmay askeri savcılığına devretmesi, bu umudu kesinlikle beslemiyor. Ama biz Başbakan'ın katliamdan hemen sonra sarf ettiği sözleri tekrarlamaya devam edelim: Bu facianın sorumluları Ankara'nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaz, kaybolamaz…
Peki Uludere'nin Ankara'nın karanlık dehlizlerde
dolaşmaya devam etmesi nasıl açıklanabilir? Bu konuda ileri sürülen en mantıklı teori, AKP hükümeti ile TSK komutası arasında, birbirlerinin işlerine karışmama
ilkesi üzerinde varılmış örtük bir anlaşmanın varlığı. Çok–partili düzene geçilmesinden AKP iktidarına kadar uzanan dönemde askeri vesayet altında kalan Türkiye'de, şimdilerde asker-sivil ilişkilerinin bu anlaşmaya göre yürüdüğü söylenebilir. Askerin anayasal ve yasal ayrıcalıklarının çoğunu koruduğu, ama siyasete fiilen karışmadığı bu düzen, geride kalana nazaran tercihe şayan da görülebilir. Ama asker üzerinde sivil demokratik denetimin tesisinden henüz çok uzak olduğumuz muhakkak.
Sen her şeyi hak ediyorsun duygusu ile büyütülen erkek çocuğu, sadece kendini annesine borçlu hissetmekle kalmaz, aynı zamanda ileride etrafından bunu talep eder hale gelir, oyuncağını paylaşmayan arkadaşına vurmakla başlayan bu tavır, kendisinden ayrılmak isteyen karısını-sevgilisini dövmeye- bıçaklamaya kadar gider. Sınırsız, sorgusuz sualsiz ve eleştirmeye hiç açık olmayan bir sevgi ve fedakârlık, maalesef, burnundan kıl aldırmayan, hakkını isteyene öfkelenen, kadınlarla da fedakârlık
Kızını çok seven karizmatik babalara gelince, bu da aynı madalyonun diğer yüzüdür. Ama buradaki ana duygu, annelerinkinin aksine 'korumacılık'tır. Bugün, ilkokulda sıra arkadaşı ile kavga edip ağlayan kızından dolayı okul basıp, müdür dövmeye kalkan 'süper' babalar var ortalıkta… 'Ne istiyorsa alsın, ne istiyorsa giysin, benim kızıma kimse karışamaz' cümlesinin gizli öznesi' Çünkü O'nun babası benim' dir esasında. Bu bir türlü büyüyemeyen kız çocukları, babalarının korumacılığıyla sağladıkları yalancı özgüven, herhangi bir şekilde sarsıldığında da hep, aynısı olsun, güçlü- muktedir biri gelsin ve sorunlarını çözsün diye ömür boyu bekler dururlar…
Tribünlerin yaratıcılığına Gezi de eklendiğinde sonbahar hakikaten merak uyandırıyor. Meselâ 'Bu daha başlangıç'lı sloganı siyasî emellerle söylemedim diyene neyle karşılık verilecek? Yahut 'Her yer Maksim, her yer serzeniş' diye bağrılsa… Tamam, Gezi döneminde bir duvara 'Her yer Maksim, her yer gazino' yazılmış olabilir. Ama işte 'her yer Maksim' diyorlar…
Demokrasiden konuşurken de Levi-Strauss'un anlattığı Yeni Gineliler geliyor aklıma. Düzgün işleyen bir demokrasi sahasında sandıktan çıkan takımlar var ama kimse mağlup hissetmiyor.
Arada 50 metre var. Üç bin kişilik iftarda 'huzur fotografı' çekilirken ve Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, 'farklılıkların barış ve huzur içinde yaşamasının Beyoğlu'nun normali olduğunu' söylerken, 16 Haziran'da ekmek almaya diye evden çıkıp da başından biber gazı kapsülüyle vurulan 14 yaşındaki Berkin Elvan'ın ailesinin ve onu önemseyenlerin üzerine TOMA'larla, biber gazıyla gitmek, o sahadan yenmeden ayrılmayacağım demektir. Evet, bu belki modern futboldur.
Afganlaşma
, ülkenin 1979 yılı sonunda karşılaştığı Sovyet işgalinden sonra, eroin ve silâh ticaretinden büyük gelirler elde eden aşiretler
arasında bölünmesi ve aşiret reislerinin giderek bir savaş lordu
olmasını anlatan bir kavramdır. Afganistan'da aşiret reisleri, eroin üretimi ve savaştan elde ettikleri yüksek karlardan vazgeçemedikleri için ülke, bugünkü haline gelmiştir.
Yaşanılanlar, Suriye'de bu durumun, artık merkezi hükümet tarafından kontrol edilemeyen petrol kuyularına aşiretlerin ve PKK'nın Suriye'deki uzantısı PYD'nin el koymasıyla geliştiğini göstermektedir.
2014'de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin de ne yazık ki asude bir ortamda gerçekleşmeyeceği şimdiden söylenebilir. Dolayısıyla sosyal ve politik sahalardaki gerginliğin ve tarafları kutuplaştırmaya yönelik siyasî söylemin böyle bir konjonktürel boyutu da olduğunu görmek gerekir.
Ancak şunu da görmek gerekir: Ne toplumun çoğunluğu ne de ülkeyi yöneten kadrolar isteseler bile ne demokrasiden ne de demokratikleşme adımlarından vazgeçebilirler. Çünkü toplumsal değişimin hız kesmediği, orta sınıfın giderek büyüyüp güçlendiği ve birçok alanda uluslararası ağlarla entegrasyonun vazgeçilmez sayıldığı bir ülkede demokrasiden vazgeçilemez.
Bugüne dek Wikileaks belgelerinde ismi geçen hiç bir ABD Büyükelçisi ABD yönetimi tarafından ne kınandı, ne de herhangi bir uyarı cezası ile karşılaştı, ne de görevinden oldu.
Açık yazalım, ABD RTE'nin değil, kendi büyükelçilerinin ardında durdu.
Ben o tarihte bir yazı yazarak RTE'nin acilen İsviçre Bankaları ile temasa geçip temiz kâğıdı
almasını önerdim. Nitekim benzer bir ithamla karşılaştığında Deniz Baykal böyle yapmış, 24 saat içinde İsviçre'de hiç bir bankada hesabı olmadığını yedi düvele ispatlamıştı.
RTE böyle bir girişimde bulunmadı!
RTE'nin ayrıca belgede adı geçen büyükelçilere, hatta belge karşında kılını kıpırdatmayan ABD Dış İşleri Bakanlığı'na dava açması lâzımdı.
RTE ne yaptı?
04. 12. 2010 tarihinde İsviçre'deki banka hesapları iddiaları
karşısında ne yapması gerektiğine dair çalışma yapmak üzere bir Komisyon kurdu! Başına yine adı geçen belgelerde yolsuzluk yapmakla alenen suçlanan AKP'lilerden birisi olan Abdülkadir Aksu'yu geçirdi!
Başbakan'ı töhmetten kurtarmak üzere kurulan Komisyon ise ne yaptı?
Kuruluşunun ardından bugün itibari ile 2 yıl 7 ay geçen Komisyon şu ana dek kılını kıpırdatmadı. Kamuoyuna hiç bir açıklama yapmadı. Yüce Türk Basını da konuyu takip etmeyince bir işi çözmemek istiyorsan işi komisyona havale et
sözü bir kez daha teyit edildi.
The Times'a karşı hukuki girişimde bulunmak
mı dediniz?
Önce Wikileaks'e karşı hangi hukuki girişimde bulunduğunuzu açıklayınız!
Gezi eylemleri tecrübesinin en heyecan verici yanlarından biri, devletin baskısına, şiddetine, müdahaleciliğine ve hayat tanzimciliğine isyan ettiğini söyleyen eylemcilerin, bu tecrübeden çıkardıklarını söyledikleri ders oldu…
Bu ders
e göre, özgürlük taleplerine baskıyla cevap verildiğini gören eylemciler, bir tür aydınlanma
yla, o âna kadar aldırış etmedikleri başka özgürlük taleplerine de anlayış ve sempatiyle bakmaya, hatta onları sahiplenmeye başlamışlardı.
Başkaları için gerçek bir tatmin sağlayacak bazı özgürlük taleplerini, sırf kendi hayat algımız bakımından önemli ve anlamlı bulmadığımız için sahiplenmememizin, hatta düpedüz karşı çıkmamızın yol açtığı özgürlük sorunları üzerinde çok yazı yazmış biri olarak, bu ihtimal birçok insan gibi beni de heyecanlandırdı, heyecanlandırıyor.
Çünkü inanıyorum ki, Türkiye'nin bir kültürler savaşı
cehennemine sürüklenmemesinin yegâne sigortası, bizim kültürümüz
açısından önemli ve anlamlı görünmeyen taleplere de sahip çıkmayı, çıkabilmeyi öğrenmektir.
Ve diyecektim ki, İşte Sean Penn böyle kiralık, böyle şerefsiz, böyle satılık bir adamdır!
Peki diyemiyorum mu, diyorum da yarım yamalak diyorum çünkü sağ olsun dün Hürriyet'te Ahmet Hakan benden önce davranıp benzer çizgilerde bir yazıyı kaleme almış. N'apalım, ben de Radikal adına tarihe kayıt düşsün diye benzer sularda gezindim, üstelik bir 'sinema yazarı' olarak Penn'e ilişkin bazı hatırlatmalarda bulunmak görevimdi (Küçük bir not: 2008'de Nuri Bilge 'Üç Maymun'la Cannes'da 'En iyi yönetmen' ödülüne uzanırken, 'Jüri Başkanı' Sean Penn'di).
Şöyle gelişmeler de muhtemel: Hükümetin tüm bu uyarılarından yeni vazifeler çıkarmaya çalışanlar olabilir ve başta David Lynch olmak üzere Sean Penn, Ben Kingsley. Susan Sarandon gibi isimlerin çektiği ve oynadığı 'eski' filmleri meselâ bazı TV kanalları göstermez. Ya da yeni çalışmaları gösterime girdiğinde bazı gazeteler sayfalarında yer vermez ya da verir de Bakmayın bunlara, filmlerde 'artizlik' yapıyorlar, gerçekte çok karaktersizdirler
şeklinde 'not' düşebilir. Düşebilirler mi peki, düşerler çünkü bugüne kadar yaptıkları yapacaklarının teminatıdır! Sanatçısı Necati Şaşmaz olan beni şaşırtmaz diyorum…
28 Aralık 2011 tarihli katliamda çocuklarını kaybetmiş altı aileyle Başbakan'ın bu buluşmasının 27 Temmuz 2013 günü yaşandığına inanabiliyor musunuz siz? 'O değilse emri vereni söylesin'in ötesi var. 580 gün geçmişken, samimiyet falan tartışmıyorum, bu cümleler sürreel gelmiyor mu size?
Dosyanın sivil mahkemelerde görülmesi isteği tam iki kez reddedilmemiş… 15 ay sonra 'kasıt yok' diyen Meclis altkomisyon raporu çıkmamış… Yatıp kalkıp Uludere diyorlar
diye bağrılmamış, Her kürtaj bir Uludere'dir
diye sular bulandırılmamış, muhtelif hükümet üyeleri tarafından 34 kişiden daha önemli bir süreç yaşanıyor
, Onlar figüran
gibi cümleler zikredilmemiş. Mevzu ile ilgili tüm soru önergeleri reddedilmemiş, Uludere protestoları suç sayılıp iddianamelerde 'ölü ele geçirilen 34 kişi 'denmemiş… Beşinci ayında ağızdan O yükseklikten bu Ahmet midir, Mehmet midir bilmek mümkün değil. TSK görevini samimi bir şekilde yapmıştır
çıkmamış, 'hepsi sivil 'demenin yönlendirme olduğu söylenmemiş, Kimse kaçakçılığı meşru göstermesin
resti çekilmemiş… Altıncı ayında toplanan ailelerin üzerine TOMA'lar sürülmemiş… Yargı beklerken rütbelilere madalyalar takılmamış… Uluderelilerin telefonları dinlenmemiş, soruşturma açmak için kulp aranmamış… Daha üçüncü günden 'resmi rakamın ötesinde' olduğu vurgulanarak tazminat yüzlerce kez sakız edilmemiş…
Yani ben ve benim gibiler, biz değişmedik. Onun için de, öteki cephenin söylediği gibi bir yerden kalkıp bir yere gelmedik. Değişen, Başbakan ve onu izleyen kitle. Başbakan zihniyetini değiştirmedikçe, kitlesi onu sakinleştirecek yerde gerilim avcılığı yapmasını alkışladıkça, aramızdaki mesafe de gitgide açılacak gibi görünüyor. Bu iyi bir şey değil. Bence ilk on yıl bayağı iyi geçmiş, çok önemli işler başarılmıştı. Üstelik, demokrasinin elle tutulur olmaya başladığı mıntakalara gelmemize daha hâlâ epey mesafe var. Onun için yazık oldu
diyebiliriz, ama oldu. Olduran da, demokrasi
diyenler değil.
Şimdi, o kesimde aramızdaki mesafenin büyümesi, öbür kesimle aramızdaki mesafenin küçülmesi, kısalması anlamına gelmiyor. Bunu özellikle belirtmek istiyorum.
Öbür kesim
derken, şimdiye kadar orada görünmüş veya yer almış herkesi kastetmiyorum. AKP iktidarını çok haklı nedenlerle eleştirenler var, AKP'nin demokratik potansiyeline inanmayanlar var… Koskoca toplumda ne kadar birey varsa bir o kadar nüans olur. Normal.
Kararlı
kesimi kastediyorum. Daha AKP kurulmamışken, o kararlı
ların önderleri, Ha, bakın, iktidara bunlar gelecekse, ben Kenan Evren'in yanındayım,
demeye başlamışlardı. Erbakan, Erdoğan… Onlar için önemli olan
bunlar
ın kim veya ne olması değil, haklarında oluşturulmuş irtica
halesinin, Silâhlı Kuvvetler'in bilinen yerini bir kere daha sağlamlaştırması yolunda kullanılmasıydı. Daha böyle bir iktidar
yokken, Ordu'nun bu iktidarı devirmesinin meşruiyetini sağlama çalışmaları başlamıştı.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.