Kısacası, her taşın altında, her fotograf karesinde yepyeni bir emperyal strateji, dahiyane bir master plan aramanın pek de mânâsı yok. Emperyal cephede yeni bir şey yok. Ta 1798'den, yani Fransa'nın Napolyon komutasındaki Mısır seferinden itibaren bölgede
hemen her gelişmenin ardında emperyal bir hınzırlık aramanın meşru bir temeli var elbette, ancak modern tarihte her gerçek yenilik, yani egemenlerin tarihindeki her kırılma, aslında ancak aşağıdakilerin harekete geçtiği, yıldızın parladığı istisnaî anlarda aranmalıdır. Gerisi biraz (belki de fazlasıyla) bildik bir hikâyedir, bu filmi
mutlaka, hem de birkaç defa, görmüşüzdür.
1960'larda, 70'lerde CHP'nin oy deposu olan İstanbul gecekondularının 90'lardan sonra Milli Görüş partilerine yönelmesinin ve bu sosyal kesimde yaşanan İslâmlaşma
sürecinin mantıklı bir açıklamasını arayanlar sosyolojinin imkânlarına başvurmak durumundalar.
Ben işte bu yüzden sosyolojik İslâmcılık
diye bir şeyden söz ediyorum. Burada öncelikle merkezin tahakkümüne çevrenin başkaldırısı var. Paylaşım kavgası var. Kültür çatışmasının doğurduğu kimlik ihtiyacı var. Yani bir kimliğe sığınarak kültür çatışmasının üstesinden gelme ihtiyacı var.
İslâmcılığın sacayağı durumundaki üç hedeften bahsetmiştik. Bugün İslâmcı
adlandırmasına muhatap olan kesimlerde öze dönüş
fikrinin izi var mı? Yok, çünkü birincisi toplumsal İslâmlaşma cereyanını ortaya çıkaran faktör zihinsel bir arayış değil. İkincisi benim Popüler İslâmcılık
diye tabir ettiğim geleneğin temsilcileri olan medrese ve tarikat mensupları ve onların günümüzdeki varisleri öze dönüş fikrine oldukça soğuk yaklaştıkları için din anlayışını daha ziyade bu geleneğin şekillendirdiği kesimden bunu beklemek doğru değil. Aynı şey İslâmcılığın diğer iki sütunu için de geçerli. İslâm Birliği konusu günümüzde sadece siyasallaşmış İslâmi gruplar için önemlidir; diğerleri için pek önemi yoktur. Demokrat tutum da toplumumuzun olmazsa olmazı değildir.
Büyük Kürdistan ideali yaşamıyor mu peki Kürtlerde?
Aslında bu konuda da Türkiye 'de bir bilinç çarpıtması yaşanıyor. Sevr zamanında Kürtler isteseydiler, siyasal olarak bu pozisyonda olsaydılar, büyük Kürdistan kurma hevesi ve hayali içerisinde olsaydılar, bunun siyasal programına sahip olsalar, belki de kurabilirlerdi. Ama Kürtler hiç böyle yaşamadılar. Tarih boyunca küçük küçük bazı otoriteler, devlete benzer bazı organizasyonlar kurdular ama devletle fazla tanışmadılar. Kürdistan atamdan, aşiretimden kalmış, üzerinde yaşadığım, karnımı doyuran, havasını soluduğum bir coğrafyadır, vatandır; bir devlet değil. Ama bize hep bir devlet olarak empoze ediliyor ve karşılığında bölünme senaryoları konuşuluyor. Bir de dünya genelinde ulus-devletlerin artık rolü giderek azalıyor, giderek bir organizasyona dönüşüyor devlet aygıtı. Siyasallaşan, bilinçlenen, demokrasiyle tanışan her Kürt de 'İnsanların hayatına bu kadar hükmeden, baskı kuran devlet hayırlı bir şey değil. Devleti olanlar ne hayrını gördü ki' diye sorguluyor. Onun için Kürt Sorunu'nu devlet sorunu ile özdeşleştirmek hem doğru değil, hem de gelecek perspektifti olmayan bir şey. Kürt Sorunu bir devlet değil; bir hak ve özgürlükler sorunudur.
Erdoğan Rusya Devlet Başkanı Putin'e bir latife
yapmış.
Gelin bizi Şanghay Beşlisi'ne alın biz de AB'den vazgeçelim
demiş.
Başbakan'ın latifesine
konu olan birliğin
üyelerinin hepsi diktatörlükle
yönetiliyor, demokrasiyle
yönetilen Avrupa Birliği'nden çıkıp diktatörler
birliğine katılma şakası
nasıl bir zihinden neşet ediyor siz karar verin.
28 Şubat'ın generalleri de bu tür yeni ittifaklara
çok hevesliydiler.
Çevik Bir de, Avrupa Birliği'ne karşı Şanghay Beşlisi'ni düşünmemiz gerektiğini
söylemişti.
O da sıkılıyordu çünkü Avrupa Birliği'nin demokrasi
diye tutturmasından.
O dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç da, İran ve Rusya
ile ittifak kurup Avrupa Birliği'nden ayrılmamızı önermişti.
Başbakan Erdoğan geldi geldi, 28 Şubat'ın vesayetçi generallerinin çizgisine vardı.
O generaller dünyanın farkında değillerdi, anlaşılan aşırı güven
Erdoğan'ı da iyice körleştirdi, böylelatifeler yapamayacak bir ülkenin başbakanı olduğunu unuttu.
Bugün dünyanın en büyük gerilim hatlarından
biri Batı ile Şanghay Beşlisi arasındaki amansız çekişmedir.
Türkiye gibi bir ülke saf değiştirdiğinde, bunu aklından geçirdiğinde, bunun latifesini
yaptığında dünyanın bütün başkentlerinde Türkiye ile ilgili planlar bir daha gözden geçirilir.
Böyle bir hamle dünyanın bütün dengelerini altüst eder çünkü.
O dengelerin bozulmaması için neler yapılabileceğini, Türkiye'nin başına neler gelebileceğini bir düşünün.
AKP'nin toparlayıcı ve sürükleyici olduğu bu hareket, bazılarının sandığı üzere eski merkezin yerine geçerek yeni bir Kemalizm oluşturmuyor. AKP topluma sürekli olarak kendi değerlerini kabul ettirmek isteyecek, ama toplumun 'evet'demediği hiç bir şeyi de zorlamayacak olan bir parti. Çünkü meşruiyeti aldığı oydan geliyor, yani demokrasiye bağımlılığının farkında… Karşımızda otoriterliği değil ataerkilliği merkeze alan ve bununla özgürlükçü yaklaşımları pragmatizm içinde bütünleştirmeye çalışan bir hareket var. Dolayısıyla AKP eski merkezin üzerine oturmaktansa, çevrenin getirdiği yeni güç ve meşruiyet sayesinde eski merkezin dışında yeni bir merkez oluşturuyor. Böylece aynı anda hem eski merkezin hızla daralmasına hem de eski usuller çerçevesinde denetlenmesi çok güç yeni bir merkezin doğmasına tanık oluyoruz. Üstelik bu yeni merkez kendisini içe kapatan, tekelci bir karakter arz etmektense giderek genişlemeyi de hedefliyor, çünkü bunun toplumsal desteği artıracağını biliyor.
İslâmcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; birey, sekülerlik ve ulus devlet
parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslâmcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır.
Bununla bağlantılı olarak Kur'an ve Sünnet'e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle cihad
neredeyse terör
addedilip unutturuldu.
Olan
şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için iktidar için iktidar
ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslâmcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlâkî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular.
Tarihçi değilim. Bu nedenle maddî delillere dayanan bir iddiada bulunamam. Ancak bir vatandaş olarak bazı sorular sormaya ve tarihçilerden cevap beklemeye hakkım olduğunu düşünüyorum.
1- Bazı tarihçiler Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçişinin padişahın talebi olduğunu ve işgalci İngiltere'nin onu taşıyan vapura göz yumduklarını söylüyor. Bu iddia doğruysa ne anlama geliyor?
2- Anadolu'da, rütbesi kendisinden yüksek olanlar da dahil, tüm askerler, devlet tarafından eskiden tayin edilmiş tüm bürokratlar ve halk Mustafa Kemal'i desteklediler ve onun emirlerine itaat ettiler. O dönemde medya bu kadar geniş kitlelere ulaşamadığı için bu kişilerin Mustafa Kemal'i tanıdıkları söylenemez. Buradan çıkacak tek sonuç Mustafa Kemal'in bir devlet görevlisi olduğuna inanmaları ve devlete olan sadakatleri nedeniyle bir devlet görevlisi saydıkları Mustafa Kemal'e itaat etmiş olmalarıdır. Bu Mustafa Kemal'i bugün düşündüğümüzden daha geriye değil çok daha ileriye götürür. Devletine sadık ve onun emrettiği tehlikeli görevi üstlenen bir kişi tek başına bir devlet kurmuş birisi gibi tartışmalı bir kişi olmaktan daha iyidir. Onun görevi devletinin karşı tarafla müzakeresi ile belirlenen bir devleti yaşama geçirmektir. Karşı taraf neden Sevr'den vazgeçmiştir? Bunu askeri gücümüzün etkisi sonucu olarak göremeyiz. Karşımızda savaşta bizi yenen güçler vardır. O alternatifin stratejik açıdan daha riskli olduğunu görmüş olabilirler. Böyle bir durumda bu topraklarda yaşayanların sürekli olarak onlara karşı çıkacağını görmüş olmalılar.
3- Stratejik açıdan çok önemli olan Boğazları ve İstanbul gibi hem doğal güzellikler hem de tarih açısından vazgeçilmesi zor bir yeri bize neden verdiler? Bu sorunun cevabı şu olabilir. Başka bir güç, hatta kendileri bile bu yerleri koruyamazlar ve Rusların bu bölgeyi ele geçirmesini önleyemezler. Burası ancak kurulacak Türkiye tarafından korunabilir diye düşünüp, karşılarında bir kayık bile olmadığı halde donanmalarını bölgeden çekmişlerdir.
Tarihin hangi noktasında, dünyanın neresinde isyan edenler kusursuz bir yoldan gittiler, isyan ettiklerinin önüne dört dörtlük toplum tasarımları sundular, karşılarındakileri böylece ikna edip evlerine döndüler? İnsanların isyanlarını, gelecek hayallerini kolayca mahkûm edip, kusurlu mal gibi tarihin çöplüğüne atmaya kalksaydık, tarih kokuşmuş bir iktidar manzumesi olmaz mıydı?
Gerçekten anlamak isteyenlerin artık körlüğe, sağırlığa, dilsizliğe sığınma şansı yok, her şey apaçık ortada. Dahası, bu fazla açıkgözlü körlük, uyanık sağırlık, geveze dilsizlik gittikçe daha fazla çirkinleşiyor. Her şey apaçık ortada; Kürtler her şeyden önce, her şeyden çok, bir 'haysiyet' mücadelesi verdiklerinin farkına varmamızı istiyor. Gerisi, inanın teferruat! Nasıl fark etmeyiz? Biz bu işin bir haysiyet mücadelesine döndüğünü görmezden geldikçe, haysiyetlerini zedeleyenlerin saflarına yazılıyoruz. Nasıl fark etmiyoruz? O saflardan söylediğimiz her şey daha da haysiyet kırıcı oluyor!
Kaçtığınız gerçeğin sorusunu da sormazsınız… Günay, işte bunu yaparak bugün durduğu yerin dilini konuşmakta zorlanıyor. Anlam arayışını ve meşruiyet ihtiyacını gittiği yerde değil, terk ettiği yerde arıyor!
İnsan olmaya dair sorulardan kaçarsanız, hayat ve etik ancak çelişerek çıkar karşınıza.
Ne için varız
meselâ? Ya da insan olduğu
şey midir, yoksa yaptığı
şey mi? Ahlak, zihnimizdeki bir tasavvurdan mı ibarettir, yoksa hayatî bir pratikten mi?
Kaçındığınız gerçeklerin sorularını sormazsanız, kendi haklılığınıza akıl dışı bir inançla savrulursunuz. Ertuğrul Günay'ın, bir siyasî göçebe, bir siyasî haymatlos olarak hikâyesi bunu da söylüyor bize. Ve aşırı bir yaşama içgüdüsünün, nihayet ölüme programlanmış şahane bir serüveni nasıl berbat ettiğini…
Ne yazık ki, İdris Naim Şahin mizah dergilerinin kapağındaki bir karikatür değil, elinde ölümcül bir güç tutan bir gerçek şahsiyet, o Tayyip Erdoğan 'ın alter-egosudur ya da öyle olduğu için bir karikatürdür: Daha kurulmadan çökmeye başlayan bir post-modern sultanlık hevesinin iş başında tuttuğu altı kaval üstü şişhane zaptiye amiri!
Roboski katliamında hayatlarını kaybedenlerin battaniyelere sarılarak karlar üzerine uzatılmış cansız bedenlerinin fotografları, Tayyip Erdoğan diktatörlüğünün meşruiyetinin cam gibi kırılganlaştığının suretiydi. Erdoğan, o cansız bedenlerden yansıyan kendi suretini gördükçe kurumsal muhakeme gücünü yitirmeye başladı; o günden beri saklanamaz bir biçimde yalpalamaya, saldırganlaşmaya ve iktidarının çökmekte olduğu vehmiyle içine kapanmaya daha çok yüz tuttu.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.