İki kutuplu dünyada, gerilimi belirleyenin iki kutup arasındaki ideoloji farkı olduğu varsayılıyordu. Bu gerilim Berlin duvarının yıkılışı ve iki kutuplu dünyanın bir kutbunun çökmesiyle başka bir yere evrildi: Artık gerilimin kimliğe ilişkin farklılıklardan kaynaklandığı
ileri sürülüyordu.
Derken, herkesin ötekine kendi kimliğini haykırdığı ve düşmanlarını şeytanlaştırdığı bir dünyamız oldu. Demokrasi, aidiyetlerin iyice şiddetlendiği, kendisini eline silâh da alarak savunur hale gelen kimlik hesaplaşmalarının ismi oldu.
ABD, gün geldi zaferinin bedelini 11 Eylül'le ödedi; ya da zaferini mutlaklaştırmak, kendisinin kurguladığı bir planı hayata geçirmek için yaptığı bir ön ödeme idi bu. Zaferlerinin sonuçlarını daha iyi bir dünya fikrine doğru geliştirmeyen egemenler için tek çıkış yolu, sürekli savaşta olmak
ve sürdürülebilir savaş alanlarını genişletmek
tir çünkü.
Dahası, bu artık, kısmi zaferleriyle elde ettikleri kısmi iktidarlarını sürdürmek isteyen irili ufaklı lokal iktidar ve güç odaklarına da aşılanmış bir yol haritası. Oysa bu düzenekte barış
hep daha hızlı koşar. Koşarak uzaklaşır.
Küresel egemenlerin dünyayı getirdikleri noktadan, yerel otoritelerin de çıkarması gereken dersler var.
Gazeteci sanatçı ruhludur. Ustaları, efsaneleri, ilkeleri, mertlik öyküleri vardır. Belki de sahip olduğundan fazla önem atfeder kendine. Zanneder ki iki cümlesiyle hayatlar kurtulacak. Her gazeteci kendisinin kahramanıdır. Bunun için doğru bildiğini yazması, korkmaması, meslek onuruyla yaşaması yeter. İyi bir iş yapıp da bir sigara yaktığında bile o gururu görürsünüz.
Gerçek gazeteci bu güvenle, omzunun arkasındaki iyilik meleği gibi gördüğü toplumsal adalet idealiyle şımarır da biraz. Ve gücün, iktidarın karşısında biraz şımarık olmak iyidir.
Ama bugün hepsi tokat yiyor durmadan. Dünyada en çok gazeteci hapseden, basın özgürlüğünde demokrasiler arasında en alt sıradaki ülkeyiz. İktidarın seçim zaferi bunu haklı gösterecek, unutturabilecek bir şey değil. Dışardakiler de diken üstünde.
Yanlış yapan herkese evine git
diyen bir mesleğin içindeyiz, Ertuğrul da yıllardır bu mesleğin içinde. Böyle samimiyet göstererek, işlediği gazetecilik suçunu herkesin duyabileceği şekilde itiraf ettiğine göre onun da eve gitmesi gerekir. Suç gazetecilik suçudur, bu suçu işleyenin mesleğe devam etme hakkı yoktur. Ertuğrul Özkök de gereğini yerine getirerek, bir dönemin hastalıklı gazetecilik anlayışının tümüyle gömülmesine büyük katkıda bulunacaktır.
Ertuğrul Özkök'e gazetecilik adına teşekkür ederken bir noktayı daha hatırlatmak gerekiyor. Hrant Dink cinayetinden sonra, cinayetin milliyetçi arkadaş grubu
nun icraatı olduğunu ve bu gençlerle empati
kurulması gerektiğini yazmıştı.
O yazı da okurları ağır şekilde yanılttığı için gazetecilik suçu kapsamındadır. Dink cinayetinin son derece örgütlü bir siyasî cinayet olduğu ortaya çıkmıştır. Ertuğrul İstanbul'a döndüğünde Hrant'ın mezarına da uğrar, ondan da özür dilerse giderayak, empati
olmasa da sempati
toplayabilir…
Gazeteciliğin ne olmadığının, gazetecilik suçlarının toplumda yarattığı tahribatın göz önüne serilmesi ve insanın niteliğini yükselten mesleklerin başında gelen gazeteciliğin tekrar bu asli niteliğini kazanabilmesi için tartışmaya, uğraşmaya devam etmeliyiz.
Günümüzde bölgede hakim güç sahipleri, PKK liderleri 30 yılda biriktirdikleri gücün hukukileşmesi için uzun sayılabilecek bir süreye, 4-5 yıla, ihtiyaçları olduğunu bilmektedirler. Bu nedenle fiili liderler, hukuken kabul görecekleri zamana kadar unutulmadan, hakimiyetlerini koruyacakları bir yol aramakta, geçecek sürede, seçilmiş veya seçilecek meclislere fiilen hakim olmak istemektedirler (Radikal, 30 Mayıs).
Bazılarının binlerce kişinin ölümünden sorumlu tuttuğu, uzun bir mücadeleyi yönetmiş; çözümle birlikte belki cezası azaltılmış, belki yurt dışında oturmak zorunda kalmış veya şimdi aklımıza gelmeyen bir yolla siyaset dışında bırakılmış, ancak halk önderi
özelliğini yitirmemiş insanlar bir kenarda nasıl oturacaklardı?
Siyaset adamlarımız bu sorular üzerinde alıştırmalara başlamalıdırlar!
Hep endişe ile siyaset yapılamaz
Devletin nefesini ensemizde hissetmediğimiz bir anayasanın ana hatları ne olabilir?
Birincisi: 66. maddede vatandaşlık tanımındaki etnik vurgu kalkmalı. Ben bu konudaki düzenlemelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen
3. maddeyi de yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum.
İkincisi: Anayasa'da hak ve ödevlerin arasındaki bağın kırılması gerekiyor. Örneğin 12. madde. Temel haklar, ödevler ile bağlı olmaz. Zaten o zaman onlar temel hak olmazlar. İnsanlar zanlı da olsa, sanık da olsa, mahkûm da olsa ve ödevlerini yapmamış bile olsalar hakları vardır.
Haklar, ödevlerini yapanlara mahsus değildir. Özetle, hak temelli bir anayasa ana hatlardan biri olmalı.
Üçüncüsü: Türkiye'de dini devletin içinden çıkaralım derken devlet fazlasıyla dinin içine sokulmuştur. Bunun değişmesi gerekir. Örneğin, zorunlu din dersleri olmamalıdır.
Çok ilginçtir. Yan yana durması tarihsel sürecin mantığı açısından daha beklenilir olan iki siyasî akıntı karşı karşıya geldiler. AK Parti ve Kürt özgürlük hareketinin karşı karşıya gelmesi Türkiye'ye hem çok zaman kaybettirdi hem bedel ödetti.
Yine ilginçtir ki, bugün eğer askerî-bürokratik vesayet rejimi çözülüyorsa bunun iki baş aktörü, birbirine karşı yürüdükleri halde AK Parti ve Kürt özgürlük hareketidir.
Bu büyük paradoksun, elbette sayıp dökersek pek çok anlaşılabilir nedenleri var. Ama çözümü de yakından ilgilendiren bir tanesine önem veriyorum. Her iki taraf da diğerine ideolojik baktı ve yok olabileceğini, geçici olduğunu düşündü. Yukarıda değindiğim sosyolojik, tarihsel bakış ile durumu görselerdi farklı bir gelişme olabilirdi.
12 Haziran seçimlerinin ortaya koyduğu en önemli çıplak gerçek ise iki iddiayı da çürütmüş olmasıdır. Yani AK Parti'siz çözüm
ve BDP'siz çözüm
. Aksine bu seçimin iki büyük galibi bu iki parti oldu.
Seçimlerden sonra yeni Türkiye ancak bu büyük paradoksun çözülebilmesiyle yaratılabilir. Yani AK Parti ve BDP'nin yakınlaşmasıyla. Her iki taraf da galibiyetin sarhoşluğuyla değil de alçakgönüllü bilgeliğiyle bakabilirlerse bu yakınlaşma ahayal değildir. Ve bu gerçekleştiğinde ise Türkiye demokratik köklü değişim enerjisini yeniden yakalayacak ve kanatlanacaktır.
Meselâ SIPRI'nin araştırmasına göre, silâh sektörü ağır mali krizin yaşandığı 2009 yılında da kâr etmeyi sürdürdü… Dünyanın en büyük 100 silâh üreticisinin ciroları yüzde 8 artarak 401 milyar dolara çıktı… 2002 yılından bu yana silâh sektörünün en büyük 100 firmasının cirolarında toplam yüzde 59'luk bir artış kaydedildi.
Meselâ BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Dünya Sosyal Adalet Günü
dolayısıyla 20 Şubat 2011 tarihinde yayımladığı mesajda, dünya nüfusunun yüzde 80'inin sosyal güvenlikten yoksun olduğunu açıkladı.
Herkes İçin CHP(!)
Kadın erkek eşitliğine inanmadığını açık açık söyleyen, polis tarafından darp edilen bir kadın emekçinin mahremini diline dolayan, Hopa'da öldürülen bir emekçi için Adını bilmiyorum, üzerinde de durmuyorum
diyebilen, öğrenci eylemi sırasında karnındaki bebeği öldürülen öğrenci için Polis görevini yapıyor!
diyebilen, kendisine muhalefet eden halka eşkiya
diyen, her gittiği yerde adeta olağanüstü hal ilân eden, keyfi gözaltılarla insanları bezdiren, şehirleri biber gazına boğan, artık can almaya da başlayan, karakolda işkence eden ve bunun üzerini örten bir başbakanı var Türkiye'nin. Bunlar eskiden de olurdu ama başbakanlar sahte de olsa özür diler ve savunamazdı. Ama artık faşizm açık açık savunuluyor. Hatta bunu hâlâ demokratikleşme olarak gören liberal medya bülbülleri de var.
Toplum aralarında uzlaşmaz karşıtlıklar bulunan sınıflara bölünmüştür. Bu bölünmüşlük içinde herkesi temsil etmek ya da herkesi memnun etmek olanaksızdır. Çok iyi biliriz ki birlikçi, toptancı, herkesi kapsadığını iddia edenler aslında ezenlerin, sömürenlerin çıkarlarının sürdürücüsüdürler.
CHP bulduğu sloganla bile ne olduğunu belli ediyor. Diğerlerinden hiç farkı yok. Burjuva partisi! Solla hiç ilgisi olmayan bir parti.
Çadırziyaretine 5 yıla kadar hapis
Adana'da Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) açtığı Demokratik Çözüm Çadırı'nda, anadilde sağlık hakkına değinerek,
Organ bağışı günah mı?
ve Yeşilkartlıların akıbeti ne olacak?
gibi soruları yanıtlayan Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu ile Dr. Ömer Ekşi'ye PKK propagandası yaptıkları
suçlamasıyla beş yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.
Roj TV'yi izleyen Terörle Mücadele polisi 1 dakika 19 saniyelik bülteni kaydedip savcılığa gitti. Kayıtta doktorların konuşmaları değil, yalnızca haberi seslendirenin anlatımları vardı. İki doktor, 25 Nisan'da kelepçelenip savcılığa çıkarıldı ve tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Hacı'nın Müslüman kimliği aydın solcularımız nezdinde hep emekçi yanından daha önde tutuldu.
İşçi dediğin solcu olmalıydı. Aydınlanmaya açık olmalıydı. Tüm gerici ideolojilerden soyutlanmış olmalıydı.
Böyle olmayanlar da önce rehabilite edilmeli ondan sonra saflara katılmalıydı. Kandırılmış olanlar önce solcularca irşad edilmeli ondan sonra kabul edilmeliydi.
Oysa milletin diniyle, inancıyla uğraşmak Kemalistlerin işiydi, sosyalistlerin hele hele marksistlerin olmamalıydı.
Müslümanlara karşı bu düşmanca tutumu aydın solcularımız İran'da sosyalistlerin başına gelenlerle temellendirdiler. İslâmî bir rejimle mücadelenin yerine müslümanlarla mücadele etmeyi koydular.
Böyle böyle sosyalizm mücadelesinin emekçilerle ilgisi en aza indi. Sosyalizme ait eşitlik, özgürlük gibi değerlerin burjuvazinin elinde içeriklerinden soyutlanmasını kayıtsızca izledik.
Böylece adım adım Hacı'lardan uzaklaştık.
Eğitimin amacı arenayı sorgulamayan, kafesin içindeki rakibiyle kavga ederek biraz daha avantajlı bir noktaya ulaşmak isteyen gladyatörler yetiştirmektir. İş bulmak, işe girmek, meslek edinmek için eğitmektir. Birey ekmek kavgasından başka bir şey düşünmemelidir. Onur, özgürlük, eşitlik ve adalet kelimelerini kendisi ile efendiler arasında da geçerli olduğuna ayılmamalı, bu kavramları kavga ettiği kardeşleriyle aralarında ki ilişkilerde harcamalıdır.
Savunmalarımız hazır, avukatlarımızla girdik salona. Günay öyle yakışıklı, öyle güzel göründü ki gözüme. Sarıldım. Öptüm yanaklarını. Sonra hele bir de yanına oturabilince, el ele başlayınca oturum içim kıpır kıpır oldu. Mahkeme başkanı kimlik tespiti ve müdafii avukatların kaydından sonra iddia makamına dönünce bir aksaklık olduğunu anladım. Savcı suratında karşısındaki kalabalığı gafil avlamış olmanın verdiği bir yüz ifadesi ile mahkemenin duruşmayı görmemesini, davanın ana Devrimci Karargâh davası ile birleştirilmesini istedi.
O andan sonra bir kez daha kendimi bir tiyatro sahnesinin ortasında buldum. Avukatlar itiraz ediyor, arkadaşlarım itiraz ediyor, hakim ise sadece bakıyordu. Boş, anlamayan ve anlamak istemeyen, zaten vermiş olduğu kararı bir an önce yaşama geçirme telâşında. Önce 15 dakika, sonra 1 saat ve sonunda 1.5 saatte karar kıldığı arayı verince anladık hepimiz bu işte bir bit yeniği olduğunu.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.