İnsanlık tarihi sadece bir kesimin yürüyüşü, sadece bir topluluğun hikâyesi değildir. Medeniyetler tarihi, savaşların, çatışmaların, asimilasyonun değil, farklılıkların, zenginliklerin, etkileşimin tarihidir. Dünyanın kendi çıkarlarından ibaret olduğunu sananlar, çağımızın dinamik ruhunu doğru okuyamazlar. Bazıları tarihe, siyasete ve dünya olaylarına hâlâ benmerkezci
bir zaviyeden bakıyor, farklılıkları dışlıyor, doğrunun sadece kendi tekelinde olduğu iddia ediyorlar. O yüzden kendisi dışındaki toplum ve kültürleri hafife alıyor, onları geri',
gelişmemiş'ya da
gelişmekte olan'gibi sıfatlarla tanımlıyorlar.
Eğer cemaatler kendi asli mali kaynaklarıyla yetinip toplumu sosyal ve ahlâkî bakımdan güçlendirme faaliyetlerini sürdürselerdi ve bunun için de sivil ve özerk varlıklarını koruyabilselerdi, devleti daha adil yönde dönüştüreceklerdi. Toplum bu sayede ahlâkî ve sosyal bakımdan takviye edilir, demokratikleşerek özgürleşir ve hudutları aşmadan zenginleşebilirdi. Bu yolu seçmedikleri için, devlet kendisi ne kadar demokratikleşmeye karar verirse, cemaatler ve tarikatlar da arkasından o kadarcık demokrasiyle yetinmek zorunda kalacaklar.
1970'lerden başlamak üzere 30 senelik yorucu bir bir çabanın sonunda, İslâmî ilimlerden sosyal bilimlere, siyastin yeniden tanziminden uluslar arası ilişkiler alanındaki düzenin değişip daha adil, özgürlükçü ve yüksek ahlâkî erdemlere dayalı bir dünya düzeninin kuruluşuna kadar, bize yeni düşünceler, bilimsel araştırma ve entellektüel ufuklar çizebilme kabiliyetine sahip yüzlerce entellektüel yetişme, ürün verme aşamasına gelmişti. Bunlar üniversitelerde veya özerk sivil alanlarda bilgi ve düşünce faaliyetleri göstereceklerken ve bu sayede toplumsal bir zihniyet değişikliği sağlayacakları beklentisi doğmuşken, yüzlerce potansiyel entellektüel ve bilim adamı AK Parti'nin iktidara gelmesiyle bir anda bürokrasiye transfer edildiler, bir tür devlet uzmanı ve ideolog
u haline getirildiler. Belli bir takım vakıf ve mecraların bunda oynadıkları rol önemliydi. Bu vakıflar ve mecralar çok daha öncesinden çizilen plan ve programlar çerçevesinde ve büyük mali finansmanlar desteğinde cazibe merkezleri haline getirildi, AK Parti iktidara gelir gelmez, buralara toplanan genç akademisyenler, potansiyel enetelktüel ve uzmanlar sistemli bir biçimde devletin çeşitli kademelerine yerleştirildi. Bunlar da hazır kıta
bekliyormuş gibi kendilerine gösterilen makamlara ve görevlere iştahla atıldılar. Hiçbiri güçlü İslâm geleneğinin Sultanın sarayından, zenginin sofrasından uzak durun
öğüdüne kulak asmadı.
Yunanistan, dünyanın en büyük üçüncü silâh alıcısı. Türkiye'yse 10. sırada. İsveç Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün (SIPRI) verilerine göre, 2005-2009'da askerî silâh ithalâtına, 1990'a endeksli fiyatlarla, Türkiye 3,264, Yunanistan'sa 4,615 milyar dolar harcadı. Yunanistan'ın 14 milyar avroluk yıllık silâh bütçesi var. Almanya, bu iki ülkeye son beş yılda silâh satan ülkeler sırasında birinci. İşte Yunanistan'daki ayaklanmalar için bir ipucu daha. Silah tüccarları ve silâh tüccarı ülkeler, Yunanistan'ın barışçı ve silâha daha az bütçe ayıran bir politik hat izlemesine nasıl bakarlar acaba?
Basında iktidarın politikalarına destek veren kalem sahipleri yandaş
etiketiyle aşağılanmayı göze almak zorundadırlar. Bunlara Benim sizinkinden farklı bir siyasî görüşüm olamaz mı
diye itiraz etmeniz veya kabadayılık yapıp Ne olmuş, evet yandaşım
demeniz kâr etmez. Çünkü bunların dilinde yandaş lafı taraftar anlamına gelmez. Avanta karşılığında kalemini satmış adamdır yandaş. Konuştuğu, yazdığı şeyler kendi samimi fikirleri değildir. İktidarın hoşuna giden lâflar ederek maddî menfaat temin eder. Belki de birileri bunlara Al aslanım şu parayı, bugün Kemal Kılıçdaroğlu'nu eleştir
diyerek günlük ödeme yapmaktadırlar.
CHP'li olmayan aydınlara reva görülen ve yaptıklarının cezası olarak
üzerlerine yerleştirilmeye çalışılan imaj budur. Çünkü CHP'li olmamanın bir bedeli vardır bu ülkede.
Çünkü bu düzen CHP düzenidir.
Madencinin kaderi bu
sözünün sahibine çocukluğunda bu sorular çok sorulmuştur ve o da bu ezberi çok tekrarlamıştır. Yetiştiği dinî iklim onu böyle ele verince kömür ocaklarındaki hazin ölümler madencinin kaderi oluyor.
Vicdanı donmadıysa sözünün anlamı ürkütür
adamı.
Aksi halde açıklayamadığınız veya sorumluluğundan kaçmak istediğiniz şeye kader der geçersiniz.
Peki, o zaman, iktidarda olmanın kaderinde de iktidar zenginleri yaratmak var.
Belediyeci olmanın kaderinde ihalelerden yüzde almak var.
Üçüncü köprü yapmanın kaderinde güzergâhtan arsa kapatma yarışı var.
İktidarın kaderinde oğluna gemicik almak, damadını medya patronu yapmak var.
Banka hesabına servet yığmak var.
Öyle mi?
Muktedirler hep buradan yıkılmadı mı?
Ne kadar ilginç, muktedir
ile kader
aynı kökten; neyin kader
olduğunu tayin eden demek, iktidar
da tayin edici erk/güç…
İnsanların kaderini tayin edici olmaya başladığınız an muktedir
oluyorsunuz.
'Muktedir olmakla birlikte yıkılışınız da mukadder
oluyor.
Marx hayatında Ben
demişti. Ama bizler Marksist
değilimMarksist
iz. Onun için, bir yandan habire usta
yı yorumlarız ama hiç bir zaman doğru yorumladığımızdan emin olamayız. Biri kalkıp O öyle değil, böyle yorumlanmalıdır
dediğinde ne olacak. Ben ne kadar otoriteysem, o da o kadar otorite ve bunun tersi. Asıl otorite ise bu konuda bir şey söylememiş: Bu, budur
dememiş. Gerçeklik ve benim yaptığım teşhis ve Usta'nın dediği
diye devam eden bir formülle yaşıyorsak, dünyada değişim de hiç durmadığına göre, her geçen gün Usta'nın görmediği, bilmediği, dolayısıyla hakkında bir şey söyleyemeyeceği bir dünyaya, hayat biçimine giriyoruz demektir. Buna karşılık, en çok güvendiğimiz analitik araçlar, Usta'nın vaktiyle söylemiş oldukları. Hayat ne kadar değişmiş olursa olsun, Usta'nın söyledikleri bu şimdiki durumu da bir yerinden açıklıyordur: Bu arada Gramsci diye biri çıkmış, Laclan veya Berlinguer diye birileri çıkmış, bir şeyler söylemiş, kulağasma!
Bir bomba atarsın, siyasî eylem olur.
Yarım yüzyıl öncesinin nüfusu az Türkiye'sinde, özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde okumak
seyretmek'le yer değiştirmemiş. İyi kötü okuyan bir Türkiye söz konusu. O yüzden o tumturaklı tanıtım cümleleri. Meselâ Scherk'inkiler; hanımlar okuyacak, losyonun edebî (!) anlatımından tat alacak, sonra da eczaneye, ıtriyatçıya koşup Scherk satın alacaklar!
Ne uzun Arpège, ne uzun Tokalon, ne uzun Lüks sabunu ilânları öyle! Kısacık, çarpıcı, vurucu başlıklar değil; tam tersine, âdeta, roman sayfasını çağrıştıran, bol tasvirli, bol sözcüklü ifadeler.
Küresel sermaye siyasal açıdan etkin olduğu dönemde AB'nin ve Çin'in yeni güç odağı olmasını, buna karşılık Rusya'nın etkinliğini kaybetmesini, ABD'nin bu güçler arasında yer almasını planlıyordu. Nitekim önümüzdeki on yıl içinde Çin'in ekonomik ve askeri açıdan ABD ile boy ölçüşebilecek düzeye varacağı söyleniyordu. Bu stratejiye karşı ABD ve Rusya kendi stratejilerini geliştirdi. Bu yeni yapılanmanın arkasındaki küresel sermaye gücü tasfiye edilirse hem AB hem de Çin ikinci plana itilecekti. Yaşanan iktisadi kriz, bana göre planlanmış bir gelişmeydi, küresel sermayeyi etkisiz hale getirdi. Şu anda bu krizin Avrupa'daki etkileri henüz başlangıç safhasında ve en güçlü ekonomiye sahip olanların bile çok büyük dış borçları varken bunu aşmaları kolay görünmüyor. Artık AB ülkelerinin bireysel politikalar izlemesi beklenmelidir.
Arapların en azından bugün için kendi Atatürklerini
aradıklarını veya beklediklerini düşünmek de Kemalist avuntusundan başka bir şey değil. Arap dünyasında Türkiye modeline ilginin ortaya çıkışı politik tecrübemizin Müslüman demokrasi
diye adlandırılmaya başlamasından sonradır. Demek ki AK Parti iktidara gelinceye kadar Arap dünyasında Türkiye'nin laik demokrasisi
çok fazla heyecan uyandırmadı.
Özelikle de Tezkere oylaması bu konuda milat
oluşturdu. Böylece Arap dünyası demokrasinin batı güdümüne girmek demek olmadığına ve Müslüman kimliğinden taviz vermeksizin de gerçekleşebileceğine kani oldu. Arap dünyasının bugünkü demokratik özlemleri ve arayışları çerçevesinde Türkiye'nin rol modeli
alınmasının özü budur.
Açık konuşalım: Araplar ne yazık ki kendi Atatürklerini
değil, kendi Erdoğanlarını
arıyorlar. Çünkü zaten kendi Atatürkleri var.
Bence bu tuzağın arkasında AKP'yi iktidardan düşürmek veya zayıflatmak isteyen ve muhtemelen Türk ajanlarla çalışan bir dış ülkenin istihbaratı var. Erdoğan Batı ve İsrail için iyi bir haber değildir. Erdoğan'dan önce Türkiye her konuda Batı'nın politikalarını izleyenuysal bir uydu idi. Erdoğan, İslâmî eğilimli bağımsız bir politika izleyerek Batı'nın ve İsrail'in stratejik ve ekonomik çıkarlarını zedelemeye başladı. Gücü ve kendine güveni arttıkça bu politikanın dozunu yükselteceği, Türkiye'yi daha da İslâmlaştıracağı izlenimi verdi. Bu gidişle Türkiye İran gibi Batı'nın (ve İsrail'in) başına belâ olabilirdi. Erdoğan'ın Tahran'a gidip ABD'nin İran'a uygulatmak noktasına geldiği son ambargo kozunu yörüngesinden çıkartmaya çalışması bunun olası olduğunun en son örneğidir.
Krizin kökleri esas itibariyle siyasî tabiatlıdır. Çünkü siyaset hayatın neredeyse tamamını kontrolü altına almış durumdadır. Müslüman bilinçteki bu travma, dışarıdan alınan darbelerle değil; bir iç kanama
sonucu açılmış derin bir yaradır. Kelamdan fıkha, felsefeden tasavvufa tüm akımları lehte veya aleyhte etkilemiştir. Emevî darbesinin bu dahilî yara üzerine inşa ettiği süreç sonraki tüm asırları etkilemiştir. Bir iktidar bir de ana muhalefet akımı oluşmuştur. Biz bunlara Sünnî Saltanat İdeolojisi
ile Şii İmamet Mitolojisi
diyoruz. Siyasi kriz bu iki ana akım üzerine bina edilmiş, bunun dışında başka bir yol üretilememiştir. Sonrakiler önemsiz farklarla bunların biteviye tekrarından ibaret kalmıştır.
Charles Bettelheim Nazizm Döneminde Alman Ekonomi'sinde giderek sona yaklaşan ve çökmek üzere olan Alman ekonomisinin kurtuluşu ve yeniden harekete geçmesi için gerekli olan tek şey yeni pazarların açılması idi
diye yazar. Savaş, yeni pazarlar açmanın en kestirme ve en ucuz yoludur. Savaş yeni pazarlar açar ama aynı zamanda giderek düşen talebi canlandırarak ekonomiyi yeniden ayağa kaldırır. Almanya'nın ilkönce faşizme sonra da savaşa dayalı çözümünün arkasında yatan gerçeklere bugün baktığınızda kanınız donabilir. Çünkü bu nedenleri çok tanıdık görecekseniz.
Demokrasi sadece iktidarın kansız el değiştirmesi demek değildir. Parti başkanlıklarının da pürüzsüz ve düzgün bir biçimde bir siyasetçiden diğerine geçmesidir. Bu açıdan, altında yaşadığımız rejim demokrasi değildir. Türkiye'de siyasî parti liderleri birer diktatördür. Siyasi partiler yasası ve parti tüzükleri genel başkanlara tam kontrol kurma, istedikleri kadar görevde kalma, canı çektiklerini milletvekili ve delege yapma yetkisi veriyor. İstisnai haller dışında parti liderleri makamlarını musalla taşına taşındıklarında boşaltırlar. Deniz Baykal'ın istifasının ardından bunu çok açık bir biçimde görmek mümkün. (Aslında istifa etmedi. Edemez. Ölür. Uyguladığı taktik, geri çekilmektir.)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.