Haberi Ergenekon'a en çok karşı çıkan Hürriyet'in manşete çekmesi dikkat çekici.
Haberin bu kez Doğan medyasına sızdırılmış olması da öyle.
Ellerinde belge olmadan çakmışlar manşeti.
Sanki bir samimiyet testinden geçirilmiş Amiral gemisi.
Ne savcılarla alay eden var, ne de askerin ağzından iddialara küfür eden.
Doğan Grubu'nun medyada küçülme kararıyla birlikte okuduğunuzda gelecek aylara ilişkin çok önemli ipuçları veren bir manşet bu.
Bir tek birinci sayfada beyaz bayrak eksik.
Bundan böyle en ateşli Ergenekon haberlerini başta Hürriyet olmak üzere tüm Doğan gazetelerinde okumaya başlarsanız sakın şaşırmayın.
Paranın gözü kör olsun, insana laikliği bile unutturur!
Ben henüz sadece bir çocuğum, ama savaşlar için harcanan onca para yoksulluğun ve çevresel çözümlerin bulunmasında kullanılsa, dünyanın nasıl harika bir yer olabileceğini biliyorum.
Okullarda, hatta anaokullarında bile bize nasıl davranacağımızı öğretiyorsunuz:
· diğerleriyle kavga etmeyin, · çalışkan olun, · diğerlerine karşı saygılı olun, · dağıttığınızı toplayın, · diğer canlılara zarar vermeyin, · paylaşın, açgözlü olmayın.
Peki madem öyle, bize yapmamamızı söylediğiniz şeyleri neden sizler yapıyorsunuz?
Egemen medyanın yaygınlaştırmaya, kabul ettirmeye çalıştığı bir başka yaklaşım da, Ancak medyaya girebilirsen ciddiye alınırsın
anlayışı. Hele bir de medyaya manşetten, ilginç bir eylemle girebilirsen neredeyse yasal ve meşru olursun! Halbuki doğru, ciddi, özellikle de kamu çıkarı açısından bir eylemin niteliğini ölçecek, ona adeta kalite belgesi verecek kurum/makam egemen medya değildir. Medyaya girmek - ki kimi zaman doğru bir şekilde medyaya düşmek
deniyor- her zaman doğru ve iyi bir şey değil. Hele herhangi olumlu bir kınama/protesto/eylem planlarken, bunun özel olarak medyaya göre tasarlamak/düşünmek medyanın egemenliğini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.
Bir de benim gibiler vardır; hem entellektüel olmaya çalışırlar, hem de halktan para kazanmaya çalışan şirketlere hizmet ederler. Bunlar, yani benim gibiler, ne halka yaranabilirler, ne hizmet verdikleri şirketlere ne de kendilerine kendilerini beğendirebilirler. Yaptıkları işe idealizmi bir virüs gibi sokmaya çalışırlar. Virüsü işlerine soksalar bile, var güçleriyle çalışsalar bile, bunların virüsleri de halktan kopuktur ve hiç bir şekilde, hiç bir iklimde, hiç bir coğrafyada yayılamamazlar, güdük kalırlar. Bunların virüsleri halkı değil, olsa olsa kendilerini hasta eder.
ATM ne işe yarıyordu peki: Eskiden bankaya gidip dikiliyordum. Bankodaki işçiye hesap cüzdanımı veriyordum ve şimdi ATM'nin yaptığı bütün işleri o benim için yapıyordu. Bunun için üste bir kuruş ödemiyordum. ATM bankanın ödediği belli bir maaş/ücret karşılığı hesabımdaki bu işlemleri yapması gereken işçinin işinin bir kısmını üstlendi, bu işi yapan işçiye yol verildi. Üstelik, bu makineyi yöneterek bankaya yatırdığım parayı geri almak, para yatırmak ya da başka işlemleri yapmak için için eskiden banka işçisinin yapması gereken işlemlerin bir kısmını da ben bankanın hesabına bedavadan yapıyorum: Bir nevi bankanın avanak işçisiyim yani.
Derler ya Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan bellidir. Bankada yapılan, yani ona kâr, faiz veya rant olarak geri dönen her işlem için bir de hesap işletim ücreti
ödemeye başladığımızda uyanmalıydık. Ama bu mutlu beraberlik asıl bankacıların aklına karpuz kabuğunu düşürdü! Madem ki
dediler bu kadar meraklısın çalışmaya, bunca yıl bedavadan çalıştığın yetmez. Bundan sonra üste para da vereceksin. ATM'ye kartını her sokup çıkardığında söküleceksin paraları.
Muhammed İkbal'in dediği gibi: Bir ördek dedi ki: Hızır divanından bir ferman çıktı, bundan sonra bütün sular serbesttir. Timsah ona cevap verdi: Unutma ki benim için de serbesttir.
Mantıki sonuçlarına göre liberalleştirilmiş piyasa timsahlarla kazların serbest yüzdüğü sular, kurtlarla kuzuların serbest gezdiği çayır, tilkilerle tavukların serbest tutulduğu kümes demektir. Her defasında timsahların kazları, kurtların kuzuları, tilkilerin tavukları yuttuğu denetimsiz liberal bir demokraside eşit oy hakkının ne anlamı olabilir?
Türkiye yabancılar tarafından dışarıdan sömürgeleştirilmemiştir ancak bir sömürgenin sahip olduğu özelliklerin çoğunu üzerinde taşımaktadır. Bu anlamda Türkiye sahibi ortalıkta görünmeyen bir köle gibidir. Başkası Türkiye'yi sömürgeleştirmemiştir. Türkiye kendi kendini sömürgeleştirmiştir. Yani Türkiye bir self-kolonizasyon vakasıdır.
Türkiye'de Cumhuriyet tarihi bir kolonizasyon-dekolonizasyon tarihidir. Cumhuriyet tarihinin ilk yarısı Türkiye'nin sömürgeleşmesi, ikinci yarısı ise sömürgecilik halinin krizi ve erozyonu olarak anlaşılmalıdır. Şüphesiz, her iki süreç de dünya şartlarından bağımsız cereyan etmemiştir. Bugün kendimizi içinde bulduğumuz durum ise dekolonizasyon sürecinin erken bir aşaması olarak okunmalıdır.
Maltz ve Borker'a göre yetişkin çağa geldiğimizde, farklı zamanlarda öğrendiğimiz ve farklı iletişim durumlarında kullandığımız bir dizi kural edinmiş oluyoruz. Örneğin, çocukken anne babalarımız ve öğretmenlerimizle etkileşimlerimiz sırasında, kendimizden üst ya da alt konumdaki kişilerle hangi kurallara göre iletişim kurmamız gerektiğini öğreniyoruz. Ergenlik çağımıza doğru, karşı cinsle iletişim için bir kurallar dizisi ediniyoruz. Arkadaşça bir konuşmayı devam ettirmek için de kurallarımız olu yor. Ancak, ilginç olan, bu kuralları bü yüklerimizden değil, kendi yaşıtlarımızdan ve hemcinslerimizden 5 - 15 yaş arasında öğreniyor olmamız. Çünkü bu yaş aralığında çocuklar arkadaşlarını genelde kendi cinslerinden seçiyorlar ve kendi cinsleriyle daha fazla zaman geçirdikleri için de birbirlerini etkiliyorlar. Çocuklukta aynı cinsten arkadaşlarla iletişim kurmak için geliştirilen konuşma biçimlerinin, yetişkinlikte karşı cinsle iletişimde de kullanılmasıysa, yanlış anlamaların temelini oluşturuyor. Araştırmalar okul yaşına henüz gelmiş çocukların dil kullanma modellerinde bile kadın - erkek farklılığının oluşmaya başladığını gösteriyor.
Gazeteciler açısından örgütlenmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Sendika meselesi çok önemli. Dünyada da böyle. Özellikle en iyi bildiğim örnek olarak, Avrupa ülkelerinden söyleyeyim, tabii ki sendikal gelenek medyada son derece güçlü, ama giderek orada da öyle idi
demeye başlayacağız diye düşünüyorum. Çünkü serbest gazetecilik, giderek kurumların, medya kuruluşlarının el değiştirmesi ile tarihe karışıyor. Fransa'da, galiba medyanın %70'ine, silâh ve savunma sanayiinde de çalışan gruplar hakim.
Türkiye'deki gazeteciliğin doğuşundan gelen bir defekt var. Bana, Türkiye'deki gazeteciliğin en temel problemi ne?
diye sorsanız, Türkiye'de gazeteciliğin devlet eksenli bir gazetecilik oluşudur
derim. Malûm tek parti döneminde gazetecilik devletle iç içe geçmiş bir faaliyetti. Bu dönemde muhalif basına pek fazla göz açtırılmadı. Yani doğrudan devletin desteğiyle, tıpkı sanayi gibi, ayakta durabilen bir sektörden söz ediyoruz. Dolayısıyla bir bütün olarak basın ve gazeteler, ancak devletin emzirdiği bebekler olarak varolabildi başlangıçta. Ve bu başlangıç ondan sonra da tuhaf bir şekilde içselleştirildi. Bunun nasıl olduğunu tam bilemiyorum, ama galiba genlere de işlemiş bir şey var, sadece böyle bir takım parasal destekler, vs. ile açıklanamayacak ideolojik bir takım içselleştirmeler söz konusu. Bunun çok önemli bir yansıması var. Bu kadar kendini devlete angaje edince, ister istemez devletin düşman diye kodladığı insanlar, kesimler, ideolojiler, düşünceler, fikirler, sizin de düşmanınız olabiliyor.
Haber üretmek ve iletmek hakikaten zor bir iş, nitelikli bir iş, pahalı bir iş, bunlar yok. Bununla beraber, haber bir ürün olarak sunulduğunda, karşısında bir de talep olması lâzım. Çünkü bütün yayın kuruluşları neticede ticarî kuruluşlar ve bu kuruluşlar kâr etmek amacını taşıyorlar. Bu doğrultuda da kâr edebilmesi için bir ürünü satabiliyor olması lâzım. Burada da alıcı reklam verense eğer, o zaman ne kadar çok izleyici izliyorsa o kadar başarılı demektir. Yani bu durumda, iyi bir haber programı da daha çok izleyicinin izlediği haber programı oluyor.
Diyelim ki, işçiler üretici faaliyetten uzaklaştı, üretimi asgarîye indirdi ve böylece boş zamanı elde etti. Bakalım bu boş zamanı gerçekten entelektüel faaliyete mi ayıracaklar? Öncelikle şunu belirtelim ki, işçinin yönelimi ne olursa olsun boş zaman her halükârda yararlıdır. Mesele tek başına işçinin kapanıp kitap okuması değildir. Bu genel bir kültürel faaliyet sorunudur. Boş zaman ister istemez kültürel çalışmayı ön plana geçirecektir. İşçinin boş zamanını değerlendirip tatile çıkması bile bir kültürel zenginleşme anlamına gelir. (bkz. Michael Seidman, İşçiler Çalışmaya Karşı, çev: Emine Özkaya-Gün Zileli, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2009 - yakında çıkacak) Üretimin ve tüketimin yarattığı sıkışıklıktan kurtulan işçi her ne olursa olsun zamanını daha iyi değerlendirecektir. İsterse at yarışlarına gitsin. Bu bile üretimin sıkıcılığından ve zekâyı durgunlaştıran etkisinden daha hayırlı sonuçlar verecektir.
Bütün bunları yeni para, iktidar açlığı yaratmadı ve sonunda sonradan görme bir vahşet kültürü oluşturmadı mı?
Etrafımızda o kadar çok var ki bunlardan…
Gece kulüplerinin ön masalarına kurulup şampanya açtırıp Rus kadınları masalarının üzerinde dans ettiren 18'likleri görmedik mi?
Daha bacakları gaz bedalına ulaşmadan ev boyutunda ciplerle İstinye Park'ta tozu dumana attıran, Bağdat Caddesi'nde Porsche'lerinin motor seslerini duyuranlar bunlar değil mi?
Şimdi aralarından katiller de çıkıyor işte…
İttihatçı sözü neden bu ülkede sövgü
olarak kullanılıyor sanıyorsunuz? Çünkü İttihatçılar kaybeden taraf
olduğu için onların tarihini de kazanan taraf
yazdı. En başta Kemalistler hem potansiyel rakiplerini tasfiye için hem de kendilerine meşruiyet sağlamak için İttihatçıları imparatorluğu batırmakla
suçlayarak geçmişin bütün günahlarını bu kadroya fatura ettiler. İslâmcılık cumhuriyet döneminde bir metamorfoz geçirerek Hamidizm
e veya Abdülhamit İslâmcılığına dönüşmüştü. Neden böyle oldu, uzun hikâye… Onlar da İttihatçıları Abdülhamit rejimini devirdikleri için düşman ilân ettiler.
Aslında Hamidizm
in takipçisi olan Kemalizm'i İttihatçıların devamı gibi göstermeleri de kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla
deme kolaylığı verdiği içindi.
Cuntanın işkenceler sırasında kullandığı
Türkiyem
şarkısını tahliye olup müzik yapımcılığına başladığım andan itibaren aramaya başladım. Nihayet Müşerref Akay'ın bu şarkısının da içinde olduğu kalıbın izini buldum. Niyetim bunu satın alıp tarihe gömmekti. Fakat çok istekli görünüp, beş para etmez bu şarkıya hak ettiğinden fazla para vermek istemiyordum. Türkiyem'in telif haklarını elinde tutan yapımcıyla temas kurdum ve
Arşivim için
diyerek, başka kalıplarla birlikte bunu da hayli ucuz bir fiyata kapattım. Artık Türkiyem'in kalıbını basma hakkı bende ve trilyon verseler asla bir daha bu şarkının CD ve kaseti basılmayacak. Geçmiş olsun işkencecilere; çünkü insanların morallerini bozmak için başka şarkı bulmak zorundalar artık…
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.