İzmir 9 Eylül Üniversitesi Onkoloji Bölümü'ne başvuranlara Yatağan'dan mı geldiniz?
diye soruluyormuş.
Babasının kanserden öldüğünü söyleyen radyolog Ayhan Özdemir, Düşük kalorili linyit kömürü kullanıldığı için uranyum tehlikesi var. külleri de çimento fabrikalarına veriyorlar. O çimentodan yapılan binalardan evlerimize sürekli radyoaktif salınım söz konusu
diyor.
Muğla Tabip Odası Başkanı Ferit Turhan da ilçede santralın bölge halkına ne derece zarar verdiğini bilimsel olarak ortaya koymak gerektiğini, Tabip Odası'nın bu amaçla hazırladığı projenin de 110 bin YTL bulunamadığı için gerçekleştirilemediğini anlatmış.
Belki bu noktada bir münafıklık örneği sergileyerek, Muğla'da bu yıl Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının; dikilen bayrak, atılan fişeklerin kaç YTL'ye mal olduğunu sormak gerek.
Bir darbe lideri tek başına lokantaya gidip nasıl sakin bir şekilde
yemek yiyebilirmiş, niçin kimse buna tepki göstermezmiş!
Demek ki 12 Eylül iyi bir şeymiş…
Zaten iyi bir şey olmasaymış, halk darbeye yüzde 92'yle evet
demezmiş.
Kötü bir şey olmadığını 12 Eylül işkencelerini anlatan Eve Dönüş
filminin izlenme oranına bakarak da anlayabilirmişiz.
İşte kendisi yıllardır bu gerçeği
anlatmaya çalışıyormuş ama Türk aydınlarının bir bölümü bunu anlamıyormuş, anlasa da inkar ediyormuş.
Yeryüzünde yürürken öğrendiğim bir şey var: Her toplumsal anlaşmazlık kendi fabrika
sını kurar. Birbirine düşman tarafların anlaşmazlığı her iki taraf için de varlık nedeni haline geldiğinde çözüm ihtimali korkulu bir rüya gibidir. Bu fabrikaları
işletenler, o kadar yüksek sesle ve kesin konuşurlar ki çözüm isteyenlerin sesi duyulmaz olur.
O denli ateşlidir ki konuşmaları, ihanetten ve intikamdan o kadar kalpten
söz ederler ki konuşmaktan yana olmanız, onların gözünde fabrika
yı bombalayacak bir terörist yapabilir sizi. Bu fabrikalardan çıkan kara dumanın insanı sadece kör ettiğini, bu fabrikanın hiçbir şey üretmediğini göstermeye yarayan bir bomba vardır elinizde, bilirler. Bu yüzden birbirlerinden de çok sizden nefret ederler.
Şanlı Tarihpalavra mı?
Anadolu çok büyük bir işgal yaşamadı. İşgal asıl Güneydoğu'da Fransızlar tarafından Gaziantep, Kahramanmaraş ve Urfa'da yaşandı. Batı Anadolu'da da Yunan işgaline karşı savaşıldı. İtalyanlar ve İngilizler geldi ama hiç savaşmadık. Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri İstanbul'a yüz bin kişilik orduyla geldiler ama, İstanbul'da Kartal'dan öteye geçmediler. Kaltal'dan sonrası Kuvayi Milliye'den soruluyordu. Çünkü onların Osmanlı devletini tamamen ortadan kaldırma niyetleri yoktu. Zaten İngilizler Musul ve Kerkük'ü almıştı. Anadolu'yla ilgilenecek durumda değillerdi. Çünkü kuzeyde Rusya'da Bolşevikler bambaşka bir sistem kuruyordu. Asıl hedefleri Rusya'ydı. Rusya daha büyük tehditti ve oraya asker göndermek istiyorlardı.
Bizim Kuzguncuk'ta kaldırım ömrü ortalama dört yıldır. Mahalleli dört yıl geçtikten sonra herhangi bir kaldırım faaliyeti görmezse sokağa dökülerek traktör lastiği yakar, Üsküdar yolunu kapatarak memnuniyetsizliğini belli eder.
Ama İstiklal Caddesi'nin yanında Kuzguncuk'un esamisi mi okunur? Orada Taksim'den kaldırım yapmaya başlarlar, Tünel'e varınca bir gün dinlenirler, sonra bismillah deyip avuçlarına tükürerek sökmeye başlarlar. Taksim'e varınca, yeni baştan.
Kaldırımlarla, kaldırımda yürüyen insanlar arasında garip bir orantısızlık var. Belediyeler kaldırım yaptıkları kadar kaldırımda yürüyen insan yapmadıkları için sokaklar yolda yürüyen yayalarla, insanlarla dolu.
Güldemir, iki hafta önce, yanında eşi ve Hasan Cemal geçen hafta Teksas'ta avdaydı.
Uçsuz bucaksız topraklarda güneş doğuyor
diye yazdı daha sonra Cemal. Gökyüzüyle yeryüzünün kucaklaştığı yer, yangın yeri. Yaklaşıyor av, bir kara gazel. Siyah beyaz boynuzları, gözleri, ince uzun boynu ve yürüyüşüyle ne kadar zarif. Ufuk, tüfeğini doğrultuyor. Tek bir kurşun! Sesi çınlıyor, kulağımı delip geçiyor. Kara gazel aynı anda yere kapaklanıyor, bir iki kez titredikten sonra hareketsiz kalıyor.
Ufuk bana dönüp:
Unutma, avlamakla öldürmek ayrı şeyler
diyor.
Eminim. Eminim, gazel ruhunu teslim etmeden önce Öldürülseydim yanardım, ama ne mutlu bana ki avlanmışım
demiştir.
Bu olayda günlerdir beni rahatsız eden bir şey var. Gene de sana iyilikler dilerim, Ufuk. Bir kuşun kanadından düşen tüyün bile farkında olan Tanrı, dilerim, ayıya ve gazele göstermediğin merhameti sana gösterir.
Bizim siyasal kavga
zannettiğimiz şey, aslında sınıf çatışması.'
Daha sert, hatta kanlı
geçmesi beklenebilecek bu çatışmayı, daha uygun enstrümanlar bulamadığımız için, şimdilik belli semboller üzerinden yürütüyoruz. Bütün o laiklik
ve kamusal alan
tartışmaları biraz da bu amaca hizmet ediyor.
İyi mi oluyor?
Bence iyi oluyor.
Bu çatışmadan ortak akıl
ve birada yaşama kültürü
üretebilirsek, daha da iyi olacak.
Bilim niçin
değil, nasıl
sorusuna cevap arar. Yani insanlar da dahil olmak üzere evrenin nasıl işlediğini anlamaya ve açıklamaya çalışır.
Yani bilim, şu tip soruların karşılığını bulmaya çalışır: Bu muazzam mekanizma nasıl çalışıyor? Hangi yasalara tabi? Neden-sonuç ilişkileri nasıl kurulmuş?
Bunun için bilim, gözlem yapar, ölçer, teoriler kurar, onları sınar…
Peki evrenin bir amacı var mı? Evren niçin oluşmuş? Onu Tanrı mı yaratmış, yoksa başka bir güç mü?
Bu tip sorular bilimin alanına girmez. İster ateist olsun, ister Tanrı'ya inansın, bilim adamı bu sorular karşısında bilgisini
değil, ancak inancını
dile getirir: Mesela, Benim inancıma göre evreni Tanrı yarattı
diyebilir…
Dünyanın tüm bilim adamlarının toplanıp hep bir ağızdan Tanrı yoktur
(ya da Tanrı vardır') demesinin bilimsel hiçbir değeri yoktur.
Aydın dediğiniz, tabii ki kalabalıkların dediğini demez, tam tersine ona çok ters gelen şeyleri söyleyebilir, kanıksanmış kalıp ve baskılar ancak böyle sarsılır. Ancak, söyledikleriniz alışılmadık da olsa, vicdanlarda bir karşılığı varsa, kalabalıkları evvel ahir dönüştürme şansınız olabilir. Toplumun gözünde vicdan
oluşturmayı başaramayan aydınların toplumları dönüştürme şansı yok.
Halihazırda, her vesileyle, ortaya çıkan bir gerilim, didişme söz konusu. Bu gerilim içinde, söylenen hiçbir şeyin karşılığı olamıyor. Sadece birbirimize konuşmak gibi bir lüksümüzün olmadığını kavramak zorundayız. Dahası, tehlikesi bir yana, aksi yönde gidiş, çirkin ve yakışıksız kaçıyor. Tüm yazıp çizdiklerimiz, yapıp ettiklerimiz, etrafımızda olan biteni anlamak ve insanlara bir şeyler söylemek için değilse niye?
Cümlelerimizin, duygu ve düşüncelerimizi yeterince ifade edemediğini mi düşünüyoruz ki, smiley
kullanmaya gerek duyalım? Amerikan televizyonculuğunun icat ettiği, Bakın burada espri yapıldı, gülmeniz gerekiyor
koşullamasında kullanılan kahkaha efekti
nden hiç farkı yok bu işaretlerin.
Ayrıca, söylemeye gerek var mı bilmiyorum, herkesin evinde bir Yazım Klavuzu
bulunmalı ve kuşkuya düşüldüğünde üşenmeyip doğru yazılışa bakmalı.
Dilimizi sevelim, ona iyi davranalım ve özen gösterelim; çünkü gerçekten de Başka Türkçe yok.
Emlak fiyatları yükselsin diye deprem konusunda susuldu yabancılara emlak satarken. Daha sonra, emlak fiyatları 600 bin dolar olunca Bağdat Caddesi'nde, binalar yıkılacak, insanlar ölecek söylemine başladılar. İnsanları 200 metrekarelik yıkılacak dairede oturacağına 50 metrekarelik sağlam evlere razı olmaya yönlendirdiler. Bu bir arsa teminiydi. Kartal, Zeytinburnu, Çekmece gibi kıyıların yıkılacağı söyleminden sonra buraları yıkalım, istimlake karşı çıkmayın, bittikten sonra biz size belli yerlerde yerler verelim. Gidin orada oturun dendi. Eğer 11 şiddetinde deprem olacak deyip de oraları yıkıyorsanız oraya yeniden yerleşim yeri kuramazsınız. Ama orayı bırakın, biz oraya yeniden yerleşim yerleri kuralım dediğiniz zaman altın kıymetinde olan arsaları pazarlamış oluyorsunuz.
Bağımsızlık Savaşı
iddiasının mantıklı bir temeli yoktu, ama Cumhuriyet'in yenilik
iddialarına uygundu. Müstemleke münevverleri
nin de daha tutarlı ve sağlam tezler geliştirecek ufukları ve birikimleri yoktu. Sovyetler'den alınan müstemleke
şablonu aynen kullanıldı. Müstemleke solcuları
da, bu hatalı tarih tezinin hatalı ürünleri olarak tarih sahnesinde yerlerini aldılar.
Bize kalan sadece sahtelik ve bu sahteliğin bizi mahkûm ettiği yapaylık. Bu yapaylık CHP'yi sol olmaktan çıkardı. Siyasî yelpazede sol kanat bomboş dururken, sağcılaşmadan medet uman CHP, bu yapaylığın eseri. Bu yapaylıktan sadece kof bir retorik, bol miktarda da demagoji çıkar. Baykal'ın hemen her konuda yaptığı gibi.
Merkel'in mesajlarını da şöyle okuyorum: Biz Türkiye'yi değil öngördüğünüz modeli reddediyoruz. Ülkenizle yakın ilişkiler sürdürmeye devam edeceğiz ama siz içimize alıp AB'nin, başından beri planladığımız, bağımsız ve güçlü bir odak olması düşüncesinden vazgeçemeyiz.
Bize sadece bizim için gelseydiniz ve dışımızdaki bir projenin parçası olmasaydınız sorun çıkmazdı. Yokluğunuz elem verici ama içimize alsaydık biz, biz olmaktan çıkacaktık. Elimizi tutarken bir başkasının elini bırakmanız gerekir. Sözümüz söz ama nikah başka bahara.
Globalleşmenin kaçınılmaz ve karşı konulamaz bir süreç olduğu konusunda şüphelerim var. Bu süreç, onu imkansız kılacak dinamikleri içinde taşıyor. Teknolojik gelişme, bir yandan üretime katılacak insan sayısını azaltırken, yani daha az insanla çok büyük üretimleri mümkün hale getirirken bu sürece katılamayanlara nasıl gelir sağlanacağı sorusunun teorik bir cevabı yok. Hiçbir iş yapmayan bu kişilerin yaşamasını sağlamak ve onlara karşılıksız mal ve hizmet vermek sistemin mantığına aykırı. Ayrıca, mesela Çin örneğinde gördüğümüz gibi, düşük ücrete razı insanların üretime katılması tüm dünyadaki gelir düzeylerini düşürüyor. Önümüzdeki dönemde çok zenginlerle çok fakirlerin yan yana yaşadığını göreceğiz ve bunun yarattığı sorunlara bir çare bulamayacağız.
Kapitalizm, sadece zalim değil, akıl ve mantıkdışı, ama öncelikle zalim ve zulmunün sonu yok. Bunu çok net bir şekilde görebildiğimiz bir çağda yaşamamıza rağmen hâlâ, kapitalizmi kökten sorgulamak marjinal bir tavır sayılıyor. Üstelik, son 20 yıl baskın olan neoliberal kandırmaca sayesinde, eskisinden daha marjinal sayılıyor. Kapitalizmin çağdaş çığırtkanları, hâlâ, insanlık adına söylenen
Her şeyi, Soğuk Savaş kafası
diye savuşturmayı başarıyorlar. Kanmayın bu kara vicdanlılara, her vesileyle kapitalizmi kökten sorgulamak, her zamankinden çok bir insanlık vazifesi.
Ama zaman geçip, Asya'nın, Afrika'nın otoriter yönetimlerinde serüvenden serüvene koşturulan ve kendilerini geliştirmek için düşünecek bile vakitleri de, özgürlükleri de olmayan halklarını yakından tanıyınca, bu Toplumsal yorgunluk
gerçeğini anlar oldum.
İdeolojilerini doktrinleştiren, içerideki sorunlarını unutturmak için yabancı düşmanlığını slogan olarak seçen, kararlaştırılmış Resmi doğrular
ın tartışılmasını yasaklayan, gerginliği siyasetin ve yönetimin vazgeçilmez aracı olarak benimseyen rejimlerin egemen olduğu ülkelerde, Toplumsal yorgunluk
kaçınılmaz bir kader oluyor.
Sonunda en dirençli ve yılmaz beyinler de yoruluyor. Ya Değer mi bu kadar aykırı görünmeye
deyip inzivaya çekiliyorlar, ya da bir batı ülkesinde kendi kararlarıyla vardıkları sürgün hayatına başlıyorlar.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.