Patronsuz Medya

Yaşasın biz, kahrolsun onlar!

Emre Konuk - Uzman Psikolog  


Genellikle sorulur: Nasıl oluyor da bir Hizbullah üyesi evinin bodrumunda bir insanı işkenceyle öldürüp, parçalara ayırıp gömüyor, sonra da, hiç bir şey olmamış gibi yukarı çıkıp, ellerini yıkadıktan sonra ailesiyle güle oynaya akşam yemeğini yiyebiliyor?

Nasıl oluyor da bir işkenceci sabahtan akşama insanlara korkunç acilar çektiriyor ve aynı zamanda iyi bir eş, sevecen bir baba, iyilik sever biri olabiliyor?

Ya da nasil oluyor da kişi yıllarca "normal bir vatandaş gibi yaşayıp" günü geldiğinde uçakla Dünya Ticaret Merkezi'ne dalıp kendi de dahil binlerce kişinin ölümüne neden olabiliyor, bir satanist diğer satanistin intiharına yardımcı olabiliyor, bir tarikat lideri müridlerine ölme zamanı geldiğini söylüyor ve 2000 kişi intihar edebiliyor?

Doğal olarak bu soruların tek bir yanıtı yok. Şiddeti değişik boyutlarda ele alabiliriz: Örneğin genetik ve biyolojik faktörlerden, eğitimin öneminden, kişilik patolojisinden ya da iletişim teorisinden söz edebiliriz. Ancak hangi faktör etkili olursa olsun, her politik eylemde olduğu gibi, örgütlü şiddet olaylarında emri bir ya da birkaç kişi verse de, eylemin yürütülmesi için ona uyulması, boyun eğilmesi gerekir. Tarihte toplu cana kıymalar; isyanlardan çok boyun eğme sonucu işlenmiştir. Böylece her örgütlü şiddet olayında boyun eğme, otoriteyle kişiler arasındaki ilişkiyi anlamamıza yarayacak önemli bir kavram durumundadır.

İnsanlık son 80 yılda, şu veya bu nedenle 60 milyon hemcinsinin canına kıymıştır. Bunu yapanlar, profesyonel caniler ya da ağır kişilik patolojileri olan insanlar değil, doğal konumlarında birbirine acı vermekten kaçınan kendi hallerinde insanlardır. Örneğin, Nürenberg'de yargılanan Nazi'lere uygulanan Rorschach kişilik testlerinde, bir kişi dişinda tümünün sizin bizim gibi normal kişiliklere sahip olduklari görülmüştür.

Lütfen devam ediniz.

Otorite, şiddet ve boyun eğme ilişkisini 1970'lerin ortasında ilk kez sistemli bir biçimde Stanley Milgram inceledi.

Yer Amerika'da Yale Üniversitesi psikoloji laboratuarı. Deneğin önünde 15 volttan 450 volta kadar elektrik şoku veren kocaman bir alet. Yandaki bir odada bir başkası, elektrikli sandalyeye benzer bir koltuğa bağlanmış durumda. Deneğe, "cezanın öğrenme üzerindeki etkisinin" araştırıldığı, kendisinin öğreten, yan odadakinin ise öğrenci olduğu ve sorulan soruları her bilemediğinde şoku 15 volt arttırmasi söyleniyor.

Aslında aletin şok vermesi söz konusu değil. Sandalyeye bağlanan kişi ise eğitilmiş bir oyuncu.

Araştırmaya katilan 40 kişi, ilkokuldan doktora yapmiş kişilere kadar çeşitli mesleklerden meydana geliyor. Şok vermeyi sağlayan düğmeler üzerinde, "Zayıf Şok, Kuvvetli Şok, Tehlike: Çok Ciddi Şok" gibi yazılar yer alıyor. 300 volta kadar adam her şok verildiğinde tepinmeğe başlıyor, bağırıyor, duvarları yumrukluyor. Şoku veren duraklarsa, araştırmacı, "Lütfen devam ediniz", "Araştırma için devam etmeniz mutlak gerekli", "Başka seçeneğiniz yok, devam edin lütfen" gibi sözler söylüyor. 315 volttan sonra, oraya kadar acıdan bağırıp çağıran adamdan artık hiç bir ses çıkmıyor.

40 kişiden beş tanesi 300 volttan daha yukarı çıkmayı reddediyor. 8 tanesi içeriden artık ne sorulan sorulara ne de verilen şoklara yanıt gelmediği, yani adamın eğer ölmediyse bile hiç değilse bayılması söz konusuyken, 360 volta kadar şok veriyorlar. 26 tanesi, yani yüzde 66'sı ise, üzerinde "Tehlikeli: Çok Ciddi Şok" yazan barajı da aşarak son düğme olan 450 voltluk şoku veriyorlar.

Denekler, birkaçı dışında şokları verirken hiç de rahat değiller. Çoğu terliyor, titriyor, dudaklarını ısırıyor, inliyor. En çok gözlenen davranışlardan biri de kahkahalarla gülme. Daha sonra araştırmacıya, bu davranışlarından ötürü çok utandıklarını ama gülmelerinin sadistik bir yanı olmadığını uzun uzun anlatmaya çalışıyorlar. Bir kısmı ise sinir krizleri geçirip, ihtilâçlar içinde kıvranıyor. Hatta bir tanesinde araştırmacı deneyi sona erdirmek gereğini duyuyor.

Evet, 40 kişiden 26'sı kendilerini çok rahatsız da hissetseler, 450 volt şoku tamamlıyorlar. Bu insanlar günlük yaşamlarında, değil başkalarına fiziksel acı çektirmek, bunun düşüncesinden bile nefret eden kendi halinde insanlardır. Tüm yaşamları boyunca, başkalarına acı vermenin kötü bir şey olduğunu duyarak ve bunu benimseyerek yaşamışlar. Araştırmacının isteğine karşı gelmekle hiç bir şey yitirmeyecekler, hiç bir ceza görmeyecekler. Yukarıda aktardıklarımızdan da belli, her yanıyla kendi değerlerine karşı çıktıkları açık. Ama yine de, 40 tanesinden 26'sı, dilinden başka hiç bir araç kullanmayan araştırmacıya boyun eğiyor.

Biz ve onlar

Böylece örgütlü şiddetin formülü oldukça basitleşiyor: Birkaç kişiyi bir araya getiriyoruz. Bunun adına "Biz" diyoruz. Bir başka gruba da "Onlar" diyor ve düşman ilân ediyoruz. Eger otoritemize inandırabilirsek, artık her istediğimizi yaptırabiliriz.

Dünyanin en köklü demokrasisinde bile halk yığınların*ı ayağa kaldırıp, beğenmediğiniz başka yiginların üzerine saldırtmanız, eğer reklam kampanyanizi iyi yürütebilirseniz çok zamanınızı almaz.

Gerçekten her istediğimizi yaptırabilir miyiz? Örneği günümüzden alalım. Bir yaşam deneyi olarak başlatılan ve beş gün içinde kâbusa dönüşen bir deneyden…

Rone Jones Amerika'da bir lise öğretmeni. Tarih dersinde Nazi Almanya'sını öğretirken, öğrenciler kaçınılmaz soruları sormaya başlıyor: Nasıl oluyor da milyonlarca Alman işin içine girdikleri halde sonradan olup bitenlerden haberleri olmadıklarını söyleyebiliyorlar? Yahudi aileler teker teker ortadan yok olurken, onların komşuları ve arkadaşları Almanlar, nasıl oluyor da orada dahi olmadıklarını söyleyebiliyorlar?

Jones bu sorulara yanıt verebilmek için tüm öğrencileri işin içine sokmaya karar veriyor. Pazartesi sınıfa, Nazi'lerin temel kavramı olan "Disiplin" i getiriyor: Sınıfta herkes ayak tabanları yerde, omuzlar dik, göğüs dışarıda olacak şekilde oturacak.

Jones tüm öğrencilerin hiç sorun yapmadan boyun eğdiklerini görünce, işi nereye kadar götürebileceğini merak ediyor. Yeni kurallar koyuyor: Herkes soru sorarken veya yanıtlarken sırasından dışarı çıkacak, hazırol vaziyetinde duracak ve mutlaka "Bay Jones" diyecek.

Bir süre sonra herkes, çekingen olanlar da dahil, ayağa kalkıp daha iyi sorular sormaya, daha doğru yanıtlar vermeye başlıyor. Hatta öğrenciler arasında işbirliği bile artıyor.

Üçüncü dalga hareketi

Jones Salı günü sınıfa girdiğinde, gülüşen birkaçı dışında tüm öğrencilerin sert bakışlarla sessiz beklediğini görüyor. Tahtaya gidiyor ve "Disiplinden Kuvvet Doğar" ve onun altına "Birlikten Kuvvet Doğar" diye yazıyor. Öğrencilere defalarca hep bir ağızdan bu sloganları bağırtıyor. Bu bittikten sonra yeni bir selâm biçimi gösteriyor: Parmaklar kıvrılmış olarak eller omuza kadar kalkacak. Buna "Üçüncü Dalga selâmı" diyor.

Çarşamba sabahı diğer siniflardan 13 öğrenci daha derse katiliyor. Jones onlari da katarak 43 öğrenciye üyelik karti dagitiyor. Üç öğrenciyi de, kurallara uymayanlari ihbarla görevlendiriyor. Bu gereksiz oluyor, çünkü yalnizca o gün 20 öğrenci gelip selâm vermeyen, olan biteni eleştiren arkadaşlarini ihbar ediyorlar.

Perşembe günü Jones, şimdi 80 kişiyi bulan sinifa giriyor ve Üçüncü Dalga'nın gerçek nedenini açıklıyor:" Bu" diyor, "yalnızca bu sınıfa özgü bir şey değil. Ülke çapında bir hareketin, Ulusal Gençlik Hareketi'nin bir parçası. Amaç, düzeni değiştirmek için savaşacak öğrencileri yetiştirmek."

Jones, ertesi gün öğle saatinde bir cumhurbaşkanı adayının televizyondan hareketi başlatışını hep birlikte izleyeceklerini söylüyor.

Cuma günü salon 200'ü aşkin öğrenciyle doluyor. Jones kapıları kapatıyor ve başına nöbetçiler dikiyor. Kürsüye geçip selâmını veriyor. 200 kol yanıtlıyor. Sonra, "Disiplinden kuvvet doğar" diye defalarca bağırtıyor. Televizyonu açıyor. Dakikalar geçiyor. Bir süre sonra bir öğrenci, "Öyle bir önder yok, değil mi?" diye bağırıyor. Bunun üzerine Jones konuşmaya başlıyor:

"Beni iyi dinleyin. Üçüncü dalga diye bir gençlik hareketi yok. Sizi sömürdüm ve kullandım. Ama sonuçta kendi arzunuzla şimdi buradasınız. Anlamaya çalıştığınız Nazi'lerden ne daha iyi ne daha kötüsünüz. Birer seçkin olduğunuza ve bu odanın dışındakilerden daha üstün olduğunuza inanıyordunuz. Özgürlüğünüzü disiplinin rahatlığına sattınız.Belki gırgır olsun diye katılıyordunuz ve nasıl olsa çıkarım diye düşünüyordunuz. Ama nereye gittiğinizin farkında mıydınız? Nerede duracaktınız? Şimdi gelin size geleceğinizi göstereyim."

Ben görevimi yapıyorum

Jones bunun üzerine bir film geçirmeye başlıyor. Önce bir Nazi mitingi. Sonra kamyonlara toplanan insanlar. Toplama kampları. Mahkemede, "Ben yalnızca görevimi yapıyordum" diyen insanlar. Sonra da bir yazı: "Herkes sorumluluğunu yüklenmeli. Hiç kimse bu işe şu veya bu biçimde katılmadığını ileri süremez."

Uzun bir sessizlikten sonra Jones, deneyin Nazi Almanya'sıyla ilgili bir sorudan başladığını söylüyor:

"Nasıl oluyor da kendi halinde insanlar bu trajediye izin verebildiler ve sonra da olup bitenlerden haberleri olmadıklarını söyleyebildiler?"

"Önümüzdeki birkaç dakika içinde ya da belki yıllar sonra bu soruyu yanıtlama fırsatınız olacak… Eğer başladığımız doğrultuda gitseydik, faşist zihniyeti tam olarak benimseseydik, kullanıldığınızı, sömürüldüğünüzü, bu deliliği bir yaşam tarzı olarak seçtiğinizi bilmeyecektiniz… Bu sizinle benim aramda bir sır olarak kalacak."

Şiddeti yalnızca kaba kuvvet olarak degil, dili kullanarak karşımızdakinin seçeneklerini daraltmak ve istedigimiz doğrultuda davranmaya zorlamak, yani boyun eğmesini sağlamak olarak alabiliriz. Yani şiddetin çocuğumla, eşimle, beraber çalıştığım mesai arkadaşlarımla kurduğum ilişkilere yayıldığını, kısacasi günlük yaşamin neredeyse tümünü kapladığını görebiliriz.

Peki, emirleri nereden alırız?

* * *

Davranış Bilimleri Ensitüsü →

diYorum

 

79
Derkenar'da     Google'da   ARA