Patronsuz Medya

Dilenci

Utku Ünal - 22 Aralık 2004  


Havalandırmayla serinlemiş odadan çıkar çıkmaz sanki duvara tosluyorum: Nem! Zorla nefes almaya çalışarak hemen karşıdaki trabzanlara yaslanıyorum.

Aşağıdaki geniş içavlunun dörtyanı geniş salonlara açılan yeşil kapılar, düz camdan büyük pencereler ve bembeyaz duvarlarla çevrili. Sağa sola serpiştirilmiş bambu koltuklar ve sehpalar iklime uygun. Koloni tarzı sütünlar dizisi ilkin bulunduğum orta katı ve sonrasında yukarıdaki ortasında camdan kubbe bulunan yüksek tavanı sırtlıyor. Sütünlarla birleşen iki dünyanın ortasındayım sanki: Arafta.

Geniş merdivenlerden içavluya inip şadırvanın yanındaki bambudan koltuğun köşesine büzüşüyorum. Yukarıdaki kubbeden ahenkle süzülen ışık yanımdaki çiçeğin yapraklarıyla oynaşmasını izliyorum.

Sevgilim tiril tiril yazlık bir ebiseyle merdivenlerde beliriyor. Elini tutuyorum, daha tere bulanmamış pürüzsüz cildi serin. Bu ferahlık parmaklarından parmaklarıma geçiyor, kolum boyunca ilerleyip kalbime, beynime, taa ayak uçlarıma kadar saniyenin binde birinde seyahat ediveriyor. Artık hazırım.

Önce diş fırçası almam gerek, sabah tuvalete düşürdüm. Sonra plaja gideceğiz.

Dışarıdaki cehenneme ilk adımımızı atıyoruz. Anında tepkiyi veriyor vücudum, yapış yapış oluyorum. Yoldan kalkan toz sanki terime karışıp beni çamura buluyor. Sürekli dışarıda dolaşsak heykel olup çıkacağız, yollar insan heykelleriyle dolacak. Sonra da çatır çatır çatlayacağız tropik güneşin altında, tuzla buz olup toza toprağa karışacağız.

"Yavaş" diyor Carlos, "hiç acele etme, yoksa ölürsün". Sokaklarda suyun içinde yürür gibi ağır ağır ilerliyorum.

Hayallerimdeki gibi olmadı bu yolculuk. Yolculuk hayallerimi yarattı. Öncekilerle yetinemem artık.

Carlos rehberim, sıradan biri işte, turist ve yabancı ülke delisi. Aslında kızamıyorum ona, bilinçaltının kuytu köşelerine gizlenmiş komplekslerin cılız çığlığını duyuyorum, o tok ve kendine güvenli olmaya çabalayan sesinde.

Aşk ve devrimin ülkesindeyiz ama ben en çok dilencilerle konuşuyorum. Aşkı aramadım yanımda götürdüm, devrimse müzelerde korunuyor. Belki de sadece bu şehir böyledir, daha bilmiyorum.

Pahalı rehberlerin parlak sayfalarından fırlamış restoranlar, kafeler ve otellerle dolu caddeler. Gencecik kızlar yaşlı zamparların kollarında. Çürümüş zihinlerimizin estetik anlayışına uygun güzellik, hayal ettiğimiz romantizm de burada.

"Şurada paella yenir, karayiblerin en iyisi."

"Köşedeki şehrin en sevimli restoranı."

"O ünlü yazarın hep gittiği bar değil mi orası?"

Sürekli iyi, kaliteli, seçkin şeyler beklentimiz. Fotoğraf makinemize saklayacağımız biblo gibi insanları, turkuaz renkli denizleri, karnavalları, yerel giysileriyle dans eden kızları, işini bilen rehberleri, iyi servis veren garsonları, yetenekli ahçıları arıyoruz. Hızla tüketip hemencecik dönüyoruz evimize yakınlarımıza anlatmak için.

Peki gerçek insanlar nerede?

Bizim dağladığımız, her gün kangrene çevirdiğimiz açık bir yara gibi şehir.

Bu daracık alana sıkışmış turist güruhu her daim dilenciler ordusuyla kuşatma altında. Kimbilir belki de bir çeşit korunma yoludur, bilemeyiz. Dilencimsi satıcı demeliyim aslında. Ne açık yaralarını gösterip avuç açıyorlar, ne de ayağınıza yapışıp sürükleniyorlar. Yanı başından bitiveriyorlar aniden. "Hola senior, cigar, ron?" .

Başta korkutucu, ama sonra alışıyorsun. Gözlerinin içine bakıp istemediğini söyleyince öylece gidiyorlar, kalplerinin kırılmasını istemiyorlar sanki. Bekliyorsun ki daha çok yalvaracak, çileden çıkartacak seni, küfredip rahatça döneceksin sırtını. Ama öyle olmuyor.

Şehir dışına çıkacağım, bugün olmazsa yarın, gerçek insanları görmek istiyorum, onların gerçekten yaşadığı yerleri, aşklarını ve devrimi.

Ama önce diş fırçasını bulmalıyım. Mağazalara girip çıkmaya başlıyoruz. Sadece eczaneleri ayırdedebiliyorum beyaz önlüklü tezgahtarlarından. İlaçları raflarda sıralanan porselen kavonozlardaki tozları ve sıvıları gözünüzün önünde karıştırarak hemen oracıkta hazırlayıveriyorlar. Ha bir de köşe başlarında kepenklerini kaldırınca çırılçıplak kalan, camekansız, duvarsız bakkallar var. Ama mağazalar hep aynı: Yetmişli yıllardan kalma, çok katlı ve loş. Hani her şeyin satıldığı uzun tezgahlar, onların arkasında da suratsız görevliler vardır çaktırmadan çaylarını yudumlayan. Tek fark: Burada çay yok.

İngilizce bilmeyenlerle Türkçe konuşuyorum artık. Nasıl olsa el kol hareketleriyle gayet iyi anlaşıyoruz. Sigaradan sararmış dişlerimi gösterip fırçalar gibi yapıyorum: Yok, yok, yok.

Sayısını anımsayamadığım bilmem kaçıncı mağazada, tam tezgahın karşısına geçip derdimi anlatmak için pandomim gösterisine başlayacakken, aniden bir adam bitiveriyor yanımda. Nerden çıktı bu? Şu yapışkan satıcılardan mı? Tehditkar bir tavırla süzüyorum: Uzun boylu, zayıf ve esmer, incecik bıyıkları var. Üstü başı eski püskü ama temiz. Tezgahtarla arama giriyor. Konuşmaları anlamıyorum. Fırçadan umudu kesip kapıya yöneliyorum.

Bizimle birlikte dışarı çıkıyor, yürümeye başlıyoruz. Nedense konuşmaya çalışıyoruz. Dilenci değil ne de olsa, bu saatte de bizi boğazlayamaz ya! Yine el kol hareketleri… Sevgilimin Fransızca'ya benzeterek çıkardığı sözcükler ve onun bildiği azıcık İngilizceyle hararetleniyor sohbetimiz.

Tarih öğretmeni. Bizi yolda görmüş, yardım etmek istemiş; birşey satmayacak, rahatsız etmeyecek, no problem, yabancılarla konuşmayı seviyor, diş fırçasını bulacak, evli, iki kızı bir de oğlu var, şehir dışında oturuyor. Peki biz neredenmişiz? Ne iş yapıyor muşuz? Evli miyiz? Yaşlarımız kaç? İstanbul, evet orasını duymuş.

Böylece salınırken yollarda sonunda buluyoruz meşhur fırçayı. Bir kapı eşiğinde gölgede laflamaya devam ediyoruz.

"Amma da muhabbetmiş" diyor sevgilimin sesi.

Konu dönüp dolaşıp politikaya geliyor. Ambargodan başka sorunumuz yok diyor, sadece sağlık. Biran konuşmanın gidişatından şüpheleniyorum, hafif bir sıkıntı basıyor içimi. "Kızım" diyor. Sonra da zorlukla nefes almaya çalışıyormuş gibi yapıyor hırıltılı sesler çıkararak. Ben anlamadıkça abartarak devam ediyor. İyice aptallaşıyorum. İşlek caddede o kadar garip bir görüntümüz var ki… Çaktırmadan çevreyi kolluyorum.

"Astımı varmış" diyerek son veriyor sevgilim sokak tiyatrosuna.

İlaçları bulamadığını, ithal edilenlerin de çok pahalı olduğunu anlatıyor bir çırpıda.

"Yalan mı söylüyor?" diye soruyor hayal kırıklığı dolu sesim.

"Yalan söylese ne olacak ki"

"Nasıl yani?"

"Vicdanın rahat edecek mi?"

"Dileniyor…"

"Hayır! Senden para istemedi. İstedi mi?"

"Tamam vereceğim birşeyler" diyerek elimi cebime atıp, beş dolarlık küçücük bir tomar çıkarıyorum. Faltaşı gibi açılan gözleriyle parayı tekrar tekrar sayıyor. Bir, iki, üç, dört, beş, bir, iki, üç, dört, beş.

Öylece dimdik duruyoruz karşılıklı. Hava sıcak ve ortalık gözlerimizi kamaştıracak kadar parlak. İfadesizim, o ise gülümsüyor. Elini uzatıyor yavaş yavaş. El sıkışıyoruz. Zoraki bir gülümsemeyle "kızın için" diyorum ve kendimden nefret ediyorum.

Taksiye kadar geçiriyor bizi. Tam arabaya binerken, şöför onu da evine atıp atamayacağımızı soruyor, yolumuzun üzerindeymiş.

"Niye kendi sormuyor?" diyorum.

"Utanıyormuş."

Ben salak olabilirim, o da turistleri avlayan kurnaz bir avcı. Fakat biz, ne kadar kirliyiz.

"Tamam, tabii ki."

Gömüldüğüm arka koltukta yol boyunca konuşmadan oturuyorum. Plaja varmak istiyorum biran önce. O turkuaz suyun serinliğini özlüyorum.

diYorum

 

Utku Ünal neler yazdı?

64
Derkenar'da     Google'da   ARA