Patronsuz Medya

Bir uzay macerası: Terketmek

Utku Ünal - 15 Aralık 2004  


Oturduğum yer rahatsız, tahta gibi sert. Yüzlerce küçücük koltuk kabinin içine tepeleme istiflenmiş, nefes almakta zorlanıyorum. Ama olsun, onca yıldan sonra kazanılan özgürlük için bu kadarcık sıkıntı şaka gibi.

Son zamanlarım bir çırpıda telaş içinde geçiverdi: Partideki mütevazi kutlama, sevgilimin dudakları, annemin gözyaşları, kardeşimin gece boyu muhabbetleri, sarılmalar, kucaklaşmalar, ağlaşmalar… Hepsi, hepsi arkamda kaldı. Şimdiyse içimde koca bir boşluk. Sanki ben ondan kaçtıkça, peşim sıra geliyor, hayallerimle büyüyor, besleniyor. Oysa heyecanlı olmalıyım nasıl şevkle çalışacağımı, her şeyi baştan kurmanın zevkine ortak olacağımı hayal etmeliyim.

Gürültüyle homurdanan motorların sarsıntısıyla yerimizde sallanarak, hoplayıp zıplayarak uçuyoruz. Bırakıp gidiyoruz yıllardır, taa savaş bittiğinden beri.

Yanımdaki kırk yaşlarında orta boylu, orta halli, güleç yüzlü bir adam. İnsana güven duygusu telkin ediyor.

"Merhaba."

"Selam."

"Ben Utku."

"Ben de Serdar, memnun oldum."

"Garip değil mi?"

Anlamayacağından korkuyorum bir an.

"Her şeyi bırakmak?"

"Evet her şeyi bırakmak."

Gülümsüyor.

"Sizin için öyle sanırım, fakat ben döneceğim, en geç bir yıl içinde."

"Öyle mi?"

Dönmek. Ya da hiç bırakamamak. Pencereden dışarıyı seyreder gibi yapıyorum. O da anlayışla elindeki kitabı karıştırıyor. Bir zamandır böyle çabucak yargılamazdım insanları, kendime şaşırıyorum.

* * *

Ağırlaşmaya başladı gözlerim.

O her tarafını köşe bucak bildiğim ve tüm bilincimi işlediğim korteksimden derinlere, çok aşağılara inip, bir rüyanın penceresine yaslandım. Karımı gördüm, uçuyordu. Sonra sakin saklı gelip, elini koydu elimin üzerine. Uyandım.

* * *

Sarsıntılar birden durdu ve sakin bir denizde yol alır gibi ilerlemeye başladık. Bu noktadan sonra 36 dakikamız var. Nedense konuşmak ihtiyacı hissediyorum:

"Geçici görevlisin o zaman. Nedir görevin?"

Yine güleryüzlü yanıt veriyor, alınganlık yok:

"Doktorum, gönüllü oldum."

Bir an zihnimde iki gün önce hastanede gördüğüm bir resim canlanıyor: Yanyana dizilmiş çocuklar, kollarının ve ayaklarının şekli değişmiş, koltuk değneklerine yaslanmışlar. Yüzümdeki endişeyi okuyor sanki:

"İklimi daha dönüştürülmemiş yeni kolonilerde çocuklarda felçlere raslanıyor. Bazen tedavi edilebiliyor."

Yanıt veremiyorum. Arkama yaslanıyorum gözlerim kapalı. Kısa bir sessizlikten sonra tekrar o sakin konuşması duyuluyor:

"O dev platformdan gemiye binerken son kez arkama baktım. Taa dağların eteklerine kadar devam eden ve artık yaklaşan geceyle beraber iyice koyu renklerde yamalı bir yorgan gibi tüm ovayı kaplayan tarlalar, onların arasına serpiştirilmiş yalnız ve ıssız çiftlik evleri, uzaklarda zamanın başından beri orada olduğunu bildiğim ama batan güneşin kızılıyla yıkanmasa bütünleştiği koyu lacivert gökyüzünden ayırt edilemeyen belli belirsiz sıradağlar, bu dünyadaki son günüme yakışır güzelliğiyle aklımın bir köşesine kazındı. Bu anı belki binlerce kere kurgulamıştım, ama şimdi tenime değen soğuk bir bıçak gibi gerçek olduğunu hissetim."

Muntazam tümcelere şaşırarak ona doğru döndüğümde günlüğünden okuduğunu farkediyorum. "Oyuncu" diye geçiriyorum içimden gülümseyerek.

"Bu dünyadaki son günün değil aslında?"

"Evet değil, senin için değiştirdim orayı okurken." Göz kırpıyor. "Ben dünyaya aitim, nasıl bırakabilirim ki?"

Hangi parçalarımı orada bıraktım, sayamıyorum.

"Gök kırmızı olacak" diyerek konuyu değiştiriyor.

"Ben pembe biliyordum ama…"

"Başta, değil. Ekmek ağaçları aşılandıktan sonra tohumları farklılaşacak. Bu hem havadaki kırmızı tozu seyreltecek hem de insanlardaki felci engelleyecek."

İlgiyle dinliyorum.

"Ha, şarapları da unutmamak lâzım, mükemmeldir."

Bana uzun uzun ekmek ağacının meyvelerinin toplanmasını, bir kısmının kurutulup peksimet yapılmasını, fazlaca olgunlaşmış olanlarının uzun tahta leğenlerde bekletilip mayallanmasını, tortularından arındırılmasını, şarabı bekletmenin inceliklerini, sert tadını yumuşamak için şekerli çiçek özlerinin eklendiğini, bu nedenle renginin maviye çaldığını keyifle anlatmaya koyuluyor. Kendiyle barışıklığı beni de rahatlatıyor, koltuğuma iyice yaslanıyorum.

Aniden şiddetle sarsılıyoruz. Daha demin sağlam ve güçlü görünen metaller eğrilip bükülmeye iç kıyıcı gıcırtılar çıkarmaya başlıyor. Koltuğun koluna sımsıkı yapışıyorum.

"Neredeyse on yıldır bu gemilerden yapmıyorlar artık."

Yanıt veremiyorum.

"Yolculukların başında yapıldılar ve sonunda da imha edilecekler. Ama dayanacak merak etme" diye teselli ediyor beni.

"Nerden biliyorsun?" diye kuşkuyla soruyorum.

"Bu" diyor "benim üçüncü gelişim ve de son ziyaretim."

Şaşkınlığımı kendime saklayarak pencereye uzanıyorum. Pembeyle karışık boz bulanık hayaller görüyorum aşağılarda. İniyoruz.

diYorum

 

Utku Ünal neler yazdı?

56
Derkenar'da     Google'da   ARA