Patronsuz Medya

Televizyon Yarışmaları ve İzdivaç Programları

Sinem Hürmeydan - 27 Mayıs 2013  


Bu aralar televizyonda yayınlanan ve adını bile hatırlayamadığım kadar çok sayıdaki yarışma programına takmış durumdayım. Bu yarışmalar önce bir iki tane olmak üzere başlayıp virüs gibi hızla yayıldı. Şimdi ise, bunlardan herhangi biri ile günün herhangi bir saatinde sihirli kutularınızı açtığınız zaman karşılaşmanız olası.

İzdivaç programlarına gelince, bunlar zaten hafta içi her gün, günün yarısını kaplayacak şekilde birkaç kanalda birden yayınlanmakta.

Önce yarışmalardan başlayalım. 90'ların başında çocuk olanların da gayet iyi hatırlayacağı üzere bizim zamanımızdan hatıramda yer eden "Bir Kelime Bir İşlem" vardı ki, şu an için bana çok cazip gelmemekle birlikte o dönemde ilgiyle izlediğim ve en azından zihin jimnastiği yaptırmak türünden bir faydası olan bir yarışmaydı.

Sonra Biri Bizi Gözetliyor (BBG) fenomeni yaşandı. Hatırlayacağınız üzere, BBG'de (bana göre ünlü olmak hevesiyle) bir araya gelen 12-16 kişilik bir grup dış dünyadan izole edilerek televizyon, internet, telefon gibi iletişim araçları olmaksızın bir evde belirli bir süre yaşıyor ve kendilerine verilen çeşitli görevleri yerine getiriyorlardı. Bu esnada izleyiciler, her hafta oylarıyla evden elenecek yarışmacıyı belirliyor ve yarışma süresinin sonunda evde kalmayı başaran kişi yarışmayı kazanıyordu. Yarışmanın sonucunda kazanan kişiye belirli bir para ödülü veriliyordu.

BBG de izlediğimiz hemen bütün diğer yarışmalar için geçerli olduğu gibi, yurt dışından ithal etmiş olduğumuz bir yarışma. Orijinali Big Brother olan ve ismini George Orwell'in romanından alan yarışmanın ilk yapımı Hollanda'da gerçekleştiriliyor. Daha sonra ise, temel yapı aynı olmakla birlikte yarışma pek çok ülkede çeşitli formatlar ve isimler altında yayımlanıyor.

BBG'yi diğer yarışma programlarından ayrı zikrediyorum çünkü bana göre BBG evleri, sosyal psikoloji için pekâlâ bir laboratuvar olarak araştırmacılar tarafından kullanılabilir. Zira dışarıda çok farklı yaşamlara sahip insanların bir arada bir evde, üstelik de günlük iletişim araçlarına erişimleri olmaksızın yaşamaları çok ilginç olaylara ve davranışlara sebep olabiliyor.

Bana en ilginç geleni de, yarışmacıların yarışıyor olduklarını unutarak sanki yıllardır bu insanlarla birliktelermiş ve hep o roldelermiş gibi davranmalarıydı. Daha açık bir ifadeyle, içinde bulundukları koşullara uyum sağlayarak yeni bir kimliğe bürünmeleri idi. Böylelikle BBG evi, psikolojide "situational attribution" (içinde bulunulan çevreye göre davranma olarak çevrilebilir) olarak geçen kavramı da destekler nitelikte bir gözlem evi gibiydi. Yani, psikolojik açıdan "normal" addedilebilecek insanların davranışları her ne kadar kişilik özelliklerinden de etkilenmekteyse de, bu kişilerin davranışları üzerindeki esas belirleyici içinde bulundukları çevre, durumlar ve ortama bağlı faktörler olmaktadır.

BBG ile başlayan Batı'dan ithal edilen "franchise" yarışma akımı, malûmunuz veçhile günümüzdeki yaygınlığına ulaşmış vaziyette. Hatta öyle ki, haftanın üç-dört günü, "prime time" olarak tabir edilen ve günün en fazla televizyon izlenen zaman dilimi olan akşam saat sekiz ile on bir arasında bu yarışmaların çokça izlenen ulusal kanallarda ardı ardına yayınlandığını görebilirsiniz.

Bu yarışmalarla ilgili biraz araştırma yaptığımda, yarışmaların menşeinin ABD olduğunu zannederken, çoğunun İngiltere kaynaklı olduğunu öğrendim. Örneğin, hiç izlemeyenlerimizin bile formatı hakkında bilgi sahibi olduğu en bilinen yarışmalardan olan ve üçünün de yapımı aynı prodüktör tarafından gerçekleştirilen O Ses Türkiye, Yetenek Sizsiniz ve Survivor'ı ele alalım.

O Ses Türkiye, "The Voice of Holland" adıyla ilk olarak Hollanda'nın RTL kanalında yayımlanmış, daha sonra Amerika'da ve diğer ülkelerle birlikte Türkiye'de de aynı veya benzer formatlarda yayımlanmaya başlamıştır.

Orijinal formatı yine İngiltere'de geliştirilen Survivor ile Yetenek Sizsiniz Türkiye (Got Talent franchise'ının bir parçası) İngiltere'den sonra Amerika'da yayımlanmaya başlanmış, daha sonra dünyada pek çok ülkede yayımlanmaya devam etmiştir.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, eğlenmek şu tezatların dünyasında kapana kısılmış insanoğlunun en doğal hakkı. Ancak ben kişisel olarak bu yarışmalardaki eğlence olgusunu anlayamıyorum. Bir çeşit anestezik etki yaratıyor da insanlar hafif dozda uyuşturulmuş gibi kendilerinden geçip bu yarışmaları izliyorlarsa onu bilemem. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa o da şudur: Televizyonun en çok izlendiği saatlerde, en çok izlenen ulusal kanalları işgal edecek kadar sık yayınlanan bunca yarışma varsa bu yarışmaları talep eden bir o kadar da izleyici var demektir. Serbest piyasa ekonomisinin en basit ilkesi arz-talep denkliğidir. Bu denkliğin önermesi ise basittir: Her arz kendi talebini yaratır, yaratamazsa ürün arz edilemez olur.

Biraz araştırdığımızda görünen o ki, bu yarışmalar tüm dünyada bir fenomen haline gelmiştir ya da getirilmiştir. Yani, hep yapmaya alışageldiğimiz gibi yurdum insanının, önüne her sunulanı kabul ettiğine ilişkin kolaycı yaklaşımımız maalesef burada işe yaramayacaktır çünkü bu milyon dolarlık yarışma ya da moda deyimiyle "reality show" sektörü tüm dünyayı etkisi altına almış bir virüs gibi. Bu işten olağanüstü kârlar elde edenler ise aksine bir avuç medya patronu olsa gerektir.

Çok farklı kültürlerden ve bölgelerden insanların bu yarışmalara ilgi duyması ırksal, cinsel, dilsel ve dinsel tüm farklılıkların ötesinde daha temel insansı bir özelliğe bağlanabilir. İnsanların dedikoduyu ve magazini sevmesine…

Ya da en azından bu şimdilik benim bulabildiğim tek açıklama…

Madalyonun bir de öteki yüzü var: Arz-talep ilişkisinden devam edecek olursak, karlı bir ürün olarak arz edilen bu yarışmaların müşterisi (yani talep sahibi) sadece izleyiciler değil, aynı zamanda bu yarışmalara katılanlardır da. Zira katılımcıların talebi olmasa ürün seyircisine ulaşamayacağı için sonuç yine arz edilemezlik olur.

Yorumlar

Neil Postman'ın "Televizyon, Öldüren Eğlence" adında bir kitabı vardır. Bu kitapta genel olarak hakikatin imaja yenik düştüğünü ve her şeyin "eğlenceli" bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiğini anlatır Postman.

Müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkisizleştirdiğini, hafızanın kaybolduğunu ve algılama yeteneğinin azaldığını söyler. Hatta hayatımız hakkında karar veren politikanın bile, artık bir fikirden çok bir görüntüye dayandığını, halkın zihnine kazınacak görüntüleri bir imaj yöneticisinin tasarladığını, cilaladığını, en sonunda ortaya çıkan "şovmen politikacı" tipinin, partinin yerine geçtiğinin müjdesini verir.

Taksim olaylarıyla büyüyen ayaklanmaya dair hiç bir haber yapmayan Medya'ya, ilk günlerde epey öfkelenmiş, gerçekleri sakladığı için verip veriştirmiştim. Birkaç gündür Medya (yazılı basın / televizyon) kendini topladı ve atağa kalktı. Hem de ne kalkma!

Şimdi büyük bir üzüntüyle, özellikle de televizyon için, acaba hep öyle sessiz, sırtı dönük, dam üstünde saksağan mı kalsaydı diyorum. Çünkü Taksim'le başlayan ve bu memleketin tarihinde bir ilk olan ayaklanmayla, ardından gelen direnişi; (siz böyle şeyler her zaman olmuştur, örneğin: yıllardır eylem yapan cumartesi annelerine bakın, ne polise taş attılar, ne de yakıp yıktılar diyen kanaat önderlerine fazla aldanmayın) gözümüzün önünde ve gözümüze baka baka, üst paragraftaki gibi bir enformasyon bombardımanına çevirip, her şeyin ruhunu bir damla kutsiyet kalmayana değin, paramparça ediyorlar.

Deniz Türkoğlu - 8 Haziran 2013 (17:17)

Bahsettiğiniz kitabı sipariş verdim. Gerçekten de ve maalesef medyanın gücü yadsınamaz boyutlarda. Özellikle de Türkiye gibi kitap okuma oranının on binde bir (bu oran Avrupa'da yüzde yirmi cıvarındadır), televizyon seyretme oranının ise yüzde 90 dolaylarında olduğu bir ülke için bu güç, çeşitli odaklarca kitleleri kılını kıpırdatmadan istenildiği şekilde yönlendirmek için rahatlıkla kullanılabilir.

Sözünü ettiğiniz enformasyon bombardımanı ile insan zihni o kadar fazla çatışan sinyal almaktadır ki, her halde sonunda zihin ya duyarsızlaşmakta ya da çoğunlukla çareyi "reality show" larla dizilere kaçmakta bulmaktadır; bu ise elbette kolaycı bir yaklaşımdır.

Ben bu nedenle televizyona ve gazetelere çok temkinli yaklaşırım. Haberleri takip etmekte ise şartsız sarıldığım ne bir televizyon kanalı ne de bir gazete vardır. Bilirim ki tek taraflı haber alarak aslında doğru haber alma hakkımı kısıtlarım. Bu ise uğraştırıcı bir iştir elbette, farklı ideolojilerle veya siyasî gruplarla özdeşlemiş farklı kanalları ve gazeteleri çapraz kontrol yapma misali takip etmeye çalışırım.

Şu aralar Alev Alatlı'nın son kitabını okuyorum: Beyaz Türkler Küstüler.

Alatlı'nın Türk basınına yönelik eleştirilerini biliyorsunuzdur. Türk Basınını, genel itibarıyla "sarı basın" olmakla eleştirir. 1900'lü yıllarda Amerikan basınını tanımlamak için kullanılan bu kavramın en belirleyici özelliği "skandal tellâllığı" ve "sansayonalizm" dir." Bence son olaylarda "sarı basın" lığı, sus pus kalan medya da, haberleri sürekli aktaran kanallar da sergiledi. Son kitabında ise "kontrollü haber" kavramından söz eden Alatlı "kontrollü haber" i "kamuoyunu yönlendirmeye talip kurum, kuruluş ve eşhasın "halkla ilişkiler" şirketleri aracılığıyla yayınlattıkları haberler" olarak tanımlıyor.

Tüm bunları bir arada değerlendirince, gazetelerden okuduğum ve televizyondan izlediğim şeylerle zihnim arasına bir miktar mesafe koymadan edemiyorum.

Sinem Hürmeydan - 10 Haziran 2013 (21:34)

Sinem Hanım, bana sorarsanız mesafe koymaya bile gerek yok. Bu sabah gene bombalarla uyandık ve haliyle o toz duman içinden televizyonlara, gazetelere, yazan konuşan insanların neler söylediklerine baktık. Bir de ne görelim, dün farklı konuşanlar bugün hafıza kaybı yaşıyorlar. Herkesin gene kendi doğruları ve kendi vicdanıyla baş başa kaldığı zamanlardan geçiyoruz anlaşılan.

Deniz Türkoğlu - 11 Haziran 2013 (13:29)

diYorum

 

Sinem Hürmeydan neler yazdı?

69
Derkenar'da     Google'da   ARA