Patronsuz Medya

Şişkinler

Seyit Balkuv - 24 Mayıs 2009  


Yakın zamanda bir hata yaptım.

Kendisini ağabey olarak gördüğüm bir arkadaşım başka bir arkadaşıyla sohbet ediyordu. Mekânda sadece yakın ahbapların bulunmasının verdiği rahatlıkla, konu sıklıkla değişiyor, dereden tepeye atlayıp duruyordu. Futbol, havalar, sular, kadınlar, çocuklar ve illâ ki politika sohbetten nasibini alıyordu.

Lâf politikadan açılınca sohbetin kalitesi iyice düştü, olgulara bakış ve çözüm önerileri sığlaştı hatta seviyesizleşti. "Bu millet adam olmaz" uvertürüyle başlayan geyik, "sallandırcan iki tanesini" ara sıcaklarıyla devam ederek, "topunu gebertecen" pornografisiyle taçlandırıldı diyeyim gerisini siz anlayın.

Aslına bakarsanız bunların hiç birine şaşırmadım. Çünkü ağabeyimizin fikrini, zikrini zaten az çok biliyordum. Herhalde kimseye bir faydası olmayacağını düşündüğümden olsa gerek bu nadide fikirler havada uçuşurken sessiz kalmayı tercih ettim. Geyik "hardcore" mertebesine erdiğinde ise kavga etmeden konuya dâhil olmam imkânsız hale gelmişti.

Neticede sustum ha sustum ve de şiştim ha şiştim. Hatta sonradan öğrendim ki, ben susup somurttukça geyiği çevirenler bana kusur bulmuşlar, "bir kötülüğümüzü mü gördü, neden kös kös oturdu" demişler.

Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra kafam kazan gibi olmuştu, canım çok sıkılmıştı ve kızmıştım. Aslında en çok, o sohbetin içinde sus pus oturan kendime kızmıştım. O gazla oturup fikir sahiplerine benim standardıma göre sert denebilecek mailler döşendim.

Tabii yüklü olduğum için yarattığım gerilimin topraklanması hem biraz sarsıcı oldu hem de vakit aldı. Neticede bir dizi mail trafiği yaşandı ve kimse kimseye küsmedi. Onların fikirlerinde değişmeler, esnemeler olmuş mudur bilmem ama ben kendi adıma bazı kazanımlar elde ettim.

Öncelikle, en büyük hatayı sessiz kalmakla yaptığımı fark ettim. Şimdi düşünüyorum da sessiz kalmayı seçmem, belki de onların düştüğü gafletten bile daha kötüydü. Babam gibi, bir süre suskun kalmış, neticesinde şişmiş, ardından patlamış ve yarattığım şok yüzünden konu ne olursa olsun kafadan haksız duruma düşmüştüm.

İnsan bir sorunun çözümü hakkında çok fazla kafa yormasa da, bir süre sonra uzayda uçuşan fikirler, çareler, kendi kendine gelip zihnimize takılıyor. Bir süre sonra fark ettim ki insan bazen yaşı, toplumdaki konumu, aile ilişkileri, iş ilişkileri, bilgisi, görgüsü, hayat tecrübesi, yazdığı kitapları, yakışıklılığı, güzelliği, zekâsı, espri yeteneği, sanatkârlığı gibi bir sürü sebepten dolayı başkalarını kendine göre düşük seviyeli görüyor veya tam tersi, yüceltiyor.

İşte fikir sahibi olduğumuz bir konuda sohbete dâhil olmamızı engelleyen dürtünün altında, karşıt fikir hakkında atıp tutan kişiyi kendimizle eşit görmemek yatıyor bence. Kendimizden düşük veya yüce görüyoruz onları. Kendimizle eşit görmüyoruz.

Kendimizden düşük görürsek onları değersiz buluyoruz, konuşmaya tenezzül etmiyoruz. Kendimizden yüce görürsek, kendimizi yeterince değerli bulmuyoruz ve bizim fikrimizin sığ bulunacağı ve aşağılanacağı endişesiyle konuşmuyoruz. Yani, ya bizim tarafı ağır basıyor terazinin, ya da karşı tarafı. Böylece susuyoruz, sustukça da şişiyoruz.

Kafamız öyle bulanmış ki, yaptığımız bu şeyin düpedüz ayrımcılık olduğunu bile fark edemiyoruz. Soracak olursan sapına kadar uygarız, duyarlıyız, demokratız. İnsan hakları, kadın erkek eşitliği hatta hayvan hakları gibi konularda mangalda kül bırakmayız. Bu uğurda, parayı basıp kol gibi kitapları deviriz. Amma velâkin, daha kendimizi karşımızdaki insanla gerçek anlamda aynı kefeye koyma marifetinden bile düpedüz aciziz, hatta aciz olduğumuzun farkında bile değiliz.

Yahu ne oluyor? İçimizde faşist düşünceler hortlamış da haberimiz mi yok? Yücelttiğimiz kişilerden gelen övgü ve tenkitler neden kimyamızı bu kadar bozuyor? Neden bizde orta ölçekli duygusal fırtınalar yaşatıyor? Kendimizi bu insanlardan aşağı görmemize vesile olan etkenler neler? Peki ya bazı insanları bizden aşağı bularak onlarla konuşmamamızın özrü nedir? Bizim de bir başkasından aşağı olduğumuzu kabul etmemiz mi?

İşte galiba benim bu olaydan kazancım, bu basit gerçeğin kafama dank etmesi oldu. Yani tam yukarda yazdığım gibi cüz cüz vahiy inerek olmadı bu tabii ki. Toz topraktan görünmez hale gelmiş çocukluk eşyam gün yüzüne çıktı, kaybettiğim bir şey yeniden elime geçti diyelim biz ona.

Şimdi böyle ortamlara dâhil olma durumunda kalırsam ve biri sazı eline alıp da akordu bozuk nameler döktürmeye başlarsa ilk fırsat bulduğumda "valla ben öyle düşünmüyorum" diyorum. İlk tepki şaşkınlık oluyor. Çünkü insanlar bazen anlamadığım bir sebeple, kafadan benim kendileriyle birebir aynı düşündüğümü varsayıyor ve bodoslama abuk sabuk muhabbetlere dalıyor.

Ardından uzun uzun ve sakince neden farklı düşündüğümü anlatıyorum. Onlar devam ederse ben de devam ediyorum. Hiçbir zaman politik konuları başlatan ben olmuyorum. Fakat biri başlatırsa susmuyorum, ilk fırsatta ben de fikirlerimi açıkça söylüyorum.

O kızıyorsa ben de kızıyorum, o sesini yükseltirse ben de yükseltiyorum, başıma gelmedi ama o küfrederse ben de küfrederim. Kimseye farklı davranmıyorum. Çünkü biliyorum ki karşımdaki kim olursa olsun ben de onun gibiyim, yani onunla eşitim. Yukarda, aşağıda olan yok. Cevap vermeye tenezzül edilmeyen veya cevap vermekten imtina edilen yok. Hepimiz biriz, hepimiz eşitiz.

Böylece yukarda bahsettiğim gerilimlerin hiç biri olmuyor. İnsanlar benim dediklerimi dinliyor. Meydan boş kalmadığı için konu azıtma, azgınlaşma noktalarına gitmiyor. "Tabii senin dediklerinde de doğruluk payı var" demeye başlıyor insanlar yumuşak, yumuşak.

Sonuçta kimse şişmiyor. "Aman lâfa karışmayım, gerilim yaşanmasın" diyerek muhabbeti sineye çekenler hariç. Onlar gerilimi boşaltacak bir kurban bulana kadar enselerinde kara bulutlarla dolaşıyor. Siz ise evinizde iyi bir uyku çekiyorsunuz. Tıpkı sohbet ettiğiniz karşı fikirdeki kişi gibi.

Kendini başkalarıyla eşit görmek ve fikrini söylemekten imtina etmemek aynı zamanda iki negatif duygunun yanınıza yaklaşmasını da engellemiş oluyor; öfke ve alınganlık. Zaten olaylar karşısında şişmemizin esas sebepleri de onlar.

Scott Adams'ın matrak çizgi kahramanı Dilbert "ahmaklık veya akıllılık diye iki farklı şey yoktur" diyor. Ve ekliyor "hepimiz ahmağız sadece ahmaklığın farklı seviyelerindeyiz". Yani olmadık kuruntular yüzünden meydanı ahmaklara bırakarak suskun kalmak veya ahmak pozisyonuna düşmemek için gözümüzde büyüttüğümüz birine cevap vermekten imtina etmek bir akıllılık göstergesi değil. Sadece ahmaklığın başka bir formu.

Babamın bet bir sesi vardı. Ama keyfi yerindeyse kimseyi takmaz havalara bakarak bir şarkı tuttururdu. İyice yaşlanıp nefes darlığı çekmeye başlayınca söylediği şarkı da iyice anlaşılmaz olmuştu. Ne söylediğini anlamamız için bir süre beklememiz ve önce bestenin ne olduğunu çözmemiz gerekirdi.

O kötü akortla Âşık Veysel'in bir dörtlüğünü çok söylerdi:

Kim okurdu, kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başka olmasa

Sonra da "Gördün mü bak! Fikir başka başka olacak tabii ki" derdi.

Babam bu türküyü sıkça söylerdi ama maalesef onun da "başka" fikirlere pek tahammülü yoktu. Öfke ve alınganlıktan nasibini haddinden fazla alır, şişer, sonra da hiddetle gürlerdi. Dörtlüğü söyledikten sonra bu çelişkili hâlini bazen şaka yollu kendisine hatırlattığımda beraber gülüşürdük.

Bu nefis dörtlük babamın mezarını yaptırdığım zamanlarda geldi dilime dolandı. Hem o çok sevdiği için hem de bizim için taşıdığı gizli latife sebebiyle babamın mezar taşında yerini aldı.

Yorumlar

Sık sık sorguladığım bir arıza halidir bu. Konuşmanın şehvetine kapılmış, atıp tutan birine hiç öyle düşünmediğin halde karşı çıkmamak hali. Onaylamamak da, ama susmak ve konu değiştirmek ya da geçiştirivermek.

Haklısınız, konuşan kendi fikrinde sabitleniyor biz böyle yaptıkça.

Ben de bunu çokça yapıyorum. Ama "niye yapıyorum" değil mi?

Bahsettiğiniz "eşit görmemek" bence de çok doğru bir tespit.

FAKAT: O şahsın fikrinin sabit olduğu, dinlemeyeceği ve konuştuğu konuya her yönüyle hakim olmadığı da çok belli. E, o zaman ben niye kendimi yorayım, enerjimi harcayayım. "Değmez, " diyorum ve hemen vınlıyorum. Ya konudan ya da o ortamdan ve insandan.

Böyle bir durumda nasıl eşit olunabilir ki? Gereksiz tartışmalara, anlamsız sidik yarışlarına ise ne gücüm ne de isteğim var.

Eşitlik ölçüm: Karşımdakinin ne kadar açık olduğu ve konuya farklı pencerelerden bakabilme isteği. Yoksa bunlar, o kişi ister altta ister üstte olsun farklı frekanslardayız ve hiç de eşit değiliz demektir. Ve hakkaten değmez. Bu durumda susmak ise beni hiç şişirmiyor. Ya gülüp geçiyorum, ya da "vah vah" diyorum.

Bu arada o kişinin olayı farklı bir pencereden görme fırsatını da elinden almış oluyoruz tabi. Belki de bencillik ve sorumsuzluktur bu yaptığım.

Neyse, bir daha sefere dediğiniz yöntemi deneyeceğim. "Ben aslında öyle düşünmüyorum, " diyerek başlamak söze güzel bir kilit açıcı olabilir. Ama dinlemezse, robot gibi konuşur ve bakarsa valahi de billâhi de vınlarım.

Dilek Y. - 25 Mayıs 2009 (13:09)

Filhakika, alınganlıkta despotça bir taraf görüyorum. Çünkü muhatabına koşul dikte ediyor. Sınır koyuyor. Yasaklar getiriyor. Suçlamalarıyla baskı altına alıyor. Yanılgısını "gerçeğin özü" diye dayatıyor. Alıngan insanın karşısında ister istemez kendine ket vurmak zorunda kalıyorsun ve aslında çekinmeden söyleyebilmen gereken birçok şeyi yutuyorsun. Böyle olunca, alıngan insan kendi şişkinliğiyle etrafındakileri de şişirmiş oluyor.

Şu kısacık yorumu bile yazıp yazmama konusunda dünden beri yazı tura atıyordum. Sonunda YAZI geldi.

Umarım kimse üstüne alınmaz.

Krişna Yumurti - 26 Mayıs 2009 (09:37)

Eskiden ben de konuşarak her sorunu çözebilirim sanıyordum. Burnum sürtüle sürtüle anladım ki, konuşmak, ancak konuşmaya sahiden niyetli en az iki kişiyle olabilen bir şey.

Karşında eğer senin değiştiremeyeceğin süreçlerden dolayı şişmiş şişmiş gerilmiş biri varsa, diyalog kurma çabaların bu şişkinliği daha da pompalayabilir. Öyle çetrefilli durumlar vardır ki, sorunu çözmek adına ağzından çıkacak her kelâm, var olan iletişimsizliği daha da körükleyebilir. Her sözün, zaten kanayan bir yarayı daha da kanatabilir. Kanamayı başlatan sen olmasan da.

Bazen susmak -ehveni şer kabilinden- en iyisidir. Tamam, şişersin, ama freni olmayan bir kırılganlığı yokuş aşağı yuvarlamaktan daha iyidir gene de.

Ben de o nedenle, birinci dereceden akrabalarımla mümkünse hiç tartışmamaya çalışırım. Özellikle de yaşça benden büyük olanlarla. Çünkü ne kadar yaşlanırsam yaşlanayım, onlar beni "ıngaaa" dediğim anda kafalarında tarif etmişlerdir ve bu tarifi değiştirmeye pek gönüllü değillerdir. Ağzımdan çıkacak "ıngaa" dışındaki her kelimeyi kendi var oluşlarına yönelik bir saldırı gibi algılama ihtimallerinden korkarım.

Küçük Co - 30 Mayıs 2009 (11:17)

Gelin şunun olurunu yapalım.

Kulağı ve kalbi sizi işitmeyen yaşını almış yakın akrabaları ayrı koyalım. Hadi bir de sırf fikir ayrılığı yüzünden size maddî manevî eziyet edebilecek mevki, makam imparatorlarını da görüşümüzden mahrum bırakmakla cezalandıralım.

Ama hepsinden önemlisi adrenalin fazlası yüzünden öfkeye, hiddete kapılmadan konuşamayacak durumdaysak muhatabımız kim olursa olsun susmakta fayda var derim.

Derim ama bizi öfkeden konuşamayacak noktaya getiren birinci etkenin suskunluk olduğunu, hırlaşmadan sohbet etmenin yolunun çok iletişim kurmaktan, çok konuşmaktan geçtiğini de bilirim.

Aslında radyo programlarında en uç fikirlerle Sultan Eyüp sabrıyla sohbet eden Ahmet Faruk Yağcı, susup şişmekle, muhabbette olmak arasındaki ince sınırın nereden geçtiğini en iyi bilendir her halde. Belki kendisi imdat eder de bizi bu dardan çekip çıkarır.

Seyit Balkuv - 1 Haziran 2009 (15:01)

Sevgili Seyit Balkuv, sazanlığımı hoşgörün, Ahmet Faruk Yağcı'ya izafe ettiğiniz yüksek sabır derecesi, sahabe olan Sultan Eyüp (Ebu Eyyub El-Ensari) için değil, Peygamber olan Hz. Eyyub için söylenmiştir; bütün vücudu kurtlu yara ile kaplandığı halde sabredip, isyan etmediği için.

İnşallah bu sazanlığım ukalâlık olarak algılanmaz. Derler ki, hiç bir şey yapmayanlar, hata da yapmaz. Sevgiyle.

Ali Sedat Çetinkoz - 1 Haziran 2009 (20:54)

Estağfurullah Ali Sedat Bey, sayenizde yeni bir şey daha öğrenmiş oldum. Bana da ev ödevi olsun; her iki Eyyub için biraz bilgi edineyim de muhteremleri mezarlarında dört döndürmeyim.

Seyit Balkuv - 2 Haziran 2009 (09:27)

Bu kadar atıftan sonra yazmasam olmaz. Seyit Balkuv'a güzel düşünceleri için gönülden teşekkürler ki alemin sabırlılarından saymam kendimi. Yazının yayınlandığı gün yorum yapmaya niyetliydim. Sonra vazgeçip yorumları okumak istedim. Değişik şekillerde davranmışlığım var. Karşıdakinin algı düzeyine göre bazen küçük müdahaleler, bazen upuzun bir nutuk, bazen de uzaklara dalıp gitmek örnekleri verilebilir.

Ferhat Kentel'in siyaset sosyolojisi seminerlerine devam ettim. Burada öğrendiğim en önemli itiraz şekli "karşıdakinin dilini kullanmama" şeklinde özetlenebilir. Kullanılan dil mücadele edilen ile aynılaşmayı ya da ayrışmayı sağlayan araçtır. Basit örnek: Size birisi "ayı!" derse asla "sensin ayı!" demeyin. Önce etrafa göz gezdirip bir ayı olup olmadığına bakın. Sonra düşünceli bir tavırla başka bir konudan bahsedin. Ya da susun, uzaklaşın, arkanızı dönün. Yani dili değiştirin.

Bir de mücadele ya da tartışma esnasında venn diyagramlarını gözümüzün önüne getirip konuştuğumuz kişi ile ne şekilde bir ortak yanımız var diye düşünmeli. Fazlaca bir ortak yan yoksa konuşmaya devam ve mücadele de gereksiz. Örneğin bir ortodoks kemalist ile tartışırken "Atatürk olmasaydı…" diye başlayan bir cümle kurulduğunda bende "game over" hissi oluşuyor. Yine selefî zihniyetli bir İslâmcı ile konuşurken de aynı duygulara sahip oluyorum. Hemen vazgeçiyorum. Nasıl olsa bir kesişim kümemiz olamayacak. Artık görüşmeyelim. Diyorum.

Ahmet Faruk Yağcı - 2 Haziran 2009 (23:38)

Ahmet Faruk bey, çok güzel yazmışsınız. Sizi sıkmıyorsam son paragrafta anlattığınız "game over" durumu ile ilgili bir senaryo yaratmak ve tutumunuzun ne olacağını bilmek isterdim.

Diyelim ki ortodoksun biri içinizi bayacak şekilde damardan geyiğe başladı. Kesişim kümesi sıfır. Fakat bu kez radyo programında değilsiniz, "teşekkür ederim iyi günler" diyemiyorsunuz. Eşiniz dostunuzla beraber bir grup içindesiniz ve ortamı terk edip gidemiyorsunuz.

Ortodoks arkadaş bir de gözüne kafa sallayıcı bir eleman kestirmiş, veriyor gazı, coştukça coşuyor. Böyle bir durumda ne yapıyorsunuz merak ettim. Gerçekten de konuşmaya değer bir durum yok belki de ama susacak olursanız ortodoks arkadaş "işte radyoda yedi düveli dize getirmiş siyaset padişahını şuracığa mıhlayıverdim" diyerekten ortamı testosterona boğmuyor mu?

Siz radyo programlarıyla tanımmış biri olduğunuz için "tavla şampiyonunu bir oyunda mars edip" namını yürütmek isteyen cengâverler karşınıza çokça çıkıyordur diye tahmin ediyorum.

Seyit Balkuv - 3 Haziran 2009 (12:00)

Seyit Bey, bir önceki mailimde büyük büyük lâflar etmişim. İşi daha samimi ifadeye dökersek; ben de ne yaptığımı bilmiyorum. Dediğiniz örnekte de susmak başka tarafa bakmak falan çok mümkün değil açıkçası. Bazen beyefendi ayaklarında olsam da çok zaman pisleşebiliyorum.

Bahsedilen ikililerle çok karşılaşıyorum. Birisi alttan odunu verirken diğeri ateş harlandıran ve de cümleleri "değil mi?" diye bitiren elemanlar. Masasında oturmuş Cumhuriyetin dinamitlendiğine dair dezenformasyon mailleri ve bor sayesinde cihan hakimiyetine ulaşacağımızın powerpoint sunumlarını okuyarak alim olmuşlar. Kimisine dozu ayarlı bir muhabbetle "senin kırk fırın ekmek yemen lâzım" demeye getiriyorum. Kimisine de "baba gel lâfı değiştirelim birbirimizin kalbini ya da kafasını kırmayalım" mealinde konuşuyorum.

En güzeli de gözleri açarak "bak harbiden ben bunu düşünememiştim, olaya sizin baktığınız açıdan bakınca doğru söylüyorsunuz" mugalâtası ile (ama gülmeden) nazikçe kabullenmek. Sonradan mail yazma işini çoktan bıraktım. Klavyenin şehveti küskünlüğe sebep olabiliyor.

Ahmet Faruk Yağcı - 3 Haziran 2009 (17:24)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

78
Derkenar'da     Google'da   ARA