Patronsuz Medya

Sefa geldi

Seyit Balkuv - 8 Nisan 2009  


Bazı insanlar daha çocuk denecek yaşta "ben mutlaka evleneceğim, şu kadar çocuğum olacak" derler ve genellikle de dediklerini yaparlar. Doğrusunu isterseniz, ben evleneceğime bile pek ihtimal vermezdim eskiden.

Evlendikten sonra ise "böyle bir dünyaya bir çocuk getirmek doğru mudur, gerekli midir" diye boş yere kafa yorduk durduk.

Malûm, entelektüeliz, her bir şeyi biliyoruz, alim olduk; bu akıllar o akıllar işte.

Kimseye çocuk yapmaları veya yapmamaları konusunda telkinde bulunmak istemem. Hatta "ay müthiş bir duygu şeker, mutlaka yaşamalısın" diyenlere de azıcık gıcık kaparım. Her insan kendi hayatını yaşar neticede. Ama baba olduktan sonra kendimde gözlemlediğim değişiklikleri meraklısıyla paylaşmak isterim.

* * *

Bundan yaklaşık üç yıl önce oğlum Sefa, annemin beni doğurduğu hastanede, eski adıyla Yahudi Hastanesi, yeni adıyla Karataş Hastanesi'nde dünyaya geldi. İlk ağrılar, hastaneye ulaşım, hemşireler, doktorlar her şey sorunsuz, her şey yolunda gitti.

Eski hastane binası -yani annemin beni doğurduğu bina- halen yerli yerinde duruyor. Daha sonra bu binaya yeni hastane binası eklemlenmiş, hastane büyütülmüş. Eski yapı tipik bir Rum yapısı, üç yüksek katı olan heybetli taş bir bina. Yeni yapı ise özensiz bir betonarme.

İlk telâşı atlatıp yerleştikten sonra fotograf makinamı alıp artık hastane olarak kullanılmayan, sadece birkaç yönetici odasının bulunduğu eski yapıya fırladım. Meraklı bakışlarla dolaştığımı gören Halkla İlişkiler'den sorumlu bir bey bana yardımcı oldu, tüm binayı gezdirdi.

Artık kullanılmayan hasta odalarını ve eski tıbbî alet edevatının sanki her an kullanılacakmış gibi yerli yerinde durduğu doğum odasını gezerken, annemin hangi odada yattığı, neler çektiğini, neler düşündüğü geçti aklımdan. Sonra ana giriş kapısının iki yanından çiçeklerle dolu bir bahçeye inen uzun merdivenlerden indim. Bu merdivenin basamaklarında yüzlerinde büyük bir mutluluk ve gurur ifadesi ile kameraya poz vermiş olan babam ve dedemi hatırladım. Aynı açıyı yakalamaya çalışarak birkaç poz da ben çektim.

Akşamüstü Sefa doğdu.

Doğum sırasında eşimin başucunda bir taburede oturuyordum. Günümüz tıp tekniklerinin de yardımıyla, normal doğum olduğu halde acısız ve çabucak aramıza katılıverdi Sefa. Tıpkı annemin benim doğurduğu zamanki gibi.

Doğumdan önce, oğlumla aramda oluşacak sevgi bağının, o iki üç yaşlarına geldiğinde, konuşmaya başladığında olgunlaşabileceğini düşünmüştüm. Bu bağın aslında onu görür görmez, daha doktorun ellerinde ilk banyosuna doğru giderken oluşacağını bilememişim.

* * *

Yıllar geçtikçe ve Sefa büyüdükçe zaman zaman geçmişe, kendi çocukluğuma kısa ziyaretler yapıyorum. Meselâ o bir yaşındayken televizyonda bir belgeselde 68 yılından bahsediliyor olsa, "işte" diyorum; "minik Seyit şimdi Sefa'nın yaşında, dizlerindeki emekleme acısından kurtulmak için yürüme çalışmaları yapıyor" .

Sefa'nın şirinliklerine, gelişimine sevindikçe anne ve babamın da benim için benzer duygular hissetmiş olabileceğini aklıma geliyor. Ateşlenip bizi telâşa düşürdüğünde, başucumda saatlerce bekleyen, alnıma soğuk havlu koyan annemi hatırlıyorum. Acaba o sırada annem de kendi küçüklüğünü hatırlayıp anne babasının ona nasıl bakmış olduğunu aklına getirmiş midir diye düşünüyorum.

Sonra aklıma büyük Sefa geliyor, belki o da günün birinde kendini babasının veya oğlunun yerine koyar, yaşadığı tüm mutlulukların, yorgunlukların, çatışmaların daha önce kendi annesi ile babası ve ondan önce de bizim anne ve babalarımız tarafından yaşanmış olabileceğini aklından geçirir diye düşünüyorum.

Sonra hayatı düşünüyorum ve tabii ölümü. Oğlumun ayakları üstünde durduğunu günü görene kadar hayatta kalma iştiyakı taşıdığımı fark ediyorum. Kendime tarihler biçiyorum. "Filân yılı göreyim yeter, fazlasını istemem" diye pazarlıklar yapıyorum küçük aklımla.

Bir de eski yıllara göre daha sulu gözlü olduğumu fark ediyorum. Şu yazıyı bile salya sümük olmadan toplamakta zorlanıyorum meselâ. Daha acı verici olaylara şahit olduğumda ise, değil ilgilenmek, olayla yüzleşmekte bile zorluk çekiyorum. Televizyonda bombardıman altında anne babasını arayarak çırpınan çocukları veya çocuklarını kaybetmiş ebeveynleri seyredemiyorum. Hemen kanalı değiştiriyorum.

İnsanoğlu hangi mazeret ile bir babayı çocuksuz veya bir çocuğu babasız bırakacak kadar zalimleşebilir? Bunu asla anlayamıyorum.

Yorumlar

"Başucumda saatlerce bekleyen, alnıma soğuk havlu koyan annemi hatırlıyorum…"

Anneler ve babalar cocuklarinin hastaliklarinda onlarin hemen yaninda onlarla birlikte hayata tutunuyordur aslinda…

Tam da o soguk havluyu koyarken, ya da geceler boyu basucunda beklerken… Cocuklarinin ellerinden tutup hayata tutunmalarina yardim ediyorlardir.

Alper Uzun - 11 Nisan 2009 (16:09)

En cok "malûm, entelektüeliz, her bir şeyi biliyoruz, alim olduk; bu akıllar o akıllar işte"; bu cumleyle yaziya tosladim.

Bu konu galiba az bucuk 'murekkep yalamis' herkesin aklina illâ ki takiliyor… Bu 'korkunc' dunyaya cocuk getirmek, sanki bir nebze, kendi nefsini doyurmak icin insanin, bencillik etmesiymis gibi geliyor. Bilmiyorum. Belki de oyle. Ama cocuklarin insani, yeni 'bir sey' haline getirdigi cok doğru. Oncelikle deli gibi baglandiginiz bir varlik var oluyor birden bire yanibasinizda. (Tam da burada, cocuklarina 'bagimli' ebeveynlerden olma korkusu carpar yuregimde, bu olmasin diye elimden geleni yapmaya calisirim; basarabilir miyim bilemem de, olsun…) Dusunceleriniz, duygulariniz, varliginiz bambaska bir seye evriliyor, en basta 'siz' degisiyorsunuz. Anne (bir kadin olarak sadece bunu tecrube edebildigim icin boyle yazdim) olmak o kadar degistiriyor ki insani, kendi kendine bile sasiyorsun bazen…

Yazin dunyasinin belki en belli basli kliselerinden biri olacak ama bir o kadar da gercek, bebegi gercekten gordugunuz o ilk an, gozlerin doldugu ve tastigi o an, efsane oldugu kadar var, degil mi?

Sevgi ve saygilarimlâ.

Ebru Yurtsever - 6 Mayıs 2009 (18:23)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

70
Derkenar'da     Google'da   ARA