Patronsuz Medya

Küçük işlere ben bakarım

Seyit Balkuv - 24 Şubat 2009  


Eski çalıştığım işlerden birinde şirket için gereken bir belgeyi bir devlet dairesinden temin etme işi bana düşmüştü. Resmî kurumun kapısına dayandım, birkaç sorgulamadan sonra konuyla ilgilenen kişinin odasını buldum.

Yetkili kişi beni alnının ortasında daire şeklinde bir izle karşıladı. Çünkü ben odasına girmeden önce, iki elini masa üstünde kavuşturmuş, kafasını da saatini taşıdığı kolunun üstüne dayamış şekerleme yapıyordu. "Olsun, kim bilir akşam ne ile uğraşmıştır" diye geçti aklımdan.

Belge uzmanı memur beye derdimi anlattım. Kendisi bana "istediğim belgenin teminin ne derece zor, hatta neredeyse imkânsız olduğunu" öyle uzun anlattı ki, konuşmasının sonunda alnındaki saat izinden eser kalmamıştı.

Belge temini ile ilgili umudumu yitirmeye başlamıştım. Son çare olarak memur beye "kurum dışında bir şahsın veya şirketin bize bu konuda yardım edip edemeyeceğini" sorma ihtiyacı hissettim.

Yetkili bey bana, "burasının resmî bir kurum olduğunu, üçüncü şahıslarla ilişkin doğrudan bir tavsiyede bulunmasının asla söz konusu olamayacağını" tatlı sert bir coşkuyla anlattı. Tabii ya, bendeki kafa işte, bir memura böyle incitici bir soru sorulur mu? Hemen memur beyden özür diledim. Verdiği bilgiler için teşekkür ettim ve yanından ayrıldım.

Tabii şirkette pek hoş karşılanmadım. Belgeyi alamadığım gibi izlememiz gereken yol hakkında en küçük bir fikir sahibi bile olamadan şirkete dönmüştüm çünkü.

Ertesi gün tanımadığım biri beni aradı. Söz konusu belgenin temin edilmesi ile ilgili bir danışmanlık şirketi sahibiymiş. Benim ismimi kendi müşteri "portföyünde" tesadüfen görmüş (bak sen). Benimle yüz yüze tanışmak istiyormuş. Üstelik bu beyefendi, lâf arasında, "eskiden, benim bir gün önce gittiğim kurumda çalıştığını, kısa süre önce kurumdan ayrılıp kendi işini kurduğunu" söylemeyi de ihmal etmedi. Ya, işte gördünüz mü, yeter ki insanın kalbi temiz olsun, problemler nasıl çözülüveriyor değil mi?

Hemen patrona uçtum, durumu anlattım. Koca bir "haahh işte" çekti, "işin doktorunu bulduk!"

Şimdi size bir bilmece: Yukarıdaki hikâyede kaç tane "küçük hesap" var bulun bakalım.

Saat izli bey, belge temin işinin ne çetin bir iş olduğu şişirdi durdu, bu bir. Aynı bey, devlet memuru olarak özel sektörden bir şirket veya şahıs tavsiyesi yapamayacağına dair bana minik bir hayat dersi verdi, bu iki. Danışman bey "beni tesadüfen bulduğu" tilkiliğini yaptı, bu üç. Lâf arasında kurumla arasındaki iş bitirici ilişkiyi çıtlattı, bu dört. Bendeniz de bu hikâyeyi sanki oyunun aktörlerinden biri değil de Sirius yıldızından yeni gelmiş biri gibi anlattım, bu da beş.

Küçük hesapçılığı sadece iş bitiricilikle sınırlı tutmak doğru olmaz. İliklerimize kadar nüfuz etmiştir küçük hesapçılık. Sevgilimiz, eşimiz çocuklarımız, akrabalarımız, kardeşlerimiz, iş arkadaşlarımız dâhil tüm ilişkilerimiz az veya çok küçük hesap virüsü taşır. Hava gibidir küçük hesap, her zaman her yerdedir, onsuz yaşam düşünülemez adeta.

Küçük hesapçılık, işini oldurmak isteyen insanın kutsal kitabıdır. Sevgilisi sevinecek diye hayvan postundan palto alan da küçük hesapçıdır, sevgilisinin gözünde değer kazanacak diye hiç âdeti olmadığı üzere sokak kedilerini mıncıklayan da.

Hedefe ulaşmak için her yolu dener küçük hesapçı, asla pes etmez. En çok karşısındakinin küçük hesap koleksiyonunu ortaya dökmeye, kendisininkiyle olan benzerlikler üzerine çeşitlemeler yapmayı sever.

"Bu ayakkabı daha elimize yeni geçti, biraz pahalı ama başkasının ayağında görme ihtimaliniz yok" der satıcı. Karşıdaki "ulan görsem ne olacak ki" demez de, "ha iyi" babında başını sallarsa ılık bir muhabbet başlıyor demektir.

Ölü eşek fiyatına ev almak isteyen, acil paraya ihtiyacı olan satıcı arar. Evi pazarlamaya çalışan, "bu evin sahibi ölümcül bir hastalığa tutuldu tedavisi için acil paraya ihtiyacı varmış" der. Alıcı "ya, öyle mi vah vah" der. Bu arada fırsatla ilgili mesajı alır, küçük hesabını yapar, yerine koyar.

Eşinden, sevgilisinden ayrılıp ayrılmamak üstüne kafa yoran kişi, diğer sevgilileri, serbest yaşamı, kafa dinlemeyi terazinin bir kefesine koyar, maddî ihtiyaçlarını, çocuklarının huzurunu, geleceğini öbür kefeye. Ve bir "hesap" yapar. Büyük değil, küçük bir hesap.

Dürüstlük üzerine mangalda kül bırakmaz küçük hesapçı. Her küçük hesapçıya göre kendisi hariç herkes küçük hesapçıdır. Kendi ise ya büyük hesapçıdır, ya da küçük büyük hesapla işi yoktur. Hesapta tabii.

Zira birileri tekerine çomak soktuğunda ya tuvalete saklanır ya da "bunca yolsuzluk oluyor da, bula bula benim küçük hesabımı mı buldunuz" makamından nağmelere başlar

"İşi bilcen, işe gitmicen" küçük hesap imparatorluğunun manifestosudur. "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diycen" ise en gizlemli, en ezoterik sırrı. En iyi küçük hesapçı zurnanın zırt dediği yeri en iyi bilendir aslında.

Mevlâna ile ilgili şu hikâye çok hoşuma gider: Mevlâna can dostu Şems ve dergâhındaki genç dervişlerle akşam yemeği yiyormuş. Şems birden yüksek sesle "yahu bu ne güzel bir sofra, keşke yanında bir de şarap olsaydı, ne güzel olurdu" demiş. Sofrada derin bir sessizlik olmuş; zira malûm, İslâm'da, hele dergâhta, içkiye zinhar izin yok.

Mevlâna genç dervişlere dönmüş, "ne oturuyorsunuz yahu, duymadınız mı, misafirimiz şarap istiyor, haydi koşun Yahudi mahallesinden iki şişe şarap getirin" demiş.

Bağlı olduğu tüm disiplini, tüm geleneği bir çırpıda silmecesine; sadece dostluk ve sevgi adına, hiç bir "hesap" yapmadan.

Tabii Şems şarap getirmeye kalkan dervişi durdurmuş. Amacı şarap içmek değil sadece Mevlâna'dan bu sözleri duymakmış çünkü.

Yine Mevlâna öyle "hesapsız" biriymiş ki, yaşına, başına, makamına, cübbesine bakmadan bakırcılar çarşısında bakır dövenlerin sesine kapılıp, herkesin ortasında toprağı tozutarak pervane gibi dönüyormuş.

Yahu, bu küçük hesap işi aslında göründüğü kadar küçük bir mesele değil mi yoksa?

Efendim, bu arada yazının başındaki belge ne mi oldu? Ne olacak canım, hiç zahmetsiz şıpınişi alıverdik pek tabii.

Yorumlar

Herkes küçük hesaplar yapmayı o kadar benimsemiş ki, sen uymadığında hemen etrafından birileri (bazen en yakınların) seni "keriz" ya da "entel" olmakla suçluyor. Yıllardan beri kimseye derdimi anlatamadığımı görünce ben de bıraktım artık işin ucunu. Ben doğru bildiğimi yapıyorum, onları da küçük hesaplarıyla başbaşa bırakıyorum, hiç değilse sinirlenmiyorum bu sayede.

Gül Yalındoğan - 27 Şubat 2009 (12:14)

Zaten bu kucuk hesaplardan dolayi gunubirlik yasamakta ve menfaatimiz ugruna herkesi ve her seyi acimasizca harcamaktayiz. Sonra da kucuk hesaplarimiz, hayatîmizin buyuk bir bolumunu kaplayip firsatci kisiliklere donusturmekte bizi… Hatta coktan gonulluyuz bile yeter ki isimiz halledilsin.

Kaleminize saglik. Guzel bir yaziydi. Sevgi ve selâmlarimlâ.

Alper Uzun - 27 Şubat 2009 (18:11)

Güzel bir yazı olmuş. Aklıma ilkel kabiller geldi. Lewis Henry Morgan'ın kitaplarından hatırladığım kadarıyla ilkel kabileler, av ve toplayıcılık ürünü fazlalarını komşu kabilelere dağıtıyordu.

Üstelik ilkel kabilelerde liderlik, beyaz toplumlardaki gibi üstün bir vasıftan çok, ağır bir sorumluluk getirdiği için kimsenin kolay kolay sırtlanmak istemediği sıkıcı bir görevdi. Üretim-tüketim ilişkilerinin yolunu belli bir sınıf kontrol ettiği sürece küçük hesaplar kişiliğimizi lekelemeye devam edecektir. Bu da zaten kapitalizmin kanımızı nasıl kirlettiğinin bir göstergesi değil mi? Bazen soylu amaçlar için savaştığını iddia edenler de, aslında en hayvanî (ilkel demeyeceğim çünkü ilkel insan çıkar nedir bilmezdi) güdüleriyle koşmuyorlar mı?

Mehmet Atılgan Aslan - 19 Mart 2009 (20:38)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

45
Derkenar'da     Google'da   ARA