Patronsuz Medya

Eğitim, yeniden

Seyit Balkuv - 6 Nisan 2010  


Kendisi de iyi okullarda okumuş, üst düzey yöneticilik yapmış olan bir arkadaşım çocukları için şöyle bir rota çiziyordu:

"Tüm servetimi onların en iyi eğitimi alması için harcamaya hazırım."

Arkadaşımın bu sözünden "en iyi eğitim" için çok para harcamak gerektiğine inandığı anlaşılıyor. Fakat daha başka neler düşünüyor bilmiyorum. Bilmediğim için de varsayımda bulunmamak en iyisi; kitaplar öyle diyor zira.

Sahi "en iyi eğitim" nasıl olmalı acaba?

Tabii "doğru eğitim" diye bir konu hakkında kafa yorarken mevcut veya idealize ettiğimiz eğitim sisteminin neye hizmet etmek üzere biçimlendirildiği, eğitim kurumunun yapı taşlarının hangi ideolojilerle yontulduğuna dair gerçekler var ki, İlyaz Bingül "Eğitim şart, neye ki" yazısında uzun uzun anlatmış onları.

Yani, "böylesine zıvanadan çıkmış bir dünyada idealist bir eğitimden bahsetmenin ne anlamı var, böyle saça böyle tarak" diyebilirsiniz elbette. Doğru da dersiniz, gemi bir rota tutturmuş gidiyor, geminin içinde olduğunuz sürece ne tarafa yürüdüğünüzün pek önemi olmadığını düşünebilirsiniz.

Olsun, kötü, karanlık düşünceler bulaşıcı ise iyilik de bulaşıcıdır elbet. Kör topal da olsa "oldurulmaya çalışılandan", "olması gerekene veya olana" doğru ağır ilerleyen, fakat önlenemez müthiş bir devinim var bana göre.

İnsan işaret parmağını ağzında ıslatıp havaya kaldırsa o devinim rüzgârının ne taraftan estiğini bulabilir. Zira sezgilere beslenmeyen akıldan genellikle hayırlı bir mamul çıkmıyor. Biz de bu hesapla "nasıl bir eğitim" konusunda kendimizce çeşitleme yapabiliriz. Hem böylece, "yav kardeşim işiniz gücünüz ona buna itiraz etmek, biraz da çözüm üretin" diyenlerin yüreğine bir nebze ferahlık hissi vermiş oluruz belki.

Ben eğitim uzmanı, eğitmen veya psikolog değilim. Doğru olduğuna inandığım şeyleri sohbet tadında yazmaya çalışıyorum. Herhangi bir iddiam yok. Yani bu yazı "eğitim konusunda yardımcı doçent rütbesinin altındakilerin fikrini dikkate almam" diyenler için pek uygun olmayabilir.

Yıllar önce bir köy kahvesinde şakacı bir büyüğümüz kahveciye içtiği çayı abdest suyuna benzeterek yüksek sesle söylenmişti. Kırk beş yaşlarındaki kel kafalı kahveci sinirden pancar gibi kızarmış "ulan ben otuz beş senedir çay yapıyorum, çayın nasıl yapılacağını senden mi öğreneceğim" diye söylenmişti. Hazırcevap amcamız hemen cevabı yapıştırdı: "Tabii benden öğreneceksin, sen otuz beş yıldır çay yapıyorsan, ben de elli beş senedir çay içiyorum, haberin var mı?"

Benimki de o hesap işte. Onca sene resmî tedrisattan geçmişiz, biraz uçuk da olsa, eğitim adına iki satır çeşitleme yapmaya hakkımız olsun değil mi?

İlk durak anaokulları

Bizim çocukluğumuzda anaokulu denen şey yok denecek kadar azdı. Zengini, fakiri, bütün ailelerin çocukları sokakta beraber oynardık. Çoğumuz anaokulu diye bir şeyin neye benzediğinden bile bîhaberdik.

Şimdi çocuk parklarında annelerinin veya bakıcılarının sıkı kontrolü altında plastik kaydıraklardan kayan çocukların dışında, sokaklarda oynayan çocuk görmek hayal oldu. Hatta uydu kentlerdeki parklar bile bomboş. Her biri bir köy nüfusu barındıran onlarca yüksek binanın arasındaki oyun alanlarında genellikle iç burkucu bir ıssızlık var.

Bu dönüşüm nasıl oldu ben tam olarak izleyemedim. Önce arsalara yeni binalar yapıldı galiba. Böylece çocukların oyun sahası olan tarlalar yerini araba geçerken oyunun dondurulduğu asfalt ara sokaklara bıraktı. Sonra arabalar çoğaldı, ara sokaklarda oyun oynanamaz oldu. Galiba tam o aralar anne babaların bilinçleneceği tuttu. Bu sıralarda anaokulları Hızır gibi imdada yetişti de modern velilerin yâresine merhem oldu diye biliyorum. Tam emin değilim tabii, buna benzer bir şey oldu galiba.

Bu aralar bizim burlarda herkes anaokuluna gider oldu. İnsanlar birbirine kafadan "sizinki hangi okula gidiyor" diye soruyor. Çocuklarına okullarının adları ezberletiliyor, sorulunca söylesinler diye.

Bir kısım anneler çetin hayat şartları karşısında çalışmaya mecbur kaldıkları için çocuklarını anaokuluna gönderiyor. Veya öyle olduğunu söylüyorlar. Zira onların bir kısmı aylık kazancının tümünü anaokuluna vermek durumunda kalıyor ki, çalışmayıp evde çocuğu ile ilgilenecek olsa ekonomik anlamda hayatlarında bir değişme olmayacak. Ayrıca çalışmadığı ve evde yapacak ipe sapa gelebilecek bir işi olmadığı halde çocuklarını anaokuluna göndermeyi tercih edenler de var. Bu veliler anaokuluna giden çocuklarının sosyal ilişkilerinin güçleneceğini düşünüyor olabilir, tam olarak bilemiyoruz tabii.

Anaokulları iyi vakit geçirme, sosyalleşme, oyun, insan ilişkileri gibi iddialarının yanında daha albenili bir özelliğini öne çıkarıyor: Okul öncesi eğitim.

Hani bir akşam yemeğine, tahmin ettiğinizin çok üstünde bir hesap ödeme durumunda kalınca, kazıklanmış olmanın burukluğunu teselli etmek için "fakat filân meze de gerçekten çok güzeldi" falan diye saçmalarız ya, acaba diyorum, anaokullarına onca parayı kaptıran veliler de o yüzden mi "ay, fakat çok şahane eğitim veriyorlar" türü tuhaflıklara kapılıyorlar?

Anlayacağınız, anaokulları çoktan "hoş vakit geçirme, sosyalleşme, şarkı söyleme, oyun oynama" mekânı olmanın ötesinde, birer eğitim kurumu olmuş da haberimiz yok. Ya da öyle olmamış ama öyle pazarlanıyor, artık her neyse yani.

Anaokullarında neler mi öğretiliyor? Sağdan soldan duyabildiklerim bile beni sandalyeden düşürmeye yetti. Daha bilmediğim kim bilir neler var? En masumu İngilizce eğitimi. Çocuklar "maay neeeeym iiiiz bilmemneeee" dedikçe anneler nasıl zevkten un ufak oluyor görmelisiniz. Sonra efendim, bilimsel ve sosyal projeler yapılıyor. Meselâ "dünya nasıl havada durur", "çevrenizdeki insanların tanıtımı", "baharda çiçekler nasıl açar" türü konular veriliyor öğrencilere. Öğrencilerin evde hazırlık yapıp okulda prezenteyşın yapması isteniyor

Tabii küçücük çocuklar böyle bir işin altından nasıl kalksın? Neticede hafta sonu veliler saatlerce çocukların projelerini yapıyor. Dışarıda güzelim bahar akıp giderken, apartman odalarında çocuklar televizyon seyrederken veliler elişi kâğıtlarından desenler kesip beyaz kartonun üzerine yapıştırıyor. Sonra gönülsüz çocuklarına nasıl prezzantasyon yapacaklarını anlatmaya çabalıyor.

Ertesi sabahın köründe çocuklar kartonları alıp okula sunuş yapmaya gidiyor. Bu sırada öğretmenler defterlerine not alarak çocuğun performansı hakkında velileri bilgilendiriyor. Sesi çok çıkmayan, yeterince cazgır olmayan çocuklar için psikolojik destek bile düşünülüyor, haberiniz var mı?

Proje hazırlanmadığı hafta sonları da yayılmak yok. Bu kez velilerle birlikte yine marş marş okula, portfolyo çalışması yapmaya. Havalı ismine bakıp aldanmayın, neticede veliler ve çocuklar hafta sonu okulda buluşuyor, çocuklar yaptıkları şeyleri annelerine gösteriyor veliler mutfakta kurabiye yerken çocuklar oyun falan oynayınca portfolyo çalışması yapılmış oluyor. Veliler de bu yaşa kadar adını bile duymadığı bir şeyin çocuklarına uygulanıyor olmasından büyük haz duyuyor pek tabii.

Başka uçuk şeyler de öğretiliyormuş anaokulunda. Meselâ uzaydaki kara delikler. Üniversite bitirmiş velilerin çoğunun bile ne olduğundan bîhaber olduğu, gerçek bilim adamlarının bile nasıl bir şey olduğunu tam olarak tarif demediği kara deliklerin daha anaokulunda öğretiliyor olması velileri güneşte unutulmuş Roma dondurması gibi zevkten eritiyor hiç şüphesiz.

Ayrıca tiyatro ve oyunculuk bilgisi de veriliyor. Meselâ düşmanları (yani Yunanları falan) yenerek kanlar içinde Türk bayrağını diken Mehmetçik tiyatrolarını veliler ayakta alkışlıyor. Bu arada parantez açarak bir bilgi vereyim: Geçenlerde benzer bir tiyatroyu izleyen AKP'li bir bakan, yumuşak bir üslupla, okul yöneticilerinden "küçük yaştaki çocuklar için savaş, kan ve şiddet içeren mizansenler yerine sevgi ve barış dolu olanları tercih etmelerini" salık vermiş. Böylece bir bakan olarak, bir ilk'e imza atmıştır her halde; "devinim ağır ama durdurulamaz" dediğim gibi.

Baştaki sözümüze sadakatle biraz da kendimce anaokullarındaki eğitimin nasıl olması gerektiğinden bahsedeyim. Bana göre bu sorunun cevabı çok basit: Bence anaokullarında eğitim denen şey topyekûn kaldırılmalı. Yani anaokullarının çocukları eğitmek gibi bir programı, böyle bir kaygısı olmamalı. Hatta örneğin çocuklara şarkı bile öğretilmeye çalışılmamalı bence.

Yanlış anlaşılmasın müzik olmasın demiyorum, müziği çocuklara öğretmek gibi bir kaygı olmamalı demek istiyorum. Örneğin çocuklar bir odada oynuyorken, bir köşede veya başka bir odada canlı müzik yapılabilir. İlgi duyan çocuklar oraya doğru yaklaşır, kendince söylemeye çalışır zaten. İlgisi olmayan ne yapıyorsa onu yapmaya devam eder. Aralarında gerçekten çok yetenekli bir çocuk varsa velisine haber verilir hepsi bu.

Müzik sadece bir uç örnek. Uzay, İngilizce, Biyoloji eğitimleri ve tabii ki proje, portfolyo gibi saçmalıklar da anaokulunda olmamalı bana göre. Onun yerine çocukların ilgi alanları gözlemlenmeli ve -o ilgi alanına göre eğitim vermek değil- o ilgi alanları içinde çocuklardaki öğrenme arzusunun tetiklenmesi üzerine kafa yorulmalı. Özel bir ilgi alanı yoksa da sabırlı olunmalı, çocuklar izlenmeye devam edilmelidir diye düşünüyorum. Bu konuya yazının sonuna doğru tekrar döneceğim.

Çocuklar hiç bir şey öğrenmese bile, kalabalık bir ortamda nasıl davranılması gerektiği, yemek yerken sıra beklemek, başka çocukların haklarına saygı duymak gibi toplumsal hayatın temel kurallarını, okul hayatının doğal akışı içinde kendiliğinden öğrenirler ki, anaokulunun misyonu için bu yeter de artar bana göre.

Belki böylece çocuklar anaokullarını sevmeye, okula istekle gitmeye başlar yavaş yavaş. Zira benim gözlemleyebildiğim kadarıyla çocukların çoğu zevkle anaokuluna gitmesi beklenirken evde bütün gün anneannesi, babaannesi ile kalmayı tercih ediyor. Eh, anaokulları gerçek okulların hazırlık dönemi gibi değerlendiriliyorsa, gerçek okulu sevmeme pratiği anaokulunda da yansımasını buluyor demektir.

Gelelim gerçek okullara; ilköğrenim, lise ve devamına

Belki söylemeye gerek yok ama yine de hatırlatmakta fayda olabilir; bu ütopik yazıda eğitimden kastedilen, çocukların üniversite sınavında iyi bir puan tutturmalarını ve kabul gören bir üniversiteye kapak atmalarını sağlamak değil.

Böyle bir kaygı olmadığına göre okullar eğitim politikalarını, eğitime yaklaşımlarını belirlerken şunları dikkate almalıdır bana göre:

1

Her yıl binlerce çocuk ilkokula başlıyor. Bu çocuklar hayatlarının ilerleyen dönemlerinde marangozluk, elektrikçilik, berberlik, terzilik, aşçılık, doktorluk, mühendislik, pilotluk, tarihçilik, din adamlığı, -babaları sayesinde- patronluk veya sayfaları doldurabilecek farklı meslek dallarından birini seçecekler.

Yani hepsi aynı işi yapmayacak. Bu yüzden hepsini mühendis, doktor, tarihçi vs olacak gibi aynı torna eğitimden geçirmek gerekmiyor. Ben mesleğim gereği az da olsa kullandım. Fakat her bin çocuktan sadece ikisi pratik hayatında kullanacak diye 998 çocuğa integral, türev, vb öğretmenin bir anlamı yok. Çünkü o 998 kişi integral, türev dersinden ittir kaktır geçip de iş hayatına katıldığında bırak integrali, bir üçgenin alanın nasıl hesaplandığını bile hatırlamayacak.

2

Yukardaki maddeyi destekleyici olarak fizik, kimya, matematik gibi pozitif bilimlerde, hâlihazırda epey yüksekte duran standart eğitim çıtası oldukça aşağıya çekilmelidir bana göre. Çıtanın seviyesi belirlenirken şu sorudan yola çıkılabilir: Gündelik yaşantıda ortalama bir insanın ihtiyacı olan teknik bilgi nedir?

Örneğin matematik adına dört işlem, alan ve çevre hesabı, hacim hesaplama gibi konular gerekli olabilir, fakat trigonometri pek gerekli olmaz. Gündelik hayatta çok nadiren gerekli olduğunda uzmanına veya kitaplara danışılabilir. Fizik adına hız hesabı, kaldıraç ile ağır bir şeyi yerinden oynatabilme veya makara sistemi ile ağır bir şeyi yerinden kaldırma gündelik hayatta gerekebilir. Fakat altında delik olan bir kovanın kaç saate dolacağı işimize yaramaz.

Örnekler çoğaltılabilir. Böylesine kırpılmış bir eğitimde, eğitim saatinin ne ile doldurulacağını düşünmenize gerek yok. İhtiyaç yoksa eğitimi günde dört saate düşürürsünüz olur biter. Yoksa siz de daha çok eğitimin daha iyi eğitim olduğu yanılsamasına inananlardan mısınız? Biraz incelerseniz, "daha çok eğitimin" üniversite sınavında daha çok puan kazanmak anlamına geldiği için böyle düşündüğünüzü görürüsünüz.

İnsanların insanca yaşayabilmek için üniversite bitirmek zorunda olmadığı, insanların doyumsuzluk ve arsızlık döngüsünün içine itilmediği, dünyanın kaynaklarını hoyratça tüketmeden kanaatkâr bir şekilde yaşayabildiği bir dünya hayal edin bu yanılsama ortadan kalkıverir.

İlköğretim yıllarında fizik, matematik veya diğer derslere verilen temel bilginin ötesinde ilgi duyanlar elbet olacaktır. Bu öğrenciler elbette ilgi duyduğu alanlara göre gruplanarak eğitim çıtaları yükseltilebilir. Bu hâlihazırda kısmen yapılan bir uygulama. Örneğin, lisede öğrenciler Matematik, Türkçe gibi farklı sınıflara geçebiliyor. Keza meslek liseleri de bu uygulamaya örnek olarak gösterilebilir.

Fakat bence çeşitlilik açısından uygulama çok yetersiz. Fırsat eşitsizliği de madalyonun diğer yüzü. Çünkü iş dönüp dolaşıp üniversite sınavında yüksek puan tutturup, bir kasta kabul edilme bozunmuşluğuna gelip dayanıyor.

3

Benim üniversitede okuduğum yıllarda bile bazı kitapları edinmek hayli zordu. Çünkü kitapların çoğu Türkiye'de bulunmuyordu. Bulunan kitaplar da çok pahalıydı. Tuğla gibi kitapları fotokopi çekmek de epey zahmetli ve fiyatlı olduğundan ofset tekniği ile kitap çoğaltıp pazarlayan arkadaşlar bile türemişti. Hatta bu işi yapan bir arkadaşımın adı Ofset Cemal'e çıkmıştı.

Şimdi bilgiye ulaşmak o döneme göre inanılmaz kolay ve çabuk hâle geldi. İnternet sayesinde oturduğumuz koltuktan kalkmadan dakikalar içinde muazzam bir bilgi hazinesine ulaşma şansına sahip olduk. Gelgelelim eğitim sistemi adına reform yapmak gibi bir geleneğimiz olmadığı için bu yeni koşul topyekûn görmezden geliniyor.

Daha önce Necdet Şen'in "Çocuğun istikbali söz konusu" yazısında bahsedildiği için üzerinde çok konuşmak istemiyorum. Fakat özetle, eğitim sistemi belirleyicileri, bilgi çağını iyi okumalı ve internette dakikalar içinde öğrenilebilecek bir bilgiyi çocuklara boş yere ezberletmeye uğraşmamalı diye düşünüyorum.

4

Pozitif bilimin dışındaki tarih, edebiyat, felsefe, din bilgisi gibi dersler ise öğrenciyi anasından doğduğuna pişman edecek şekilde değil, basit ve temel anlamda anlatılmalıdır. Öğretilmeye çalışılmamalıdır, sadece anlatılmalı, anlatılan şey yüceltilmemeli, lânetlenmemeli, gurur vesilesi yapılamalı sadece film şeridi gibi ne olduysa o şekilde anlatılmaya çalışılmalıdır. Anlatılan şeyle ilgili farklı bakış açıları, farklı yorumlamalar varsa, bu yorumlardan da tarafsız bir şekilde bahsedilmeli, haklı haksız ayrımına girmekten kaçınılmalıdır diye düşünüyorum.

Diğer ders dallarında olduğu gibi buradaki amaç öğrencinin içindeki merak etme öğrenme arzusunu harekete geçirmek olmalıdır. Zira öğrenme denen şey ancak bir kişinin öğrenmek istemesiyle olur bence. Öyleyse ana amaç çocukların neye ilgisi varsa o konuyla ilgili öğrenme arzusunu tetiklemek olmalıdır.

Yine de bir kişide öğrenme arzusu olmadan o kişiye bir şey öğretilebilir mi? Öğretilebilir tabii. Nasıl olduğunu merak ediyorsanız mevcut eğitim sistemi altında yamulmuş mezunları şöyle bir gözlemleyin yeter. Bütün eğitim hayatı boyunca resmî tarih dersinden nefret etmiş, üniversitede kök söktüren meslek derslerinden hoplaya zıplaya geçerken, resmî tarih dersinden sürüne tırmalaya geçmiş bendenizin, okul bittikten sonra üste para vererek tarih kitaplarını okuması da bir diğer manidar örnek olarak verilebilir.

5

Sadece nakliye firmalarını ilgilendirebilecek Kütahya'da şeker fabrikası olması gibi bilgileri çocukların kafasına çakmaya çalışıp, bakalım iyi ezberlemiş mi diye sınava sokmak yerine çocuklara, gençlere günlük hayatta işlerine yarayacak bilgiler öğretilmelidir.

Örnek mi istersiniz? İlkokuldan üniversiteye kadar hiç kimse bana çek nedir, senet nedir öğretmedi. Bugün bile boş bir senede imza atmanın ne anlama geldiğini tam olarak bilmem. Üniversite yıllarında budala gibi kartvizitin arkasına tükenmez kalemle çarpı koymak yerine boş bırakırsak başımıza neler gelebileceği konusunda fanteziler üretirdik. Bilmiyorduk ki, kimse öğretmemişti ve öğretmeyecekti.

Bugün polislere taş attığı için hapis yatan zavallı çocuklara okulda böyle bir kanundan, böyle bir cezadan bahsedilse fena mı olurdu? Sizce o çocukların kaçı yaptıkları şeyin böyle bir cezası olduğunu biliyordu? Böyle bir cezası olduğu okulda öğretilse, acaba kaçı ısrarla taş atmaya devam ederdi? Okulda öğretmiyorsanız çocuklar yaptıkları şeylerin nasıl bir cezası olduğunu ne şekilde öğrenecek? 12 yaşındaki çocuk gidip hukuk fakültesi kitaplığındaki tuğla gibi kitapları mı okuyacak?

Hâkeza, hormonları fokurdayan ergenlik çağı gençleri, karşı cinsle ilişkiye girecek olsa ve bir şekilde ailelerden biri durumu mahkemeye kadar tırmandırsa, gençler nasıl bir ceza ile karşılaşacaklarından haberdar mı? Hangi yaşın altındaki bir kızla cinsel ilişkiye girmenin kanun önünde hangi cezaya yol açabileceği okulda değil de mahalle bakkalında mı öğrenilecek?

Yakın zamanda grizu patlaması yüzünden ölen madencilerin ardından şirkette çalışan bir maden mühendisi de gözaltına alındı. "Kim bilir farkında olmadan hangi kâğıtların altına imza atmıştır gariban mühendis" diye geçti aklımdan. Üniversitede onca yıl okuyan mühendisler, besbelli ki büyük olasılıkla bir fabrikada ara yönetici olarak iş bulacak. Bu gençlere temel iş hukukunu, iş güvenliği kanunlarını öğretmek nasıl olup da kimsenin aklına gelmiyor hayrete düşmemek elde değil.

6

Klasik anlamda eğitim, bilen kişinin bilgilerini bilmeyen kişiye aktarması şeklinde özetlenebilir. Böylece öğrenen kişi gerektiği zaman bu yeni bilgiyi hızla kullanabilir hale gelir. Böylece öğrenen kişi ihtiyacı olduğunda doğru çözümü bulmak için bocalamaz, vakit kaybetmez.

Ne var ki, öğretme/öğrenme süreci sonunda "ben artık bunu tamamen öğrendim, bunu her yönüyle biliyorum" diyen kişiler, o şeyle ilgili arayış içinde olma, algılarını açık tutma durumunu sona erdirebiliyor. İşlek beyni olanlar, öğrenmiş olduğu bilgiyi bir yana koyup yeni şeyleri öğrenmeye soyunuyor ve bu durumda iş malûmatfüruşluğa doğru gidebiliyor.

Neticede, öğrenilen her şey bir daha sorgulanmamak üzere zihnin bir yerine atılıyor ve bir süre sonra insanı benzer uyarılarda hep aynı tepkiyi veren sevimsiz bir papağana dönüştürebiliyor. Zira artık her şey biliniyordur, hiç bir şey için düşünmeye gerek kalmamıştır. Zihin bir zamanlar öğrendiklerini yarım yamalak tekrarlayan bir gramofondan fazlası değildir.

Yine bu bağlamda ateşli tartışmalarda sıklıkla söylenen "çocuklarımız din veya siyaset gibi konularda kendi özgür kararlarını verecek şekilde bir eğitime tabi tutulmalıdır" sözü de bir açmazdır (paradokstur) bana göre.

Çünkü eğitim ile anlaşılan şey, karşınızdaki kişiye bir bilgiyi, bir inanışı öğretmektir. Bu işi başardığınızda öğrenen kişi aslında kendi talebi olmadığı halde, bir konu hakkında fikir sahibi olur. Dışardan gelen bir bilgi adeta bir virüs gibi gelip, beynin bir yerine yerleşir. Ve elbette bu şekilde özgür kararlar alabilmek asla mümkün değildir. Başkasının bilgisi ile koşullanmış bir beyin ne özgür olur, ne de özgün.

Dolayısıyla yukarıdaki cümle belki şöyle düzeltilebilir: "Çocuklarımızı eğitme kaygısı içinde olmayalım ki din, siyaset gibi konularda kendi özgür kararlarını verebilen bireyler olabilsinler."

Bence aydınlanmış bir zihin niteliği ne olursa olsun, mümkün olduğu kadar çok bilgiyle donatılmış bir zihin değil, sonsuz bir öğrenme arzusunu içinde olan ve o öğrenme ve merak arzusu sayesinde öğrendiği şeyleri dahi doğru kabul etmeyen, onları tekrar tekrar sorgulayan zihindir.

Aslında buradaki anahtar nokta insandaki merak ve öğrenme arzusu oluyor bence. İnsan herhangi bir konuda öğrenme iştiyakı taşıyorsa, (özellikle yaşamakta olduğumuz bilgi çağında) bir öğreten olmasa bile ihtiyacı olan bilgiyi mutlaka öğrenecektir diye düşünüyorum. Fakat bu kanallar kapalı ise eğitmenin feriştahı gelse öğretilen bilgi kısır, sığ, cansız ve mekanik kalıyor. Öğretene de, öğrenene de hiç bir fayda sağlamadığı gibi filiz bularak başka zihinlerde yeşeremiyor.

O halde eğitmenlerin esas görevi, bir şeyler öğretmekten ziyade, çocukların ilgi alanına göre, onlardaki merak ve öğrenme aşkı duygularını tetiklemenin yollarını aramak olmalıdır bana göre. Bu işin nasıl yapılabileceğini ben de bilmiyorum ama bu konu üzerinde daha çok kafa yorulması gerektiğine inanıyorum.

Teknik konularda elde edilen birikim, elbette öğrencilere bire bir aktarılmalıdır. Elbette trigonometri dersinden geçemeyen biri uçak mühendisi olamamalıdır.

Fakat teknik olmayan, hayata dair konularda da eğitimciler aynı yolu izliyorsa, yani öğrencilerin öğrenmiş oldukları bilgileri tekrarlamasını bekliyorsa, bunu yapan öğrencileri mükâfatlandırırken yapamayanları cezalandırıyorsa, bu işte bir terslik vardır bana göre. Bunun yerine, herhangi bir konuyu her yönüyle çok iyi öğrendiğini, tüm detaylarını bildiğini iddia eden öğrenciler o dersi tekrarlasalar daha iyi olur bence.

Çünkü birçok düşünürün bahsettiği gibi ben de "gerçek denen şeyin bir kere yakalandığında bir kutuya konup istendiği zaman bakılıp faydalanılacak bir şey" olmadığına inanıyorum. O bence incelendikçe, bakıldıkça şekil değiştiren, herkesin penceresinden, günün her vakti farklı görünebilen bir şeydir. Belki de önemi olan gerçeğin kendisi değil, ona bakan gözün ne derece korkulardan, kaygılardan uzakta olduğu, ne derece halisane olabildiğidir?

7

Bana göre eğitim adına yapılan en kökten hatalardan biri de; bilgi ile öğrenen kişi arasına kalın bir çizgi çekilmesi, çizginin bir tarafındaki bilgilerin derlenip, çizginin öbür tarafındaki öğrencinin beynine boca edilmeye çalışılması durumu.

Böylece, insanın içsel dürtüleri ve sezgileri ile kendi kendine birçok sorunun cevabını bulabileceği ve kendi özgün yolunu çizebileceği gerçeği görmezden geliniyor. Resmî eğitimciler adeta çocukların bu şekilde dünyayı öğrenmesinden ve algılamasından korkarcasına, onların içinde saklı bulunan bu değerli yeteneği el birliği ile yok etmek için anlaşmış gibi davranıyor.

Bugün dünyadaki herhangi bir ibadethanenin kapısında görebilir misiniz bilemem, fakat bundan binlerce yıl önce Delfi'deki tapınağın kapısının üstüne "kendini bil" yazmışlardı. "Kendini bilmek için bu tapınağa gel" veya "kendini bilmek isteyen rahibi görsün" yazmıyordu. Sadece "kendini bil" yazıyordu. Belli ki, dünyayı, hayatı öğrenmek için en doğru kaynak olarak yine insanın kendi iç dünyası adres gösteriliyordu.

Fazla uçtuk, biraz da ayakları yere basan, yenilir, yutulur türden şeyler söylesek fena olmayacak galiba. Öyle ya, eninde sonunda eğitim çağına gelen çocuklarımız var. Onları eğitim için Delfi tapınağına gönderemeyeceğimize göre, elimizde fazla bir seçenek kalmıyor; her ne kadar hazzetmesek de kanunların belirlediği standart eğitim tornasından geçecek hepsi.

Demek ki çocuklarımız da kendi yollarını "olmayana ergi" metoduyla bulma kaderinde; "hep ters olanı görerek düze ulaşma durumu, hep yanlışı deneyimleyerek doğru hakkında fikir sahibi olma hâli" yani.

Biz anne babalara düşen ise her şeyden önce derin bir nefes alıp sakinleşmek, ağaçların arasında dolaşırken ormanı unutmamak, "en iyi eğitim" hezeyanlarına kapılıp çocuklarımızda kalıcı hasarlar bırakmamaya çalışmak olsa gerek.

"Çocuklarımı iyi eğitmek adına daha fazla ne yapabilirim" sorusu yerine "çocuklarımı eğitmek adına yaptığım hatalar ve sebep olduğum bir tahribat var mıdır" sorusu bizler için iyi bir başlangıç noktası olabilir belki de, ne dersiniz?

Yorumlar

Seyit Bey, anaokullarını öyle bir anlatmışsınız ki, tam da kızımı anaokuluna göndermeyi düşünürken iki arada bir derede kaldım. Tamam, belki orada bir sürü saçma sapan etkinlik yapıyorlardır. Ama küçücük çocuk evde benimle başbaşa bütün gün. Hiç olmazsa orada birkaç arkadaşı olur diye mecburen göndermek zorundayız.

Sizce biz hata mı yapıyoruz bu durumda? Eşimin sınırlı kazancını sokağa mı atıyoruz? Ne yapmalıyız?

Not: Cıvardaki oyun parklarında biracılar tinerciler cirit atıyor. Oralara götüremiyorum. Kendim korkuyorum en başta.

Sema Demir - 7 Nisan 2010 (14:34)

Merhaba Sema Hanım, çocuklarınızı anaokuluna gönderin ya da göndermeyin diye bir telkinde bulunmak benim haddimi aşar.

Benim amacım anaokullarını kötülemek değil. Keza anaokulları iyidir veya kötüdür diye bir şey de yok bana göre. Ben sadece onlara gereksiz anlamlar yüklemeyin yeter demek istiyorum.

Araştırmakta, müspet/menfi herkesin fikrini almakta fayda var elbette.

Tabii içinizden gelen sesi dinlemeyi de ihmal etmeyin bence.

Seyit Balkuv - 8 Nisan 2010 (15:23)

Sayın Sema Demir, sizi çok iyi anlıyorum. Benim oğlum da 4 yaşında fakat biz burada şanslı sayılırız. Etrafımızdaki parklar sadece çocuklar için. Çocuğunuzun yaşı kaç bilemiyorum ama arkadaşsız bir çocukluk geçirmese bence daha iyi olur. Yapabileceğiniz en basitinden akli salim sahibi olan bir anaokulu bulup birkaç gün hatta yarımşar gün olarak çocuğunuzu okula gönderip keyifli olduğunu izleyebilmek olsun. Zaten doğru yolda olup olmadığınızı size çocuğunuz gösterecektir. Bir de içimdeki ses bana diyorki: "Sakin ol Pınar, sakin. Uyma yalana dolana ve etrafına."

Pınar Balkuv - 8 Nisan 2010 (23:00)

Değerli Pınar Hanımcığım, ben de kendime aynen sizin gibi "Sakin ol Sema, sakin. Uyma yalana dolana ve etrafına." demek istiyorum ama benim kız süperaktif, aslında günün hiç değilse bazı saatlerinde evden uzak olsun da azıcık nefes alayım istiyorum.

Ama diğer yandan da endişeleniyorum, "ya bizim kız orayı da dağıtır, ikinci gün 'al şu mikrop kızını, biz istemiyoruz' diye geri gönderirlerse" diye. Galiba bu anaokulları bir aylık ücreti peşin alıyorlarmış. Her seferinde iki-üç gün için bir aylık üçret ödemek bütçemizi sarsar açıkçası.

Siz nasıl çözdünüz bu sorunu? Sizin oğlan uslu galiba.

Sema Demir - 9 Nisan 2010 (13:03)

İlkokula başladığım yıllarda anaokulu sadece, çalışan ama özellikle de öğretmen olan annelerin çocuklarının gittiği ve bizim gibi annesi evde olan çocuklar için söz konusu bile edilmeyen, şimdikilere göre oldukça mütevazı ve ücretsiz yerlerdi.

Bahsedilen değişim nerede, ne zaman başladı ben de bilemiyorum. Bir sürü karmaşık sosyal durum söz konusu olabilir. Fakat, çalışan kadınların çocuk bakmama konforunu kıskanan "benim neyim eksik" sendromuna kapılmış gün gezgini annelerin bu konuda ciddi yönlendirmesi olmuştur tahminim.

Okul hayatım boyunca sevgiyle andığım tek bölüm, 5 yıllık ilkokul dönemimdir. Ve bu da kesinlikle öğretmenimizin eseridir. O yıllar öğrencilerin 5 yaşından başlayarak üniversite sınavı için at gibi koşturulmaya başlanmadığı yıllardı. Bu dönemle ilgili hatırladığım hiç bir ders konusu yok aklımda. Kendisi de öğretmen olan bir arkadaşımızın annesi, derslerde yeterince matematik öğretilmediğini düşünerek kızını başka sınıfa aldırmıştı da imza falan toplayıp arkadaşımızı geri almıştık. O şimdi ODTU'lü bir mimar.

Fersan Cevriye - 9 Nisan 2010 (15:19)

Öğretmenimizin önceliği; bize birlikte yaşama kültürüyle ilgili temel değerleri vermek, kulağımızı müzikle, gözümüzü resimle doyurmaktı. Gezmediğimiz müze, fabrika, postane, meclis, baraj yoktu Ankara'da. Yerlere çöp atmamayı, telefonla konuşma adabını, tuvaletten çıkınca ellerimizi yıkamayı, temiz giyinmeyi, yemeği sıcaktan çatlayan melamin tabaklarda yememek gerektiğini, bağırarak konuşmamayı, herkese karşı özenli olmayı, aksırır tıksırırken ağzımızı kapatmayı ve daha birçok şeyi ondan öğrendik.

O yaşta bir sürü türkü biliyorduk. Öğretmenimiz saz ve mandolin çalardı biz söylerdik. Dersleri gruplar halinde işler kendi meclisimizi kendimiz kurar, konuları nasıl anlatacağımıza kendimiz karar verirdik. Ve her ders sunumunun sonunda kendi hazırladığımız tiyatro oyununu oynar, alkış alırdık. Okula zevkle koşa koşa giderdik. İdealim, bunun aynen uygulanmasıdır.

Velhasıl, çocuklar yetişkinlerin doyumsuzluğa çare ilâçları değildir, olmamalıdır.

Fersan Cevriye - 9 Nisan 2010 (15:20)

Açıkçası biz bu sene idare ediyoruz. Ben de sizin yaşadıklarınızı yaşıyorum, biraz nefes alsam diyorum. Çok da iyi, anlayışlı ve sabırlı bir okul buldum, fakat ben oğlum gitmeyi istemeyince göbek ata ata "hayhay oğlum" diyorum. Evdeki işleri çoğunlukla askıya alarak ve bugünlerin bir daha geri gelmeyeceğini düşünerek azami şekilde ikimiz için keyfini çıkartmaya çalışıyorum.

Not: E-posta adresimi bugün siteye girer girmez gördüm. Eğer siz de gördüyseniz daha fazla yazışabiliriz. Ne de olsa yorum bölümündeyiz.

Pınar Balkuv - 9 Nisan 2010 (16:29)

Sayın Balkuv (bayan olanı) son yorumunuzdaki "E-posta adresimi bugün siteye girer girmez gördüm" ifadenize biraz açıklık getirir misiniz? Yorumcuların e posta adresleri yayında gözükmez; siz tam olarak ne gördünüz, doğrusu çok merak ettim.

Büdütör - 9 Nisan 2010 (17:32)

Sayın F. Cevriye ve sayın P. Balkuv, doğrusu her ikinize de imrendim. Biriniz türkü söylüyor, diğeriniz göbek atıyor. Bu özelliklerinizi okuyunca, açıkçası kendimi donyağı gibi hissettim. Benim hiç öyle becerilerim yoktur, sadece güzel zeytinyağlı pırasa ve tavuklu pilav pişiririm, bir de karınca kararınca piano çalarım, o kadar.

Yukarıdaki sözünü ettiğim özelliklerinizi okuyan eşim de "bu bayanlarla evli olan erkekler yaşadı, baksana, şarkı türkü göbek dansı gırla" dedi. Benden iletmesi. Umarım eşleriniz kıymetinizi biliyordur.

Son olarak sayın P. Balkuv'a özel bir soru: Hani çocuğunuz "okula gitmek istemiyorum" deyince siz de göbek ata ata "hayhay oğlum" diyormuşsunuz ya; çocuk bunu size evde mi söylüyor, sokakta mı?

Sema Demir - 9 Nisan 2010 (17:52)

Sokağa adımımızı atmışsak eğer o günün etkinliği bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Zaten hayatı tanımak dört duvar içinde olmuyor ki. Yeni insanlar, evin içinde göremeyeceği her şey canlı canlı sokakta. Bazen evde tıkılmanın dayanılmaz tekdüzeliğini ona daha fazla yaşatmamak için bir alternatif için sorarım. Hatta sormadan önce elimden geleni yapıp sorudan uzaklaşmayı denerim. İşte böyle. Bu arada eşinize iletirseniz, göbek dansında başarılı değilim maalesef. Piyanoda fena sayılmam.

Pınar Balkuv - 9 Nisan 2010 (20:18)

Pınar Hanım'a sorduğum soruya sanırım cevap alamadım. Ben yine de herkes faydalansın diye açıklamaya çalışayım.

Yorum formunda sizin kendi adınızı ve adresinizi görmeniz normal, çünkü onu oraya siz yazdınız. Size kolaylık olsun diye (yani her seferinde tekrar yazmak zorunda kalmayın diye) bilgisayarınız adınızı ve e posta adresinizi hatırlıyor.

Ama sizin adınız ve adresiniz sadece sizin bilgisayarınızda, size (bir de merak edip ensenizden bakarlarsa oğlunuza ve eşinize) görünür. Dolayısıyla muhatabınız Sema Hanım kendi bilgisayarından Derkenar'daki form alanına bakınca orada sizinkileri değil kendi adını ve kendi e posta adresini görecektir.

Başka türlü açıklamak gerekirse, televizyona baktığınızda siz Zeki Müren'i görürsünüz ama Zeki Müren sizi göremez.

Büdütör - 10 Nisan 2010 (21:26)

Sayın Büdütor, merakınızı gideremedim, yani size bir cevap yazamadım. Sizin sorunuzdan önce sevgili ve anlayışlı eşime de aynı konuyu iletince 'haa'demiştim. Anladım ki Sema Hanım benim e posta adresimi göremiyor. Sema Hanım isterse, ne şekilde olur bilemem ama adresimi verebilirim. Çocuk konusunda yardımcı olamadık ama belki piyanoda başarılı olabiliriz. Zeki Müren bizi görse ne olabilirdi ki?

Pınar Balkuv - 10 Nisan 2010 (22:55)

Muhterem Pınar Hanım, Zeki Müren sizi görebilseydi, ona Zeki Müren değil "Big Brother" dememiz gerekirdi.

İsteğiniz üzere, e posta adresinizi Sema Hanım'a ilettim. Şimdiden hayırlı yazışmalar dilerim.

Büdütör - 11 Nisan 2010 (12:15)

Seyit Bey, haklılığınızı doğrunun onaycısı olsam, şak diye doğrudur damgası vurarak fikirlerinizi en doğru ilan ederdim.

Bizzat eğitiminde tahribata uğramış bir öğrenciydim. Köyde öğretmenlik yapan babamın tayini çıkmamıştı biz ortaokul yıllarına geldiğimizde. 3 kardeş mevsiminden önce savrulan yapraklar gibi dağıldık okumak adına. Her birimiz bir yatılı okulda.

Ablam ve ağbim neler yaşadı bilmiyorum ama ben hâlâ o dönemlerden aldığım hasarın tamiri içindeyim. Devlet sahip çıktı sözde. Gittik bir devlet parasız yatılı okuluna. Tabi önce bir ay kabul buyuruncaya dek onlar, memleketimin bir okulunda başladım ortaokula. Alıştık derken okula şehre. Hop başka bir şehir başka bir okul.

Gittim ilk günümü unutamam sınıftaki. Sınıfın kapısı çaldım. Gel denen sesle ürkek adımlarla açıp girdim kapıyı içeriye. Anlattım durumu, yeni ve yatılı bir öğrenci olarak geldiğimi. Bu yüzden geçikmeli olarak geldiğimi. Elimden defterimi çektiğiyle fırlattığı bir oldu öğretmenin. Bizimle mi uğraşacakmış. Efendim niye geliyormuşuz. Şimdi nasıl yapacakmış.

Bir yığın göz bana bakıyordu. Ağlamayı bile beceremedim. Hırtlağıma düğümlenen kocaman bir gözyaşı vardı. Ama akmadı. Akamadı.

O gün öyle geçti. Pansiyona gittiğimde yeni bir hayal kırıklığı bekliyormuş beni. Bir şeyler sordu bir öğretmen. Cevapladım. Konuşurken ona "sen" demişim. "Siz" olmalıymış nasıl sen dermişim. Yerin dibine sokmak içinmi çabalıyorlardı merak ediyorum.

Birinci sınıfa erken gitmiştim. Bu yüzden ortaokul döneminde çok küçüktüm daha. Ve bir köy cocuğuydum neticesinde. Daha sessizdim. Daha ürkektim. Yoktu televizyonlar daha o kadar çok. Sadece annemin sesini duyduğum bir telefondan başka bir anne kucağım olmadı yarıyıl tatiline kadar.

Sonraki sene yani ikinci yıl tayini gelen babam beni memleketimde bir okula yazdırdı. Böyle başlayan bir eğitim hayatımı düzeltmeyi bırakın, ben kendini ispatlayamamış kişiliğimi bulmakta bile çok zorlandım. Eğitim sadece bilgi olmamalı. Sağlam kişilik her şeyin başı. Sağlam kişilik sağlam toplum.

Filiz Özdemir Gönüllü - 9 Temmuz 2010 (18:17)

Filiz Hanım, önemsiz detaylarmış gibi satır aralarına sıkıştırıverdiğiniz anılarınızın arkasında içi insan dolu koca bir çuval olduğu gözden kaçmıyor. Çuvalın ipini biraz daha gevşetip içindekileri Derkenar okurlarıyla paylaşsanız ne güzel olurdu diye düşünüyorum.

Seyit Balkuv - 10 Temmuz 2010 (22:43)

Elbette Seyit Bey, satır aralarına sıkıştırdığım o çuvalları, bitmeyen kâğıtlara serpiştirmekten memnunluk duyarım. Tabi öfkeyle birlikte acı ve biraz da gözyaşı. Şimdi, konuşurken daha kolay anlatıyor insan kendini. Çünkü konuşmanın imlâsı yok. Durup düşünmenin de. Ama yazarken bir dilbilgisi faciası olmak geriyor insanı.

Ortaokul yıllarına yatılı olarak başladığımı ifade etmiştim. Elbet ailem, bir öğretmen olan babam da, okumamız isteğindeydi. Onlar temiz duygularıyla ilerlememiz için emek harcamaktaydılar. Yalnız küçücük yaşta yatılı okula göndermek biraz düşünülmeliydi bence. Belki şehirde bir ev tutulup kardeşlerimizle ve annemle kalabilirdik. Yahut çocuklarının durumunu anlatan tayininin şehre gelmesini isteyen babamın dilekçesi kabul görür ve tayini hemen çıkabilirdi.

Ben otuzbeş yaşındayım şu an. Kızdığım öğretmenlerin adını bile hatırlamıyorum. Ankara'da Halide Edip Adıvar Lisesi'nin öğrencisiydim. Pansiyonuda okulla aynı bahçe içerisindeydi. İlk gün derse gittiğimde ingilizce dersi vardı. Öğretmen gerçekten durumu anlattığımda öfkeden elimdeki defteri sınıfın ta arka köşesine fırlatmıştı. Kızması haksız ve garipti. Vaktini fazlaca ayırıp bana eksik olan bilgilerimimi tamamalatacaktı sanki. Yoklamada bir fazla isim okuyacaktı o kadar.

Hızını alamamış olsa gerek, bir sonraki derste sorduğu ingilizce soruya cevap alamayınca saçımı tutup azarlayarak çekmişti. Sorunun cevabını biliyordum ama bir öğretmen de olsa sınıfa ilk girdiğimde bana davranışından dolayı ona susmuştum.

Küçük bir kentin insanıyım. Yatılı öncesi bir ay kendi memleketimde okumuştum dedim ya. Bu arada Çorum'luyum. İlk başladığım okulda ilk bir ay çok yol katetmemiştik. Ankara'ya Halide Edip Adıvar Lisesi'ne gittiğimde ilk yazılılar bitmişti. Beni yanına çağıran her öğretmen ikinci ders sınav yapılacağımı söyledi. O hafta yazılı trafiği çok yoğundu. Notlarımsa eğer ki toto loto türü bir şey oynansa muhtemel tutacak kadar bol sıfırlı ve birli. Hepsi bilememekten değildi elbet.

Filiz Özdemir Gönüllü - 12 Temmuz 2010 (01:11)

Evet hepsi bilmemekten değildi. Zordu benim için ailemden çok uzağa bırakılmak. Geceleri ağlamaktan yastığım ıslanır diğer tarafını çevirirdim. Girdiğim yazılılarda gözümün neminden yazıyı okumakta zorlanırdım. Sanki sorguya çekilmek için gelmiştim. Kimse alışmamı beklemedi. Kimse sormadı gözümdeki yaş niye.

Hoş ağlayan bir ben değildim, geceleri hıçkırık sesi gelirdi. Nasıl mı duyardım? Oda ayrı bir ilginçtir. Her hafta yatak koğuşları sırayla gece nöbeti tutardı. Nöbet sırası olan koğuştakilerde 2'şer saat sırayla nöbetleri birbirine devrederdi. Ne komik, daha onbir yaşındaki bizler uyanmakta zorlanırdık. Uyansak imza atmakta, ayakta 2 saat geçirmekte. Ya da nöbetçi masasında uymamak için gözlerimizi ayırırcasına bakmakta.

Kendimi yalnız hissediyordum. Özlem dolu. Aylarca annemin babamın kardeşlerimin sesini duymamak nasıl zordu. Kimin aklına giriyordu ders?

Aklımıza ders girmiyordu ama düzgün akmayan sular yüzünden kafamıza bit giriyordu.

Hiç zorla bir yemeği bitirmeye zorlandınız mı? Adını da tadını da orda öğrendiğim bir şeydi karnıbahar. Ama bulamaç haline gelmiş bir yemekti, şeklinin nasıl olduğunu epey bir merak etmiştim doğrusu. Ya anlatılmaz kötü bir tadı vardı. Yemekhanede bitmeyen yemeklere doğal olarak boşa gidiyor diye kızılırdı. Ama o gün o iğrenç şeyi yemek için bize çok ısrar etmişlerdi. Yiycem ama ağzıma koyduğumda midem ayağa kalkıyordu. Kısa zamanda boşalan yemekhane o gün tabaklarında karnıbahar bulamacı ile yüzünü buruşturan öğrencilerden geçilmiyordu.

Üst sınıflardan nöbetçi koydular başımıza. Yoklama defterine yemedi diye yazılıp ceza verilmekle tehdit ettiler. Ya inatla saatlerce başında oturduk. Yenmiyordu ya yenmiyordu. Aslında güzeldi yemekleri ama o gün o yemek korkunçtu. Ve bir işkenceydi resmen ısrarları. Çocuk zekâmızla bir kısmımız nöbetçileri oyalamaya çalışırken bir kısmımız da masaların kenarlarında bulunan çöplere çaktırmadan dökmeye çalıştık yemeği. Ağladığımı hatırlarım. Ve bir yirmi yıl karnıbahar yemediğimi de.

Filiz Özdemir Gönüllü - 12 Temmuz 2010 (01:51)

Okuldaki öğretmenlerden birinin soyadının Özdemir olduğunu duyunca canım kaynayıvermişti ona. Bayandı hem de, anne hasretim depreşti onunla konuşurken. Ankara büyüdüğüm köy öğretmen de kanımdan gibi geldi. Soyadı da Özdemir ya, çocuk aklı ya, akrabaysa diye ümit etmiştim. Konuşurken ona "sen" diye hitap etmeme çok bozuldu. Kızdı. Ve kibarlığı öğretmek adına hoyratça bir kabalıkla beni ikaz etti.

Şahıslara çok takılmak istemiyorum. Uzun bir zaman dilimi geçti o günlerden bu yana, o günlerde orta yaşlarda olan öğretmenlerin hayatta olup olmadıklarını bilmediğim için hayatını kaybedenlerin ardından da bir saygısızlık yapmak istemem.

Daldan dala konuyorum yazarken sanırım. Pansiyonumuzun salgın hastalıktan karantinayada alındığını yazmazsam içim sızlar.

Kullandığımız suya lagar suları karışmış. Biz farkında olmadan kullandık tabi. Ateşlerden kıvranıyoruz. Revirler dolu. Ağırlaşanlar hastaneye kaldırılıyor. Pansiyon karantinaya alındı. Giriş çıkış yasak. İnsanlar televizyondan izlemiş, çocuğunu almaya gelmiş, çocuklar verilmiyor. Haber verilmiyor. Medyadan içeri sızan olmuştu. Korkuyla sorulanlara cevap veriyorduk. Anlattık olanları. Müdür Bey görecek diye de aklımız çıkıyordu. Tifo salgını diye geldi haber.

En kötü haber de hastaneye kaldırılan arkadaşlarımızdan bazılarının öldüğüydü. Yıkılmıştık. Ha bire ateşlenenler oluyordu. Ben sadece bir günlük süren ateşle atlattım. Şanslıydım orda sanırım. Çok sevdiğim bir arkadaşımın da başında elimde ıslak bez sabaha kadar başında bekledim. Yarı baygın sabahlayan arkadaşımın öleceği düşüncesi beni tamamen çökertmişti. Ama kurtuldu sonunda o da. Hâlâ görüşürüz, hep der hayatımı sana borçluyum Filiz diye.

O günler medyada çok konuşuldu. Durumu yerinde incelemek için dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren gelmişti. Ama ne gelenler ölenleri geri getirdi, Ne de benim ve kayıpları yaşayan insanların acılarını dindirdi.

Filiz Özdemir Gönüllü - 12 Temmuz 2010 (02:27)

Bunları yazarken bir suçlu aramak değil derdim. Yalnış durakta bindiğim bir otobüs diyelim eğitimimize. Yol boyunca her gördüğü ağaça çarpan şöföre ehliyetsiz öğretmen. İnmeyi becerdiğiniz durakta da sizi bekleyen ailenizse Kapitalizm.

Sonrası hayal kırıklığı. Bir türlü toparlayamadım kendimi okul hayatımda. Sosyal hayatımda da çekingendim hep. Bildiğim halde azarlayacak korkusuyla yıllarca derslerde parmak kaldıramadım. Bu nasıl bir şeydi ya. Benim gibi insan olan bir öğretmenden niye çekinmeliydim ki.

Ama ortaokul yıllarım omuzlarıma çökmüştü. Kalkmadı bir daha.

Bir yanlış da lise seçiminde yaptık. Sayısalı dibe vuran birisi olarak nasıl oldu bilmiyorum Orta okul sonda girdiğim sınavda elektronik bölümünü kazandım. Meslek liselerininde eğitimi dillere şayan ya hani. Bol zayıflı ve aileden gelen bol azarlı senelerden sonra yıkımlı bir üniversite sınavı da cabası. Şehrimizde meslek yüksekokulunu yazdım nihayetinde. Onu da baskıyla ek kontenjanla.

Okullara geç başlamak benim kaderimmiş sanırım. Şimdi ne yaptığım merak konusuysa, evliyim, çalışmıyorum, iki kızım var. Bu sene ana okuluna başlayacak birisi. Onları yetiştirirken kendi yaşadığım duygulardan uzak olsunlar istiyorum hep.

Belki eğitimim tahribata uğradı, daha iyi yerlerde olma isteğim gerçeğe dönüşmedi. Direne direne çok güçlü bir kişilik kazandım. Ve kızlarıma oku diye emretmeyeceğim. Sizin yazdığınız gibi özlerindekileri bulup çıkaracağım.

Onsekizimde kendim sabahlara dek parmaklarıma teller oturuncaya kadar bağlama öğrenmeye çalıştım. Öğrendim, türküler söyledim ve hâlâ devam ediyorum. İstiyordum çünkü ve azmettim öğrendim. Ama Ahmet'le Ayşe'nin yaşını, o dolmak ve boşalmak bilmeyen lânet havuzun kaç saatte ne halt edeceğini ve örneğin çembere teğet geçen yayın açısını muhtemel çivi gibi beynime çaksalar ben yine çözemeyeceğim.

Aptal mıyım? Hayır. İstemiyorum sadece. Yaz desinler yazarım. Bağlama çal, türkü söyle deseler yaparım. Ben söylediklerinize bir örneğim sanırım. En derin saygılarımla.

Filiz Özdemir Gönüllü - 12 Temmuz 2010 (03:04)

Ne güzel yazmışsınız Filiz Hanım, aynı zamanda çok dokunaklı. Keşke sizin bu acı tecrübelerinizden süzdüğünüz bilgileri hap haline getirip evlâdını körlemesine eğitmek isteyen gözü dönmüşlere yemeklerden sonra birer adet içirebilseydik; sizin çektiğiniz acıları çekmeden bilgi sahibi olurlardı. İlacın ismini de Derkenar'dan kopyalayabiliriz: İdrakyum

Yorumunuzun sonunda "yaz deyin yazarım" demişsiniz. Ben diyeyim: "yazın". Sizde malzeme çok, sadece yorum olarak değil, yazar formuna girerek de yazın. Dilbilgisi imlâ arkadan gelir, yazdıkça düzelir. Editörün dilbilgisi ve imlâyla ilgili korkutucu yazılarından tırsmayın. Siz samimiyetinizi kaybetmeyin yeter, o dayanamaz yayınlar.

Seyit Balkuv - 13 Temmuz 2010 (10:54)

Sağolun Seyit Bey, zaman ayırıp ilgilenmeniz ve beğeniniz beni çok mutlu etti. Malzeme bol da ne demek, öyle çok ki. Kendimce yazdım hep. Paylaşmayı düşünmemiştim ama bir başlangıç olmalı artık sanırım. Ve bu başlangıçta sizin katkınız gözardı edilemez. Güzel gönüllere güzel duyguların dolması dileğiyle.

Filiz Özdemir Gönüllü - 13 Temmuz 2010 (12:08)

Filiz Hanım, kaleminize sağlık. Bir yazı göz yaşartıyorsa samimidir. Samimiyet ise tılsımlıdır. Bence de mutlaka yazın.

Mina - 5 Ağustos 2010 (03:44)

Teşekkür ediyorum Mina. Övgünüzdeki samimiyet yüreğimi tılsımlar diyarına çevirdi. Bu tılsımlı diyarda ilk açan çiçekte yüzümdeki gülümseme oldu. Okunmak istenirim de ben hiç yazmaz mıyım? Eşsiz bir keyifle yazarım hem de. Güzel gönlünüze sağlık. Kocaman sevgilerle.

Filiz Özdemir Gönüllü - 7 Ağustos 2010 (14:07)

Baya uzun yorumlar bunlar asıl konum çok güzel bir konu kısaca tabii

Canan Çelik - 7 Nisan 2011 (18:49)

Gündüz Vassaf, Radikal'deki 1 Mayıs 2011 tarihli yazısında sınav sisteminin gençleri nasıl heder ettiğini ve aslında hiç bir işe yaramadığını çok güzel anlatmış. Diyor ki:

Toplumdaki fırsat eşitsizliğinin nesnel görünümlü kılıfıdır testler.

Tesadüf değildir, test sonuçlarına göre en çok yoksulların çocuklarının geri zekâlı damgası yeyip özel alt sınıflara yollanmaları.

Tesadüf değildir, kişilik testlerinin sonuçlarına göre en çok yoksulların akıl hastanelerini boylamaları.

Dünyada en çok kullanılan zekâ testlerinden Stanford-Binet'yi geliştiren Terman, ABD'deki azınlıklara yönelik ırkçılığını şu sözlerle 'bilimselleştirir':

"Aptallıkları ırksal olmalı. Bunlara, Kızılderililer, Meksikalılar ve zenciler arasında olağanüstü sıklıkla rastlanması, ırklar arası zekâ düzeyi farklılıklarının ele alınmasını gerektiriyor. Bu toplulukların çocukları özel alt sınıflara konulmalı."

Amerika'da üniversiteye girişte ilk kullanılmaya başlandığında, yetenek sınavlarının düzenlenmesinde öncü rolü olan Goddard, hükümete yazdığı bir raporunda şöyle der:

"Sizin zekâ yaşınız 20, bir işçinin zekâ yaşı 10 olabilir. Sahip olduğunuz gibi bir yuvayı o işçi için de talep etmek saçmalık olur."

Ne yazık ki hâlâ birçok insan, üniversite diplomasının kişiyi otomatikman "aydın" ya da "seçkin" yaptığına inanıyor.

Aşağıdaki cümleler de aynı yazıdan:

Testlerin işlevi, gençleri heder etmek. Dershane sahiplerini, bunları geliştirip uygulamakta monopol sahibi test şirketini zengin etmek. Devletin, toplumdaki sınıfsal fırsat eşitsizliğini, sözde nesnel test sonuçlarıyla kamufle etmesini sağlamak.

Devletin, bilançosu milyonlara varan test sanayiini desteklemek yerine, her aday için yazı tura atması, daha adil, daha az masraflı, daha isabetli olur.

Sen üniversitede okuyamazsın! (Gündüz Vassaf - Radikal)

Durmuş Düşünür - 1 Mayıs 2011 (13:28)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

50
Derkenar'da     Google'da   ARA