Patronsuz Medya

Bir sor Allah aşkına

Seyit Balkuv - 22 Temmuz 2010  


Karı koca arasındaki itişmelerin, didişmelerin, doyumsuzluklarının ne kadar kronik ve de yaygın olduğunun farkında mısınız?

Bu öyle tükenmek bilmez bir malzeme ki, okunduktan sonra çöpü boylayan gazetelerin, bakıldıktan sonra çöpü boylayan eklerinde bu konular sakız gibi uzatılarak, Antalya böreği gibi yaydırılarak, büyük bir iştahla mütemadiyen işleniyor.

Tabii okuyucunun üstüne alınmasına sebep olup sinirini hoplatmadan, ne şiş yansın ne kebap yaklaşımıyla, genel geçer, kimsenin üstüne alınmayacağı, alınsa da gülüp geçeceği yuvarlak nasihatlerle. Hele bir de on soruda sizin ne mal olduğunuzu pat diye ortaya çıkaran bir anketle soslandığında tadından yenmez bu yazılar.

Herkesin eşine sinir olmak için geçerli bir sebebi var. İnsanlar bu sebepleri arkadaşlarına anlatıyor. Arkadaşları dinliyor, onlara hak veriyor. Kendi eşine yapamadığı radikal çıkışları uygulaması için arkadaşına salık veriyor. Sonra akşam oluyor, insanlar yüksek basınç altında evine gidiyor. O akşam istim fazlası boşaltılıyor veya başka bir akşam boşaltmak üzere bir miktar daha depolanıyor. Denge hâlinin bozulmaması için istimin tamamı hiç boşaltılmıyor. Bu şekilde ilişkiyi sürdürebilme hâline "denge" deniyor çünkü.

Tersi de geçerli; bu denge hâlinin idamesine "ilişki" deniyor. Bu şekilde ifade edilmese dahi böyle kabul görüyor.

Geçenlerde bir bayan arkadaşım "eşim bana hiç çiçek almıyor" diye serzenişte bulunuyordu. Kendisini bir süre dinledikten sonra şöyle dedim: "Eşiniz size her gün, her hafta, her ay veya her özel günde çiçek alsa bile sıkıtınız yine de geçmezdi, çünkü kısa süre sonra eşinizin bu hareketini de otomatizma içinde yapılmış, kanıksanmış bir davranış olarak algılardınız ve bu kez de bundan şikâyet ederdiniz."

Bence bu itişme halinin altında ehlileştirmeyi, kontrol etmeyi bir türlü beceremediğimiz bir içgüdü var: "Farklı olana yönelme, farklı olanı seçme" dürtüsü. Yani kırmızı balonlarla dolu bir odada bir süre kalan birinin odadan çıktıktan sonra biri beyaz, biri kırmızı iki balondan birini seçmesi istendiğinde her zaman beyaz balonu seçmesi durumu gibi.

Meselâ, reklâmcılar insanlardaki bu yumuşak karnı kullanmayı çok iyi biliyor -diye- tahmin ediyorum. Her üç ayda bir, yüz yıllık diş macunu, deterjan, çamaşır suyu "yeni" sloganıyla bir kez daha pazarlanıyor. Mavi boncuk, yeşil boncuğa dönüşüyor, dağ esintisi, bahar kokusu oluyor, diş fırçası kıl açıları İsviçre laboratuarlarında bir kez daha tasarlanarak son şekline getiriliyor. Otomobil tasarımcıları bir modeli uzun süre pazarda tutmaktan kaçınıyor. Hiç bir şey yapamazlarsa en azından döşemesini, ön konsolunu falan değiştirip insanlardaki "farklıyı seçme" algısından fayda sağlamaya çalışıyor.

Yanlış hatırlamıyorsam bir uzay aracının Mars'a gitmesi sekiz ay sürüyormuş; o da gezegenler uygun konumdaysa. Yıllar önce okuduğum bir habere göre bilim adamları Mars yolculuğunu yeryüzünde örneklemek amacıyla, beş altı kişiyi uzay kapsülü boyutunda bir odada sekiz ay boyunca tutmaya çalışmışlar. Maaş iyi, yemekler iyi, fakat ne yaparlarsa yapsınlar deneyi tamamlayamamışlar. Çünkü bir avuç insan, bu kadar uzun süre bir odada kalamıyor, deneyi yarıda bırakıp dışarı çıkıyormuş. Aynı insanlarla aynı mekânı paylaşmak şartlar ne derece iyi olursa olsun kısa bir süre sonra dayanılmaz hâle geliyormuş. Sebebi belli; insanlar farklı uyarılar almadan yaşayamıyor.

Kayınvalidemin bir kedisi var, yemeği, suyu yerinde ise aynı odada sıkılmadan günlerce yaşayabiliyor. Çok sıkılırsa iki kere miyavladıktan sonra kıvrılıp uyuyor. Peki, insanlar neden böyle değil? Bunu bilemiyoruz, ama bu şekilde kodlandığımız ortada. Akraba evliliklerinde zekâ özürlü çocukların fazlaca görülmesi, bu ilâhî kanunu bize bir kez daha hatırlatıyor adeta: "Aynı komün içinde üreyip durmak yok, farklı olana yönelin."

Evlilik hayatındaki kronik didişmelere yol açan şeyin "farklı olana yönelme dürtüsünün" tatmin edilememesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Eşler tekdüze bir hayat yaşadığını, hep aynı kişilerle, hep aynı şeyleri yapmakta olduğunu düşünüyor. Öyle ya; ev aynı, eşlerin davranışları aynı, çocuklar bir süre için bir farklılık unsuru olsa bile onlar da kendi âleminde, araba aynı, televizyon aynı, eşyalar aynı. Hadi bir farklılık olsun diye bazı eşyaları değiştirecek olsan bile, onun da heyecanı fazla sürmüyor ki birader, iki üç gün sonra o da aynı.

O zaman bu gerilim dönüp dolaşıp eşi vuruyor. "Bu ilişki çok monoton, biz sevgili miyiz arkadaş mıyız, bana yeterince ilgi göstermiyorsun, beni hiç dinlemiyorsun, bana değer vermiyorsun, çiçek almıyorsun, saygı duymuyorsun, hiç tatile çıkmıyoruz" gibi sözlerle veya başkalarının yanında eşlerin birbirini karşılıklı iğnelemesiyle ilişki kıvranıp duruyor.

Netice olarak uzunca bir süre farklı olanla haşır neşir olamayan kişi, bu sebepten oluşan iç sıkıntısının faturasını kolay yoldan eşine kesip, onun başına çörekleniyor.

Aslında "farkı olana yönelme" dürtüsü yok edilmesi gereken bir dürtü değil bana göre. Tam tersi insanlardaki merak ve araştırma duygusunu tetikleyen, insanı durgunluktan, paslanmaktan çıkaran, maddî manevî mecralarda yol almasını, gelişmesini sağlayan ve insanı hayvanlardan ayıran en belirleyici dürtü belki de.

Ve bence bu dürtünün tatmin edilmesi için gereken malzeme bir adım ötemizde fazlasıyla mevcut. Meraklısı için bir tahtanın doğal dokusu bile keşfedilmeyi bekleyen farklı bir algı olabilir. İletişim halinde olduğumuz diğer insanlarda, hayvanlarda ve tüm canlılarda öğrenilecek ve bizi şaşkınlığa düşürerek uyarıcılar yok mu gerçekten? Hadi yok diyelim, kendimizle ilgili bir soru olsun yok mu zihnimizde?

Soru sormak konusunda tembellik etmemek lâzım. Sorulara cevap bulmak için acele edilmediği, cevabın gelmesi konusunda biraz sabır gösterildiği sürece soru sormanın yorucu bir iş olmadığını düşünüyorum. Soru sormaktan korkmaya da gerek yok. Çok soranlar, her şeyi araştıranlar sanıldığı gibi "kafayı yemiyor", yalnız kalmıyor. Üstelik zihnin "farklı olana yönelme" uyarısı tatmin edilebildiği için, insanlar ifade edemediği iç sıkıntısını, hayat yoldaşının üzerinden topraklama gibi abes ve beyhude çabalara girmiyor.

Tabii ki insanlar işleri ve eşleri ile günlük rutin ilişkilerini idame ettirip, "farklı algılara" tamamen ilgisiz kalma hakkına sahiptir. Ama unutmamak lâzım ki bu bir yaşam tercihi değil. Bu bir içgüdü; tatmin edilmediği takdirde ayağı vuran ayakkabı gibi her adımda ruhu acıtan, rahatsız eden bir dürtü.

Siz bilirsiniz yani; akşamları boş gözlerle televizyon seyrediyor, arkadaşlarınızla geyik yapıyor, yenilikleri takip ediyor, onları edinmeye çalışıyor, yeni kitaplar okuyor, filmler seyrediyor, sergileri geziyor, sevgili değiştiriyor ama yine de içinizin kararmasını engelleyemiyorsanız acaba doğru soruyu soramıyor veya yanlış cevapların peşinde koşuyor olabilir misiniz?

Her soru bir merak duygusundan kaynaklanıyorsa ve merak duygusu da farklı olana yönelmek dürtüsü ile ilgiliyse, "hayata dair bir soru" iyi bir başlangıç noktası olabilir belki de ne dersiniz? "Benim neden soracak bir sorum yok" sorusu bile hiç soru sormamaktan daha iyidir bana göre.

Yorumlar

Bir insan ben'iyle ve insanların hitap ettiği, onların zihninde yer ettiği sen'iyle bir bütün bir özdeşlik ve bir öznellik oluşturamıyorsa ona kainat dolusu değişiklik olsa yetmez.

Çünkü o, ne istediğini bilir, ne de ne istenildiğini. İnsanın bir yaşam çizgisi olmalı karakterine eşdeğer.

Aptalca gelir bana anketler. Kendini bile kandıran bir varlığız biz, doğruyu itiraf etmek içimizden bile olsa mümkün değildir genelde.

Eksiği olmayan insan yoktur. Ve de hatası.

Evlilik bir rant kapısı değildir bence. Evlendim, o insan sadece benim için çalışacak, diye bir kaide yoktur. Ne bir gül bahçesi evlilik, her daim bülbüllerin öttüğü, ne de bir kapitalist şirket. Her ferdin kendinden bir şeyler katarak yatırım yapacağı bir duygusal bankadır ve faizi en helâlinden olan hem de.

Farklı bir fikirle aynı evde yaşamak. İnanılmaz zor. Hep kendini mutlu edecek şeyi bir başkasında, kendinin dışında bir maddede aramak çok anlamsız ve mutsuzluğa davetiye demek.

Eşime bir gün, neden daha çok seni seviyorum demiyorsun, diye sormuştum. Bana, sana şimdi bakarken sana ilk aşkımı itiraf ettiğim günki kadar sevgi dolu ve heyecan dolu bakıyor muyum, demişti. Evet aynen diye cevapladım, gerçekten de hiç değişmeyen o bakışlar hâlâ gözlerime dolar her gün.

Peki, sence sana saat başı sevdiğimi söylesem ama o bakışlar olmasa daha mı iyi olurdu dedi eşim. Kör bir saplantının içinde olduğumu anladım o vakit. Utandım kendimden.

Hep almanın telâşındayız. Mutluluğu vermek aklımıza gelmiyor hiç. Neden bizi hep başkaları mutlu etmek zorunda. Neden koca her şey ya da kadın? O bir çiçek getirse değişen ne olacak? Çiçek demetleri sıkacak, muhtemelen bir gelincik tarlası isteyeceğiz.

Evlilik zor bir zanaat bence. Kaşığı herkes yapar demişler ama sapını ortasına getirmek her babayiğidin harcı değil sanırım.

Ve en kötüsü ne biliyor musunuz, kendi kişiliğinin evrimini tamamlamadan bir başka kişilikle bütünleşmek tam bir trajedi. Ve trajedinin ezilen kahramanları, yarınların en büyük yanlışlarına imza atacak adayları.

Filiz Özdemir Gönüllü - 24 Temmuz 2010 (19:46)

Bu farklılık arayışına bugünlerde bir de çocuklara verilen isimlerde rastlıyoruz. Bazen öyle absürd isimler duyuyorum ki, neyin ispatıdır ki böyle isimler çocuklara verilir anlamakta zorlanıyorum.

Yalçın Şahin - 26 Temmuz 2010 (11:22)

Değerli Seyit Balkuv'un yazı başlığı şarkıları çağrıştırıyor… Yorum yapılacak en zor meseleye ışık tutmaya çalışmış çiçekler ile.

Birikimine saygı ve selâmlar.

Biz de hoşgörünüze sığınarak Özdemir Asaf'tan alt köşeye bir şiir gönderelim.

KELEBEK

Son isteğin nedir?
Sorusu, çok, çok kolaydır,
İlk isteğin nedir?
Sorusundan.

Çünkü, O soruyu
Kimse kimseye soramadı,
Korkusundan.

Macit Cününoğlu - 14 Aralık 2010 (15:47)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

33
Derkenar'da     Google'da   ARA