Patronsuz Medya

Babamıza da mı güvenmeyelim?

Seyit Balkuv - 17 Nisan 2008  


"Güvenliğin birinci şartı güvenmemektir."

Öyle buyurmuştu "Dijital İmza" seminerinde sunuş yapan bey. Hem de davudi bir sesle, adeta binlerce yıllık mason sırrını ifşa eder gibi gümbür gümbür söylemiş, dinleyenler üzerinde hayranlıkla karışık hipnotik bir etki yapmıştı.

Demek "güvenliğin birinci şartı güvenmemektir" ha? "İyi lâf, satarım ben bunu bir yerlerde" diye düşünmüştüm o zamanlar. Güvenlik için güvenmemek gerekiyor demek. Lisede edebiyat dersinde öğretmişlerdi, divan şiirinde zıt anlamlı sözcükleri peşpeşe kullanınca tezat sanatı oluyordu. Onun gibi bir şey. Bir nevi ying yang durumu.

Sunucu bey, bilgisayarda kullandığımız şifreleri babamıza bile söylememiz gerektiğini ekleyerek pişiriyordu tezini. "Aksi durumda" diyordu, "başınıza bir şey geldiğinde kimse yardım edemez" .

İyi tamam, yoldan geçen adam, "abi şifren ne? Bir zahmet söylesene" demiyor zaten. Ya da birine "bak sen benim hayatta en çok güvendiğim insansın, şimdi bunu kanıtlamak için sana banka şifremi vereceğim" demiyoruz. Demiyoruz ama, "babanıza eşinize bile söylemeyin, ateşlerde yanarsınız, ölünüze bakmazlar" gibi korkular salmaya ne gerek var? Zaten sürekli korku bombardımanındayız, arkamızı duvara vermeden yürüyemez olduk.

Neyse, onun işi de bu, öyle diyecek. Hem yeni tekerleme öğrendik bak; "güvenmek istersen güvenme" .

John Nash

Bu "insanlara güvenmeyin" sloganı seminerci beyin özgün buluşu değil. O da bir yerlerden duymuş, beğenmiştir mutlaka. Fakat, belki inanmayacaksınız ama gerçekten de böyle bir teori var. Bu teori, ilk kez Amerikalı bir matematikçi John Nash tarafından ortaya atılmış; adı "Oyun Kuramı" .

Bu teoriyi duymamış olabilirsiniz, ama bazılarınız matematikçi John Nash'ın hayatını beyazperdede izledi bile. Russell Crowe'un büyük ustalıkla baş rolde canlandırdığı "Akıl Oyunları" filminin kahramanı, Oyun Kuramı adlı teorinin sahibi ünlü matematikçi John Nash'in ta kendisi!

Filmde deha derecesinde zeki ama aynı zamanda psikolojik sorunları da olan ve halüsinasyonlar gören matematik profesörü John Nash'in hayatı yine onun kendi gözünden anlatılıyordu ve yönetmenin ustalığı sayesinde, izleyici neyin gerçek neyin düş ürünü olduğunu anlamakta zorluk çekiyordu; tıpkı John Nash gibi.

Özetle, John Nash'in Oyun Kuramı şu: Hepimiz ilişkilerimizde karşı tarafa güvenmezsek, her zaman için ilişkide olduğumuz kişiyi en büyük potansiyel düşmanımız olarak görürsek, bu güvensizlik yaklaşımından, uyum içinde yaşayan bir toplum doğar.

Üstelik sadece demiyor, artık nasıl beceriyorsa matematiksel olarak ispatlıyor da. Şöyle diyor Oyun Kuramı: Diyelim elinizde bir avuç çalıntı elmas var ve çalıntı olduğu için sadece mafyaya satmak durumundasınız. Fakat ya mafya elmasınızı alır da, paranızı vermezse ne olacak?

O halde siz planlarınızı parayı alıp, elması vermemek üzerine yapmalısınız. Bu durumda ya elmasla parayı değiştirirsiniz ya da ikisine birden sahip olursunuz, ama ikisini birden kaybetmezsiniz.

Tabii mafya da planlarını elması alıp parayı vermemek üzere yapacaktır. O halde, taraflar birbirini potansiyel dolandırıcı olarak kabul edip, arsızlık derecesinde kendi çıkarlarını kollayacak şekilde hareket ederse, elmas ve para olması gerektiği şekilde el değiştirecektir. İşte güvensizliğin faydası!

Dahası, bu teori otoritelerce öyle beğenilmiş ki, John Nash Nobel ödülü bile almış. Amerika'da bir teorinin egemen güçler tarafından beğenilmesi bize göre farklı bir durumdur. Bizde üniversite teorisyenleri ve devlet yöneticileri farklı gezegenlerde yaşarlar. Orada beğenilen teoriler devlet yönetiminde uygulamaya alınır, devlet mekanizmalarının temel taşlarını oluşturur. John Nash'in gerçekte Amerikan politikasına ne derece katkısı olduğunu bilemeyiz ama uzaktan bakınca çok emeği geçmiş gibi görünüyor.

Ali Rıza Bey

Bunları karalarken aklıma Ali Rıza Bey geldi.

Onu yıllar önce gittiğimiz tatil beldesinde tanımıştık. Ellili yaşlarda kaba saba, eğitimsiz bir adamdı. Bazı memuriyetler yapmış ve emekli olmuştu. Yürürken sadece göbeğini değil başka yerlerini de kaşırdı. Telefonu geç açtılar diye evdekilere ağıza alınmayacak küfürleri basardı.

Bir ara evine panjur yatırmaya niyetlenmişti. Tanıdığı bir panjurcuyu çağırmış fiyat almıştı. Ali Rıza bey daha düşük bir fiyat söyleyip bu kadar olacak deyip kesip atmıştı. Panjurcu "aman abi yapma, etme" diyecek olduğunda da Ali Rıza Bey katır güder gibi "hayrt, höyt, yürü lan, sittir" makamında kelimeler ünleyip hepimizi güldürmüştü. Panjurcunun daha fazla itiraz edecek durumu yoktu tabii.

Bize kendince kibar davranırdı, bizim de onunla bir problemimiz yoktu, arada selamlaşır kısaca hâl hatır sorardık.

Bir gün Ali Rıza Bey beni çağırdı. Evindeki bilgisayardan bir banka hesabına havale yapmak istediğini ve benden yardım istediğini söyledi. Ben önce biraz şaşırdım, internete açık banka hesabı, kullanıcı adı şifresi olup olmadığını sordum. Hepsinin mevcut olduğunu elindeki kağıtta yazılı olduğunu söyledi.

Evlerine gittik, bilgisayarı açtık, bankanın internet adresine bağlandık. Ben kullanıcı adı ve şifre girmesi için koltuktan kalkacak oldum. Halbuki o kullanıcı adını ve şifreyi bana çoktan söylemişti bile. Ben "cici çocuk" olmanın gereği, bir taraftan şifreyi beynimden silmeye çalışıyor, bir taraftan da Ali Rıza Bey'e "şifreyi kimseye söylememesi gerektiğini, bu durumda herkesin onun hesabına girebileceğini" falan anlatmaya çalışıyordum.

Ali Rıza Bey ise yine o kaba tavrıyla beni konuşturmuyor, "yahu tamam, gir be gir, bir şey olmaz, olursa da olur, allah allah" diyerek sesimi boğuyordu.

Ali Rıza Bey'in şifresini girdim, havale işini tamamladım. Bankanın sitesinden çıkarken ben yine benzer şeyleri açıklamaya çalışırken, o "yahu yürü git, bir şey olmaz" diye gülüyor, benim telaşımla dalga geçiyordu.

Neden?

Ali Rıza Bey, o kaba saba adam, banka şifresi eline geçen bir adamın neler yapabileceğini bal gibi biliyordu. Fakat eminim ki, şifresinin benim veya bir başkası tarafından kullanılabileceğine dair en küçük bir endişe taşımıyordu.

Çünkü sezgilerine güveniyordu. Ve aynı zamanda, iyi günlerin yanında kötü günlerin de hayatın doğal akışının bir parçası olduğunu bilecek kadar kaderci ve kalenderdi.

O şifrenin, banka sistemi Ali Rıza Bey'i zorlayıncaya kadar değişmediğine ve Ali Rıza Bey'in içinde en küçük bir tedirginlik kırıntısı duymadığına dair kalıbımı basarım.

Ali Rıza Bey artık yaşamıyor. Ona benzeyen yaşlı nesil, bazen öfkeli ama çaresiz, bazen kayıtsız, genç nesillere teslim ediyor yaşam alanlarını.

O yeni nesil ise, gün geçtikçe daha az benziyor Ali Rıza Bey'e. Onlar yürürken bir yerlerini kaşımıyor. Eşine dostuna ulu orta küfretmiyor. Herkese saygılı ve görgülü davranıyor. Şifresini kimseyle paylaşmıyor. Kadere inanmıyor, herkesin kendi kaderini çizebileceğine inanıyor.

Ve o yeni nesil artık güvenlik için güvenmemenin şart olduğuna daha çok inanıyor. Hayat çizgisini John Nash'in yolunda korku ve güvensizlik temeli üzerinde inşa ediyor.

Eskilerin yaşlandıkça değer kattığı sağduyu ve sezgi gibi paha biçilmez erdemler ise, tıpkı kullanılmayan bir uzvun işlevini yitirmesi gibi, anlamını yitiriyor, değersizleşiyor, içi boşalmış birer kelimeye dönüşüyor.

* * *

Dipnot: John Nash'ın yeni dünya egemenlerini ne şekilde etkilediğini ve "özgürlük" kavramının yakın dünya tarihinde nasıl deforme olduğunu merak edenler için Adam Curtis tarafından hazırlanan ve Aylin Bozyap tarafından BBC Türkçe Servisi için uyarlanan aşağıdaki linkteki "Özgürlük Kapanı" adlı ses belgeselini hararetle tavsiye ederim.

http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/1518_trap

Yorumlar

Üstadın verdiği linkteki yazıyı okurken dünyada R. D. Laing namıyla maruf, fakat bendenizin bugüne kadar adını hiç duymadığım bir tahteşşur mütehassısından da haberim olmuş oldu.

Yaptığım ufak çaplı internet aramasında, anti-psikiyatri akımının önde gidenlerinden olan bu beyfendinin çok ilginç saptamaları olduğunu da öğrendim tabii ki.

Meselâ diyor ki: "Hayat, seks ile bulaşan ve yüzde yüz ölümle sonuçlanan bir hastalıktır."

Şizofreni ve benzeri hastalıkların da aslında iyileşme aşamasındaki insanların gösterdikleri arazlar olduğunu söylüyor.

Kısacası, maruzatım şudur ki, kendisinin de bu konularda diploma sahibi olduğunu bildiğimiz psikiyatri muarızı Kâmuran Kızlak beyfendi, bu konularda bizi aydınlatan bir şeyler yazsa ne güzel olurdu.

Durmuş Düşünür - 18 Nisan 2008 (13:21)

Durmuş Düşünür beyfendinin şahsıma Derkenar aracılığıyla yazdığı açık mektubu büyük bir memnuniyet ile aldım. Açık mektup olduğu için de benden beklenen yazı için kem küm etme şansım kalmadı.

Ronnie D. LAING benim de fazlasıyla ilgimi çeken ve varoluşçuluk eleştirisi, "normal" lik kavramının tehlikesi ve yabancılaşma konularında hemfikir olduğum "anti-psikiyatri" akımının çok önemli isimlerinden biridir, belki de en önemlisidir. Yabancılaşma konusunda daha iyi laflar edebilen bir başka adam daha çıkmadı bugüne kadar.

Ben, Sartre da dahil, bilinen ve baştacı edilen varoluşçuları Kapitalizm'e bir "Vicdan" uydurmak gibi hiç olmayacak bir şeye soyunup milletin aklını bulandıran adamlar olarak görürüm.

Neyse, mevzuyu daha fazla uzatıp Ruhiyat veya Felsefe seminerine dönüştürmeden bu konuda bir yazı yazacağıma dair bir delikanlı sözü vereyim.

Kâmuran Kızlak - 18 Nisan 2008 (20:34)

Sayın Kâmuran Kızlak beyefendi, yukarıda zikrettiğiniz cümle durup durup kafamı kurcalıyor. "Kapitalizm'e bir 'Vicdan' uydurmak gibi hiç olmayacak bir şeye soyunup…" cümlenizi bir nebze daha açmak mümkün müydü acaba?

Durmuş Düşünür - 25 Temmuz 2009 (13:22)

Muhterem Durmaz Düşünür Beyefendi, Cevap yazmakta geç kaldığım için bağışlayın. Ancak fırsat bulabildim, beni anladığınızı umuyorum.

Benim unuttuğum bir yazıyı sizin hatırlamanız ve durup durup kafanızı kurcalaması beni ziyadesiyle mütessir etti. Umarım başka Derkenar okurları ve yazarlarının da aklına böyle mevzular takılır ve böylece daha keyifli bir muhabbet sürdürürüz.

Bu kadar dallı budaklı bir mevzuda düşüncelerimi bakalım derli toplu ifade edebilecek miyim? Bir Derkenar muharriri şu yazısında "vicdan" denilen "huzur ve düzen bozucu ses" ten ve Kapitalizm'in ahlâkından bahsetmiş ucundan azıcık.

Şuradaki yazısında ise "Kapitalizm ve Varoluşçuluk" hakkında bir kaç söz sarf etmiş. Belli ki bazı okurlarların topa girmesini ve mevzunun zengin bir muhabbet konusu haline gelmesini ummuş.

Göründüğü kadarıyla, bu yazılar "Derkenar'da neden farklı görüşlere yer verilmiyor?" mealinde sitem yollu kelâm eden arkadaşlarımızın ilgisine mazhar olamamış.

Derkenar'ı bir nevi meşveret yayını olarak düşündüğümden sorunuza konuyu kapatacak bir cevap yazarak geçip gitmek istemiyorum. Sebebi şu: Derkenar'da yayınlanan o güzel yazıların neredeyse tamamı bir köşesinden Kapitalizme bindiriyor. Yani, yazanların da okuyanların da kapitalizmle pek yıldızlarının barışmadığını söylemek isabet olur herhalde.

O nedenle, onca işin gücün arasında üşenmedim, bir de şu makaleyi kaleme aldım. Umarım bir yararı olur.

Kâmuran Kızlak - 14 Eylül 2009 (13:05)

Fransız soytarı Sarkozy Efendi Davos'ta Kapitalizm'in ahlâkî sorunları olduğundan ve bunların düzeltilmesi gerektiğinden falan dem vuran bir nutuk irad etmiş, arkadaşların dediğine göre. Ben izleyemedim. Sanırım "bu lâfları ancak bu patavatsız söyler" diye düşünen birileri ona söyletmiştir. Global kriz patladığından beri bazı Kapitalist vaizler bu mevzuda karınlarından konuşuyorlardı. Sarkozy bir çeşit "mahallenin delisi" görevini üstlenip durumu çok doğrudan ifade etmiş. Göründüğü kadarıyla Kapitalizm neo-liberal politikalarla gidebileceği yolun sonuna geldi.

Neyse, daha fazlasını toparlamakta olduğum yazıya bırakayım. Zaten kaç yıldır Derkenar'daki bir kaç yazımda Kapitalizme ve neo-liberallere dil uzattım (Sarkozy'den bile önce).

Kâmuran Kızlak - 29 Ocak 2010 (19:54)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

58
Derkenar'da     Google'da   ARA